KISSADAN HİSSE "MANEVİYAT!"…

Haftanın son günü!… Şöyle; "günlük siyasi" atmosferden uzaklaşsak… Hükümet.. Muhalefet.. Kabine.. Yani, Politika.. Ekonomi.. Terör.. Şiddet… Sınır ötesi; tansiyon yüksekliği..  Hepsini, şöyle bir kenara bıraksak.? Denir ya; azıcık maneviyat odaklı hasb-i hal etsek, olmaz mı?.. Olur..

Hem zihin açısından, hem de "hayata" başka bir anlam yükleme adına!… Hep deriz ya; "ders-i ibret" içeren, bir hikaye!.. Bugün; "kıssadan hisse" deyip, maneviyat ağırlıklı bir düşünme; "moduyla" bir kaç, hikayeyle, hasb-i hal edelim..

Malum, yaşanılan süreç; "hayli" maneviyatı köreltiyor.. Onun için; ihtiyacımız çok!.?

Bakalım; sofrada ne var?

***

HANGİ "TOHUM" OLURSUNUZ!…

Mevsim, bahar.. Toprak'a gömülü "iki tohum..!"  Biri "buğday" tohumu… Diğeri, "yulaf" tohumu..

Yan yana, uzanmışlar.. Sohbet ediyorlar.. Hem gelecekleri için, hem de olabilecek akıbetleri için…

Buğday tohumu, Yulaf tohumuna seslenir. Der ki…

 

***

Benim niyetimi biliyor musun.. Ben "köklerimi" toprağın, derinliklerine salmak istiyorum.. Filizimi de toprağın üstüne, uzatmak niyetindeyim..

Baharın müjdecisi olmak, ileride tomurcuklar açmak ve güneşin sıcaklığını yapraklarımın üzerinde, hissetmek istiyorum.. Rüzgarın da, "yavrusunun" başını okşayan baba gibi, şefkatle okşamasını, istiyorum…

***

Yulaf tohumu ise, "ürkek ve korku" dolu bir dille; kendini anlatır… Ve der ki;

***

Biliyor musun; ben çok korkuyorum!.. Eğer ki "köklerimi" toprağa salarsam, "kurtçuklar" beni kemirmeye, yemeye başlar… Filizlerimi de, toprağın üstüne gönderirsem, belki de kuzular, inekler otlanıp, yer.. En iyisi uygun zamanı, beklemek…

Sonra der ki..Sırt üstü yatmak, ayak ayak üstüne atmak, bana daha zevkli görünüyor.. Nasıl olsa; elimi sıcak sudan, soğuk suya sokmuyorum. Yeni bir maceraya sürüklenmek istemiyorum.. Ben şu anki halimden çok ama çok memnunum…

***

Buğday tohumu, lafa girer.. Ve Yulaf'a şöyle seslenir…

O senin bileceğin bir şey… Ama ben yeteneklerimi, geliştirmek, başarmak, özgürce gökyüzünü seyretmek istiyorum.. Bir de, insanlığa, doğaya, faydam olsun.. Hayatı birlikte yaşamak istiyorum.. Tembellik te, miskinlik te, hiçbir iş yapmamak ta, bana göre değil…

***

İşte bu sohbet sonrasında; "yollar" ayrılır.. Buğday, kendi yoluna, Yulaf tohumu da, bildiği yoldan, kendilerine rota biçerler..

Buğday dediğini yapar.. Köklerini toprağın derinliklerine salar.. Filizlerini de, toprağın üstüne.. Yağmur, güneş, rüzgar ve "hayatın" diğer bileşenleriyle; harmanlaşır..  Filizleri, kısa sürede yaprağa dönüşür.. Her sabah "güneşle" selamlaşır.. Kuşların "sesleriyle" danışır.. Rüzgarın "okşayışıyla", kırlarında salınır..

***

Yani muhteşem bir duygu hakimiyetiyle; "buğday" tane alır.. Başak tutar.. Ve şu çığlığı atarak; iyi ki köklerimi toprağa, filizlerimi de toprağın üzerine fırtlatmışım.. Ve işte; İnsanoğlu'na "bir nimetim..."

***

Peki Yulaf tohumu.. Demişti ya; "uygun zamanı" bekliyorum.. Ki buna; "tembel tembel yatmak" denir… Bahar'ın gelmesiyle, tavuk toprağı eşeler.. Derken, eşelediği toprağın altında "yulaf" tohumunu bulur.. Ve bir yokmada, tavuk tohumu yutar.. Yulaf olmayı göze alamayan tohum; "tavuk" midesinde, açlığı giderir, sonra gübre olur..

***

Gelelim; hikayenin meramına!.. Elbetteki, "gerçek hayatımızda" benzer, vakıaları çok yaşamış ve görmüşüz… Peki, "seçimin" nedir?..

Buğday olup özgürlüğün, güneşin, rüzgarın, hayatın "tadını" çıkarmak mı?..

Yoksa!… "Yulaf" gibi; yaşamadan atıl olup, gübre olmak mı?

