YALAN SÖYLEYEN TARİH KAHROLSUN !? (II)

Evet sevgili okurlar!

Gerçekten insan, tarihin ana çizgilerini takip edince, hele hele yalan söylemeyen bir tarihi irdelediğinde, olaylarla alakalı daha bir net konuşabilir...

Zaten “en büyük tefsir zamandır” deniliyor.

Zaman var olduğu müddetçe geçmişte yaşanan ve yaşatılanlar daha bir net anlaşılır ve görünebilinir olur?

İnsan, daha bir bilgilenir…

Mesela, bundan elli, atmış sene önce adam müddediyen, namazında, niyazında, helalı helal, haramı haram olarak, biliyor ve o yaşantının içerisinde idi!…

Ama sonra bakıyorsun ki o insanlar, bir süre sonra, geçmişini unutmuş, inancını unutmuş, taşıdığı misyonu unutmuş, tam tersine bir misyonla, hayatını idame ediyor…

Yani geçmişine yakışmayan bir aksiyona karakterini çevirmiş…

Ne yazık ki aynı o resimle kendini insanlara tarif etmeye, tanıtmaya da çalışıyor.

İşte böylesine insanlara, hele hele politik alanda, demokrasi zeminlerinde, aile kulvarında insan bakınca çok şeyleri unutmak istiyor…

Keşke " o günleri hatırlamasaydım” demek zorunda kalıyor.

“Keşke geçmişe yönelik o uzun süreci bilmemiş olsaydım” demek zorunda kalıyor insan.

Onun için dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi ve bugün de kullandığımız aynı başlığı içeren ifadeyi kullandık..

Yani, bir kez daha “Yalan Söyleyen Tarih Kahrolsun” demek zorunda kaldık.

Ve bugün de aynı o paralelde yazımıza devam ediyoruz.

Evet!

Dünya saltanatı geçicidir, manasızdır ve temelsizdir.

Her insan, insan olma hasebiyle ona ulaşmak ister..

Bir iş güç sahibi olmak ister…

Makam mevki, istikbal ister, gıyaset ister…

Mutluluk ister…

Ama o saltanat ve büyüklük halini taşıdığı müddetçe bunlar otomatik olarak herkesin istek ve arzusu olur.

Dünya manzarası da bunu gerektiriyor.

Ama ne yazık ki bu söylediklerimizin tam tersine kendine bir hayat biçimlendiren insanlar bize göre daha mutlu, daha müreffeh, daha rahat olur…

Zira önceki yaptığımız tanım ve o tanımın gölgesinde bulunan anlayışlar ve o anlayışın sahipleri bize göre hiç rahat değiller.

İstikamet, dürüstlük ve inançlı olmak…

Ama gerçek inanç.

Allah’a kulluk görevini gerçek manada yapmak isteyen kişiler dünyanın bir metaul gurur olduğunu anlar…

Ana göre de kendini Allaha karşı, insanlar arasında mütevazi bir hal alır…

İnsanlığın yüceliğini anlar…

Hem de elinden geldiği müddetçe de; ' o yüceliği" anlatır.

Nerede olursa olsun kendini bir numune-i misal (örnek) olarak ortaya koyar…

Yaşadığı tüm zaman diliminde; bu felsefe ve inançla, kendini idame eder…

Ama niyet kötü ise, "istikamet mahzı cinnettir" (deliliğin ta kendisidir) anlayışı ile yola çıkanlar varsa; ki vardır.

İşte onlar, istikametini, insanlığını bozanlardır…

O da ayrıyeten kendine has bir hayat biçimlendirmesidir…

Ki onun adı da hudgamlıktır…

Yani, bencilliktir..

Hudabinlik değildir…

Herhangi bir marifet, ubudiyet anlayışı ile değil cehalet ve dalalet yollarını seçtiğindendir…

Nitekim, orda kendini o gafletin içerisinde boğdurur gider.

Özellikle tüm bu saydıklarımız memleketimizdeki siyasi ve politik hayatta ömrünü sürdüren insanlarla ilgilidir.

Demek anlaşılan budur ki; toplumda iki cenah var.

İki ayrı taraf var.

Birincisi…İlim, iman, şeref ve haysiyet cenahıdır… 

Ki tamamıyla Kur’an gerçeklerine kendini dayandıranlardır…

İkincisi… Cehalettir, gaflettir ve  delalettir… Sapıklık ve münafıklık gibi hıyanet şebekelerinin; oluşum batağıdır…

İşte bu ikinci kulvardaki insanların sonu, her daim badiredir, rezalettir ve hükümsüzlüktür…

Yani tutarsızlıktır.

Onun için biz bunları buraya kaydederken siyaset alanındaki yıllardan beri AK Parti saflarında yer alıp gerçek manada AK Partili olmayıp AKP anlayışı ile kendini AK Partili görüntüsü verenleri kastediyoruz.

Bu tür insanların eninde sonunda makyajlanmış yüzleri deşifre olmuştur…

Onlar, siyasete ve politika alanına girerken, ilk görüntüleri İslam’ı idi…

İslam boyası ile kendini boyalamış, muhafazakarlık libası giymişlerdi…

Öyle ki partinin kurucuları arasında bile yer aldı…

Herkes bel bağladı.. Güvendi…

Ve bir yerlere gelmesine yardımcı oldu.

Ama zaman gelip-geçmiş, " o makyaj" akmış, yüzdeki, zihindeki, fikirdeki "zayıflığı" deşifre olmuş…

Çünkü, kendi arkadaşlarını da tanımaz hale gelmiş..

Mal, mülk, servet ve siyasetin, iktidarın "sarhoşluğuyla", ulaşılmaz olmuş…

Ama sonra; "yalnızlaşmaya" başlar…

Bu itibarla diyoruz ki; ne olursan ol, hayatın ilk dönemlerindeki istikamet ve misyonunu korumaya çalış, zedelenme, bozma ki dünyanın efendisi ve halkın reisi olabilesin...

Herkes seni şerefle, izzetle anmayı unutmasın.

Ama tam tersine o misyonla değil, pusulasını şaşırmış, yanlış yollara kendini vermiş, badirelerle karşı karşıya kalmış insanlardan olmamak gerekir.

Aksi takdirde Hafızı Şirazi’nin farsça bu beytinin manasına mazhar olmaktan kendini kurtaramaz.

Bakınız Hafız ne diyor:

“Eyy Hafız!  Hoşbaş meyhur, rendikun veli dame tezvir badigeran bi Kur’an-i ra mekunet.

Eyy hafız!

İstersen sarhoş ol, meyhoş ol, yalakalık yap ne yaparsan yap ama velakin başkalarını kandırarak Kur’an’ın gölgesinde yalan tuzağı kurma.”

Evet sevgili dostlar!

İşte yukardan aşağıya kadar ifade etmeye çalıştığımız tüm bu tarihi gerçekler Türk siyasetimizin yüz yıllık bir hayat sürecinin ve olup bitenlerin kısaca bi tanıtımı ve anlatımıdır.

En derin sevgi ve saygılarımla...

Hayırlı cumalar…