BASİRETLİ BİR SİYASETLE YOLA ÇIKILMALIDIR!!!

Evet sevgili okurlar!

Malumunuz üzre, başta Türkiye olmak üzere tüm İslam dünyası, bugün içten ve dıştan kuşatılmış durumda..

Bu kuşatma, bugüne özgü değil.. 150 yıla yakındır, bu “emperyal kuşatma” İslam coğrafyasını inim inim inletmektedir...

 Çünkü, ülke yönetimlerindeki “siyaset” basiret gözünü kapatmıştır..

O bin yıllık basiretli siyaseti terk etmiştir... İman ve İslam’ın esaslarından fışkıran “siyasete” gözünü ve zihnini kapatmıştır...

Batılın ve küfrün “siyasetiyle” meşgul..

***

Şöyle bir geçmişimize bakalım!.. Özellikle, 1.5 asır öncesi!.. Türkiye, İslam coğrafyası, yani Osmanlı nasıl bir yönetime sahipti?..

Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel, zenginliği nasıldı?..

Huzuru, istikrarı, barışı, birlik ve dirliği, nasıl sağlıyordu?..

Bugün yaşanan ve yaşatılan, şiddet, terör, kan ve gözyaşı, toplumsal çürüme, ahlaki yozlaşma söz konusu muydu?..

Ülke yönetimini elinde tutanlar, hangi “ilkeleri” kendilerine düstur kılarlardı?..

***

Elbette ki, İslam ülkelerinde iktidarları ellerinde tutan yönetimlerin, anayasası ve nizamı Kur’an’ın hükümleri paralelinde idi...

Ki uygulanan siyasette bu minvalde, “basiret” sahibiydi...

İşte bu basiretli siyaset, Türkiye’nin ve İslam Dünyasının hep önünü açmıştır...

Tarih sayfalarını çevirdiğimizde, görüyoruz...

Osmanlının büyümesi, 624 yıl gibi bir hükümranlık sürdürmesi, tamamen İslam’ın ana çizgileri paralelinde idare edilmesiydi..

Fersah fersah ilerleyen bir Osmanlı İmparatorluğu vardı.. Şeriatın ve Kur’an’ın fuyuzatından fışkıran şer’i hükümler uygulanıyordu.

Toplum çok rahattı.

Her alanda huzur ve istikrar vardı..

Hak, hukuk, adalet!...

Ekonomiksel bir bolluk ve bereket vardı...

Fakir ve yoksullar göz ardı edilmiyordu..

Zekat veriliyordu..

Zengin de alın teriyle çalışıyor, devletine kusursuz şekilde vergisini veriyordu.

Çalma, çırpma, hırsızlık, namussuzluk, edepsizlik yoktu.

Irkçılık yoktu..

***

Ne vakit ki, Osmanlı’nın yönetimi, Batıya ve Batıla, yönelince!...

Basiretli, siyasetini terk edince..

Yüzünü İslam hükümlerine değil, laikçilik, sekülarizm edepsizliğine çevirince; yıkım ve çöküş başladı...

Çünkü siyasetin basireti elinden alındı, artık kalp gözüyle değil, kör fikrin ve düşüncenin bakışıyla “ne önünü görür” oldu, ne de ferasetini koruyabildi..

 Böylece Türkiye ve İslam dünyası dıştan ve içten çok tehlikeli bir şekilde kuşatıldı..

Ve bu kuşatmadan bir türlü de kendini kurtaramıyor..

***

Yeni Şafak Gazetesi’nin yazarı Yusuf Kaplan’ın da dünkü yazısında belirttiği gibi gerçekten bu coğrafya iki yönden kuşatılmış durumda.

Hem içten hem dıştan; vuruluyor?..

Dıştaki kuşatma tehlikesi saklı değil, zaten biliniyor..

Ki düşman kimlerdir belli..

Ne var ki, içteki düşmanlar münafıkça, kendilerini gizliyorlar...

Özellikle, İslam’ın ve milliyetçiliğin, toplumun örf adetlerinin kılık kıyafetine bürünüp kültür ve terbiye cübbesiyle yola çıkanların bir kesimi var ki, fırsatını buldu mu, “ihanet hançerini” ülkenin ve milletin sırtına saplıyor..

