ZALİMLİKLERİNİ SÜRDÜREN TOPLUMLARIN SONU!?..

Evet sevgili okurlar!

Bir önceki sohbet yazımıza “HUKUK UYGULAMASINDA ÇİFTE STANDART!” cümlesini başlık olarak kullanmıştık.

Bu kez “ZALİMLİKLERİNİ SÜRDÜREN TOPLUMLARIN

SONU!?” başlığıyla, sizlerle sohbet edeceğiz...

Evet!..

Elbette ki, bir önceki sohbetimizle, bugün sizlerle yapacağımız hasb-i hal çok önemli paralellik arz etmektedir...

Hiç kuşkusuz ki, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir toplumun iman ve   inanç gereği olarak ciddiyetle “inancına ve değerlerine” sımsıkı sarılarak hayatını idame etmesi gerekir.

O inanç ve iman samimiyetini yitiren toplumların sonu badire olduğu vakıadır, gerçektir ve tarihtir.. Ki, inkar edilemezdir.

Hele hele demokrasilerde, özellikle liberal demokrasilerde o inanan toplumların “milli iradeleri” paralelinde hüküm vermeyen uygulayıcılarının sonu da hiç iyi neticelenmemiştir...

Vaziyeti, tarihi vakıalardan ibret alarak görüyor ve yaşıyoruz...

İşte bu hakikatin, penceresinden yola çıkıyoruz.

Ve inkar edilmez gerçeklerdir bunlar.

Zira insanlık tarihi bunu kanıtlamıştır.

Ne kadar “Ben milli iradeyi temsil ediyorum, ben milli iradeden ayrılmıyorum, milli iradeyi uyguluyorum” denilirse denilsin uygulamadaki hal bunu kanıtlamıyorsa o zaman o siyaset siyaset olmaktan çıkar, güdümlü bir ihanet mekanizmasına döner..

Önceki dersimizdeki ifade ettiğimiz gibi bundan nerdeyse on yıl önce idi...

Hukukçu bir hanımefendi...

Hatırladığımız kadarıyla başörtülü olarak savunma makamını temsil eden bir avukattı...

Yani hukukun ve yargının üçüncü sac ayağı konumunda olan bir avukat hanımefendi...

Başörtüsünden dolayı,  mahkeme yargıcı tarafından dışarıya çıkarılmıştı. Savunma “yapmasına” izin vermedi...

Yani, mahkemedeki savunma hakkı adeta gasp edildi...

Peki, suçu neydi (!)

Suçu; başörtülü oluşuydu?.. Çünkü; o günün zihniyeti “Başörtüsünü” suç sayıyordu?

Ama, gerçek manada “başörtünün” yasak olduğu, ya da giyilemez olunduğu gerçeği ne hukukta yeri almaktadır, ne adalette...

Ve ne demokrasilerde...

Ne roma hukukunda, ne de İslam hukukunda...

Yasakçı anlayış, bal gibi bir gaspçılık uygulamasıydı...

Neymiş hakimin takdiriymiş...

Oysa ki hakimin takdiri hiçbir zaman hukukun üstünde değildir.

 

Ama o dönemin hükümeti yine AK Parti hükümeti idi...

Başbakan da günümüzdeki Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Lakin, hiçbir taraftan o hakime eleştiri gelmedi..

Hele hele Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bırakın o hakimi azletmeyi, tam tersine çok büyük bir suskunluk içerisinde, takdir etti...

Olup-bitene kulaklarını kapatıp, adeta pamuk tıkadılar…

Git zaman gel zaman bundan bir hafta önce İstanbul da bir iş mahkemesinde bu kez tam tersine eteği çok kısa, aşırı derecede dizlerinin üstünde “mini etekli” bir bayan hukukçu mahkeme huzuruna çıkıyor.

Adalet cübbesini de giymiyor ve duruşmaya giriyor.

O da aynı yukarda anlattığım gibi hukukun üçüncü sac ayağı durumunda olan savunma erkini temsil eden bir avukat..

Duruşma hakimi bu avukat hanımı uyarıyor:

“Sizin bu kılık kıyafetiniz mahkemenin ve duruşmanın ciddiyetine uygun değildir, lütfen kendinize çeki düzen verin...”

Vay sen misin ey yargıç, çağdaş, evrensel bir bayanın giyim ve kuşamına müdahale ediyorsun.

Gericilik ve İslamcılıkla hakime suçlama getiriliyor.

Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu jet hızıyla o hakimi görevden alıyor ve ondan sonra kıyametler kopuyor.

Ulusalcı medya, naralar üstüne naralar atarken, bizim muhafazakar, milletin güvendiği ve bel bağladığı iktidar da adeta dut yemiş bülbül gibi suskunluğu tercih ediyor.

İşte bundan dolayıdır diyoruz ki Türkiye’nin hal-i pür melali, “kaygı verici..”

Bu çifte standartlık halinin devamı ne zamana kadar sürdürülecek bu demokratik (!) Türkiye’de…

Doğrusu merak ediyoruz?…

Bundan önceki yazımızın hulasası bu paraleldeydi.

Bugünkü yazımız ise o yazımıza teyyiden inandığımız yüce Kur’an-ı Kerim’in çok tarihi dersi ibret veren bir iki ayetini, hatırlayalım...