***

ARKADAŞ; GELECEĞİNİ BİLİYORDUM!...

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür...

İrkilir, hamle yapmak ister… Ama, insanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı bir şekilde; "ateş" yağmuru altındadırlar..

Asker Teğmenine koşar.. Ve seslenerek, der!…

-Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?..

Delirdin mi der gibi bakar askerin yüzüne Teğmen...

Ve şöyle der..

-Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın…

Asker ısrar eder… Teğmen istemeye istemeye; "Peki… Git o zaman" der..

**

İnanılması güç bir mucize.   Asker o korkunç ateş  yağmuru altında arkadaşına ulaşır..

Onu sırtına alır, bir solukta koşa koşa siper'e getirir..

Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene eder..

Sonra onu sipere taşıyan asker arkadaşına döner ve şöyle der..

 - Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş..

Asker ile Teğmen arasında şu diyalog gelişir..

 - Değdi teğmenim, değdi..

 - Nasıl değdi?.. Bu adam ölmüş görmüyor musun?..

 - Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı..  Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için..

 Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:

 - Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı...  Geleceğini biliyordum..

***

 

MEVLANA’'DAN GÜNÜMÜZE!..

Mevlana’nın Mesnevi’sinde anlatılan "Aslan’la , Kurt ve Tilki’nin" av paylaşımını okuyanınız olmuştur… Okumayanlar için öğrenme, okuyanlar için de, bir hatırlatma cihediyle "ders" alalım..

Önemine binaen hikayeyi kısaca anlatırsak…

Aslan, Kurt ve Tilki "av için dağa" çıkarlar.  Yardımlaşma için de birbirlerinden söz almışlar…

O ki her avı rahatlıkla avlayabilen Aslan olduğu için, bir zaman sonra "ortaklık" zoruna gider..

Ama, cömertliğinin gereği sabreder.

Aslan "avı" yakaladıktan sonra der ki…

“Ey kurt yaklaş buraya, başla vekilim olarak avı paylaştırmaya...”

Kurt derki..

“Şahım yaban sığırı senin payındır.  İri gövdene, iri sığır hakkındır.  Orta gövdeli bana da, orta gövdeli keçi uyar.  Ey tilki senin payına da tavşan var.”

***

Aslan derki…

“Ey kurt sen ne dedin?  Ben buradayken sen ve ben diye ikilik ettin? ”

Huzurumda kendini var gördün.  Benlik haline büründün.

Benim huzurumda fani olmadığın için, boynunu vurmak lazım geldi senin.

Aslan kurdun aklını başından alır.. Pençesiyle derisini başından sıyırır..

Sıra tilkiye gelir…  Tilki baktı ki, "Kurdun" paylaşımı onun ölümü oldu..

Aynı hale düşmemek için, Aslan'a şöyle der..

”Ey şahım ne ola ki benim payım. Bu sığır kuşluk yemeğin.  Bu keçi de öğle yemeğin için.  Bu tavşan da akşam yemeğin için.”

Aslan  kükreyerek..

“Ey ulu kişi! Bu pay edişi nerden öğrendin.”

Tavşan şu cevabı verir...

“Ey şahım…! Onu öğrendim Kurdun halinden.  İbret aldım, kurdun akıbetinden”

***

Ne yazık ki; Hz. Adem’den son insana kadar geçerli olan dünya düzeninde; "hep hayat" böyle olmuştur..

Kazanmak ve kaybetmek.. Ana kuralı, yöntemi, sistemi aynı; "zaman ve isimler değişir; "ama sistem" değişmez!?.

Samimi olmak, çalışmak ve işin geriye kalan kısmını kainatın ve dünyanın sahibinin yetkisine bırakmak..

Samimi-içten çalışmak ve neticeye tevekkül etmek yani…

***

 

YOLUMUZDAKİ ENGELLER

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş..

Kendisi de, "yolu gözetlemek" üzere hep pencerenin kenarında oturmuş..

Bakalım, kim gelecek, kim ne yapacak, yani olup biten ne olacak diye?

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelirler…

Hepsi; sabahtan öğlene kadar "kayanın" etrafında dolaşıp Saraya öylece girerler..

Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirir..

Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyor diye…

***

Sonunda bir köylü çıka gelir.  Saraya meyve ve sebze getiren bir köylü…

Sırtındaki küfeyi yere indirir, iki eli ile kayaya sarılır; onu yerinden kaldırmak için…

Ikına sıkına itmeye çalışır.. Kan ter içinde kalır.. Ama, kayayı da yolun ortasından kaldırıp, yolun kenarına çeker..

"Oh be" deyip, tam küfesini yeniden sırtına almak üzereyken, fark eder…

Yolun ortasına bırakılan kayanın; yerinde bir "kese.." Keseyi açar, bakar ki altın dolu.. Bir de not var…

Kralın notu… Yazılan not şöyle…

"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.."

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.

"Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır." 

***

OKKALI SÖZ!...

“Edepsizden terbiye beklemek gereksizdir.. Denir ya; "geçme katırın önünden teper, zira onun aslı eşektir!..”