Ve bunu da,  dış mihraklarla işbirliği yaparak gerçekleştiriyor..

İçten ülkeyi vuran hıyanet şebekeleri, dedim ya bugün değil, yüz elli yıldan beridir, İslam dünyasını arkadan hançerliyorlar..

Sevgili okurlar..

İzninizle, Yusuf Kaplan’ın dünkü, “İslâm’ın ve insanlığın kaderi Türkiye’ye, Türkiye’nin çifte kuşatmayı yarabilmesine bağlı...” başlıklı yazısından birkaç paragrafı sizinle paylaşmak istiyorum...

***

Türkiye, özelde İslâm dünyasının genelde dünyanın kaderini belirleyecek iki önemli kuşatmayla karşı karşıya. Biri iç kuşatma, diğeri dış kuşatma.

İÇERDEN LAİK KUŞATMA

Önce kuşatmadan başlayalım...

Batılı emperyalistler coğrafyamıza yerleştiler, coğrafyamızı cehenneme çevirdiler. Anadolu kıtasına hapsolan Türkiye fiilen sömürgeleştirilemedi ama zihnen kendi kendini sömürgeleştirdi: Batılıların sömürgeleştirdiklerinde yapmaya cesaret bile edemeyecekleri yıkımları bizzat kendi elleriyle içerden yaptı, yapabildi: Kendi medeniyet yürüyüşünü kendi elleriyle durdurdu! (Kendi elleriyle mi, gerçekten?).

Türkiye, Batılılaşma, laikleşme cenderesine hapsedildi; bin yıl İslâm medeniyetinin bayraktarlığını yapmış bu aziz millete, din değiştirircesine laiklik dayatıldı tepeden, Jakoben yöntemlerle. Ve toplumun ruhunun, tarihinin, geçmişinin yegâne kaynağı, geleceğinin en güçlü sigortası İslâmî kimliği, duyarlıkları çok büyük darbe yedi.

Toplum, ikiye bölündü, parçalandı gelinen nokta itibariyle. Şerif Mardin’in yollar önce çerçevesini çizdiği gibi “iki toplum” zuhûr etti.

Türkiye’nin sorunları katlandı, katmerlendi: Laikleştikçe, etnik kimlikler öne çıktı; toplumu bir arada tutan İslâmî kimlik ve duyarlıklar aşındı, toplumu birbirine kenetleyen ortak paydamız paramparça oldu: Kürt sorunu patladı...

Bu parçalanan sosyal / kültürel kimlikler arasında egemenlik mücadeleleri, kavgaları yaşanacak önümüzdeki süreçte; birileri bunun hazırlıklarını yapıyor; bu süreç çoktan başladı bile...

DIŞARDAN ŞİÎ KUŞATMA

İkinci kuşatma dışardan gelen mezhebî / Şiî kuşatma.

Eğer bu kuşatmayı yaramazsak -sadece biz değil bütün Müslümanlar olarak- İslâm’ın kaderi de, İslâm dünyasının kaderi de Batılı emperyalistlerin ve uşaklarının şer şeytan tezgâhlarının insafına kalmış olur; ki, bunun faturası hem İslâm dünyasına hem de insanlığa çok pahalıya patlar -Allah muhafaza!

Dışardan kuşatma, tarihî bir kuşatma aslında, tarihin akışını alt üst edecek çapta bir kuşatma: Gerçeğe dönüşmesi için emperyalistlerin büyük gayret gösterdikleri Şiî-Fars imparatorluğu girişimi bu.

Bu girişim, İslâm dünyasının kalbini teşkil eden Sünnî Arap dünyasını adım adım işgal ediyor, köleleştiriyor, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de olduğu gibi inanılmaz katliamlar yapıyor... İran’ın bu cinayetlerine, sömürgeci, emperyalist, Batılı emperyalistlerin kukla politikalarına bağlı olarak geliştirdiği iğrenç stratejilere ve attığı ürpertici adımlara dikkat çekince, mezhepçi analiz yapmakla suçlanıyorum, iyi mi!

Mezhepçilik üzerinden haritalarımızın yeniden çizildiğini söylemek mezhepçilikdeğildir!