Günümüzü ve yaşadıklarımızı; “ibret” vesikasıyla, yüzümüze vuran ayetlerdir..

Ankebut suresinin 14. ayeti bize şunları açıklıyor:

“And olsun ki biz Nuh’u kavmine peygamber olarak gönderdik.

Bin seneden elli yıl eksik yani 950 yıl onların içlerinde kaldı.

Sonunda onlar yola gelmeyip zalimliklerini sürdürürlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.

Biz de onu yani Nuh’u ve gemide bulunanları kurtardık ve bunu alemlere bir ibret yaptık...”

İkinci husus Yusuf suresinin 111. Ayeti...

Bakınız sevgili dostlar; bu ayet bizleri nasıl uyarıyor ve nasıl gerçekleri hatırlatıyor.

“And olsun ki, onların kıssalarında yaşanan olaylardaki akıl sahipleri için çıkarılacak bir ders vardır...

Bu Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir.

Fakat kendilerinden önceki ilahi kitapların asıllarını doğrulayan, her şeyi açıklayan bir kitaptır ve inanan bir toplum için de bir yol gösterici ve bir rahmettir.”

Evet sevgili dostlar!

İşte bu sohbet dersimizdeki birçok peygamberlerin vakıaları hepsini buraya almamakla beraber ancak Hz. Yusuf ile Hz. Nuh’un kıssadan hisse olarak buraya almamızın temel anlamı ve ana çizgisi de şudur...

Peygamberlerin hal ve gidişatları ile onların dönemlerindeki toplumlarının gayrimeşru yaşam hallerinin sonucunda meydana gelen felaketler zincirinin badirelerini net olarak Kur’an vurguluyor ...

İnsanlık tarihine geçmiş olduğunu da; bize anlatıyor.

Zira Hz. Nuh (a.s.) ömrü 40’a basarken bu mücadeleye başladı.. 910 yıl boyunca mücadele verdi.

Netice itibariyle ona inanıp ona tabi olanları Cenab-ı Allah kurtardı...

Uymayan keyfi sarhoşluğun içerisinde kalan zulüm ve sapkınlığını sürdüren o toplumu da helak etti...

Hz. Nuh’un kavminin başına gelen tarihi gerçeklerdir..

Kur’an’ın dile getirmiş olduğu “insanlık hakikatidir.”

Keza Hz. Yusuf’un ise 10 kardeşinin onun bir babasının sevgilisi olarak içine sindiremeyip kin, haset ve nefretten dolayı babalarını kandırıp masum bir çocuğu öldürmek maksadıyla derin bir kuyunun içine atmaları...

O an için su ona boğma görevini yapmıyor, su kesiliyor.. Yerin dibine gömülüyor o su.

Adeta onun yanında koruma güvercinleri geliyor.

Ve nihayet oradan geçen kervan o kuyudan su çekme maksadıyla Hz. Yusuf’a rastlıyor.

Hz. Yusuf o kuyudaki su kovasına asılıyor...

Ve böylece kervandakiler tarafından suyla birlikte, Hz. Yusuf’u kuyudan çıkarıyorlar

Ama yine de, o hayin ve hasut kardeşleri o kervanın elinden Hz. Yusuf’u almayı düşünüyorlar...

Yine kuyuya atma teşebbüsüne giriyorlar..

Zira babalarına yalan söylemişler..

“Yusuf’u kurtlar öldürdü” diye...

O yalanları, aldatıcılıkları meydana çıkmasın diye kervandan alıp tekrar öldürmeye girişen o boş gaspçı kafalar ki bugünkü İsrail’deki hayat onları temsil eden bir hal.

Netice itibariyle kervan Yusuf’u vermiyor.. Çok cüzi bir parayla satın alıyor ve Yusuf (a.s.)’ı ellerinden kurtarılıyor.

Netice itibariyle Hz. Yusuf (a.s.) kölelikten Mısır Azizliğine kadar yükseliyor...

Aziz oluyor ...

O hain edepsizce hareket eden kardeşleri tam 36 yıl sonra onun kapısına muhtaç oluyorlar.

İşte buradaki yani Hz. Yusuf (a.s.)’ın vakıasındaki olup bitenlerden ders almak, ibret almak gerekir.

Yani zulmün, gaspın, hak ve hukuk ihlalinin, inanmış bir toplumun inancına rağmen, başka batıl inançlarla devleti yönetmenin sonucu; hüsrandır...

Tıpkı putpereset bir Mısır hükümetinin ve Hz. Yusuf (a.s.)’un kardeşlerinin sonuçları gibi...

Bize hakikatleri bildiren Kur’andan çok büyük ibretler almak gerekir.

Keza Hz. Nuh’un kavminin de başına gelenler bu günlerde, İslam dünyasında olup bitenlerden fazla uzak değildir gibi geliyor bize.

***

Hayırlı bayramlar....

Siz değerli okuyucularımızın ve tüm İslam dünyasının mübarek Ramazan Bayramı’nı kutlarız…

En derin saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz…

Bayramdan hemen sonra, görüşmek dileğiyle, şimdilik hoşcakalın…