Marjinal, anaakımın dışında bir mezhebin önünün sonuna kadar açılması ve İslâm dünyasının ekseninin değiştirilmesi, dolayısıyla İslâm’ın yürüyüşünün engellenmesi için tezgâhlanan oyunu bozmaktır!

***

Evet  sevgili dostlar!

Bakınız dün, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” olarak anıldı.

Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi gerçekten İslam Dünyası kendi özelliğini yitirmiş durumda.

Özellikle yüz yıldan beri yapay siyasetlerle yüzeysel politika kavramlarıyla, aldatmacalardan ibaret olan ifadelerle millet ikna edilmeye çalışılıyor ise de, fakat millet ne yazık ki kalp gözünden ibaret olan basiret yüzünü taşıyamadığı için artık gerçekleri görmez hale geldi.

Yani 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ne demek?

Kadının emeğinin kudsiyetinden mi bahsediyor.

Kadının fedakar aile kurumunun temel taşı olmasından mı bahsediyor...

Kadının hak dava olan İslam ve vatan davasını savunmak için evlat yetiştirip şehit veya gazi olmasından mı bahsediliyor?

Ne yazık ki siyaset alanında bunlardan hiçbiri yok.

Bakınız... Her Allahın günü bir aile çöküşüne şahit oluyoruz... Ya da toplumsal çürümelerin getirdiği acı hadiseler...

Gün geçmiyor ki üç beş kadın katledilmesin, kadın cinayeti işlenmesin.

Bu paralelde nice aileler çökmesin…

Nerdeyse aile mefhumu iflas etmiş durumda.

Toplumsal çürümüşlük, ahlaki çöküntüler, kadın adeta yabancı erkeklerin elinde bir emtia haline gelmiş durumda.

Kadının, kadın olma şerefine, izzet ve namusuna dokunulmaması için, kadını daima bir aile kadını olarak, görmek gerekir...

Onu üstün tutma seviyesi kadının hakkıdır, olmazsa olmazıdır.

***

Bakınız kadınlar bugün devletin resmi yasaları ile adeta fuhuşa sürüklenmektedir...

Çünkü o fuhuştan vergi alınıyor..

Ki nice nice fuhuş yuvalarının her gün biraz daha çoğalması...

Özellikle, akşamları çevre yollara çıkıp yol kenarlarında sıraya konulan araçların içinde, fuhuş yapanların görülmesi...

Yani yaşanan böylesine edepsizlikler, kadının bu hale düşürülmesi hangi hakla 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ olarak kutlanıyor ve anılıyor.

Bize göre aldatmacadan ibaret olan bu politikanın ve  siyasetin, hele hele sözüm ona medeni dünyanın gerçekleri çarpıtma politikasının bir sonucu olsa gerek...

Yoksa bugün kadının içine düşmüş olduğu hal, tek kelimeyle skandaldır, rezalettir, utanmazlıktır.

Bilemiyorum hangi siyaset dili, toplumun huzuruna çıkıp kadının yaşadığı bu travmatik halini üstün tutma seviyesinde görüp, savunabiliyor ki…

Kim ne derse desin, bugün kadının içine düşmüş olduğu perişanlık, yeryüzünün en sefil ve alçalış halinin bir göstergesidir.

Eğer samimiyseniz, dürüstseniz, gerçekten aldatmıyorsanız, kadını Kur’an’ın ve Kur’an hükümlerinin gölgesinde koruyun ve kollayın!.

Muhafaza edin...

İşte o zaman dünyanın belirtmiş olduğu 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ’ne ihtiyaç kalmaz.

Çünkü, her gün zaten kadınlar günü olarak kutlanacaktır, kutlanması da haktır aynı zamanda.

Eğer kadının üstünlüğü söz konusu olmasaydı Firavun’un karısı Hz. Asiye şefkat ve merhamet kalbiyle Hz. Musa’yı kendi ocağında barındırıp büyütmezdi.

Onun gibi daha niceleri var..

Ama tek kelimeyle bunu söyleyelim.

Kadının kutsallaştırma yeri Kur’an’ın gölgesinde ve İslam’ın bayraktarlığı altında aranması lazım...

Bugünün yalancı dünya politikasının atmasyonuyla değil.

En derin sevgi ve saygılarımla…