20nci yüzyılın dünya siyasetini ele alan çalışmaların birçoğu iki belirleyici unsura dikkati çeker. Bunlardan birincisi hem Avrupa hem de Pasifikte büyük bir yıkıma neden olan dünya savaşları, bir diğeriyse atom bombasının yarattığı yıkımla başlayan nükleer silahlanmanın merkezinde yer aldığı rekabetin kalıcı hale gelmesidir.
2nci Dünya Savaşının ayak seslerinin duyulmaya başlandığı dönemde Batıdaki özellikle de ABDdeki bilim dünyasını endişelendiren temel unsur, yıkıcı ve bir o kadar da ölümcül olabilecek bir silahın Nazi Almanyası tarafından geliştirilmesiydi. İlk defa 1930lu yılların başında gündeme gelen ve 1938 yılında Alman kimyagerler Otto Hahn ve Fritz Strassmann tarafından yapılan araştırmalar sonucunda uranyumda nükleer fisyon keşfedildi. Bu gelişme, atom bombasının geliştirilebileceğine dair olasılıkları da gündeme getirdi.
-Manhattan Projesi ve Hiroşimaya saldırı
Bu dönemde ABDye gelen Macar asıllı bilim adamı Leo Szilardın nötron güdümlü füzyonların nükleer bombalar için enerji sağlayabileceğine dair araştırması tartışmaları ileri bir aşamaya taşıdı. Szilardın araştırmaları doğal uranyumla bir zincirleme reaksiyonun mümkün olabileceğini ve böylece yıkıcılığa sahip bir bombanın yapılabileceğini gösteriyordu. Nazi Almanyasının böylesine bir deneyi yapmasının yaratabileceği riskin farkında olan Szilard ve Wignerin girişimleriyle, ilerleyen yıllarda Einstein-Szilard mektubu olarak anılacak bir mektupla söz konusu endişeler ABD Başkanı Franklin D. Rooseveltle paylaşıldı.
Bu dönemde oluşturulan komitenin uranyumun en büyük yıkıcılığa sahip bombanın üretilmesine kaynaklık edebileceği yönündeki raporu ABDde yeni bir projenin başlangıcına da kaynaklık edecekti. 1942de Rooseveltin verdiği destek ve İngiltere ile Kanadanın işbirliği sayesinde ABD Ordusu bünyesinde Tümgeneral Leslie Grovesin yönetiminde Manhattan Projesi başlatıldı. Temel amacı ilk atom bombasının tasarımını sağlamak ve düşman faaliyetlerini izlemek olan Manhattan Projesinin başında California Teknoloji Enstitüsünde görev yapan ve Amerikan fizik ekolünün kurucu isimlerinden olan Robert Oppenheimer yer alıyordu. Onun liderliğinde yapılan çalışmalarda uranyumun zenginleştirilmesi sonucunda 2 tür atom bombası geliştirildi.
Temmuz 1945te New Mexicoda gerçekleştirilen ilk deneyi takip eden üç haftanın ardından ABD, 6 Ağustos 1945te Enola Gay adlı bombardıman uçağından Hiroşimaya ilk atom bombası saldırısını gerçekleştirdi. Little Boy adlı bomba şehrin yüzde 70ini yok ederken, ilk saldırıdan 3 gün sonra bu defa Fat Man adlı bombayla Nagazaki hedef alındı. 100 binlerce insanın hayatını kaybettiği tarihteki ilk ve tek atom bombası saldırısı, İkinci Dünya Savaşının kırılma noktası oldu. Japonya koşulsuz şartsız teslim olmak zorunda kaldı.
- Yeniden şekillenen uluslararası güç dengesi
İngilterenin başını çektiği Avrupa ülkelerinin İkinci Dünya Savaşından yıpranmış ve güç kaybetmiş bir şekilde çıkmasının yanı sıra Alman ve Japon tehdidinin de ortadan kalkmasıyla birlikte uluslararası güç dengesi yeniden şekillenmeye başladı. 20nci yüzyılın başından itibaren küresel siyasetteki etkinliğini artıran ve her iki dünya savaşının sonucunu belirleyen bir aktör haline gelen ABDnin yanı sıra, Sovyetler Birliği de savaş sonrası düzenin en önemli aktörüne dönüşmeye başladı. Böyle bir ortamda ABD yönetimi hem sahip olduğu ekonomik ve askeri kapasiteyle hem de İkinci Dünya Savaşının sonucunu ilan eden yıkıcı özellikli atom bombasına sahip olması nedeniyle Sovyetler Birliğinden ayrışabiliyordu. Ancak 2nci Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan işaretler yeni rekabetin Washington-Moskova hattında yaşanacağını gösteriyordu.
ABDnin Hiroşima ve Nagazaki saldırılarından sonra Birleşmiş Milletlerin (BM) nükleer silahların ortadan kaldırılmasına yönelik çağrılarına rağmen Washington yönetimi atomik silah denemelerini ve araştırmalarını sürdürmeye devam etti. Atom bombası sayesinde güç dengesi ile ilgili parametrelerin Washingtondan yana şekillenmiş olması ve bunun yarattığı güvenlik ikilemi Moskovayı da karşı hamlede bulunmaya itti. Nitekim Sovyetler Birliği 29 Ağustos 1949da İlk Şimşek isimli bir bomba denemesi yaptı. Böylece Soğuk Savaş döneminin işaretlerinin baş gösterdiği bir dönemde hem Washington hem de Moskova birer nükleer güç olma yolunda önemli bir avantaj yakaladı.
- Atom bombası ve hidrojen bombasının farkı
1952 yılına geldiğinde ise ABD, Marshall Adalarında Ivy Mike olarak bilinen ilk hidrojen bombasının denemesini yaptı. Böylece Washington yönetimi 1942 yılından bu yana sürdürdüğü nükleer programı sayesinde daha yıkıcı etkileri olan yeni bir bomba geliştirmiş oldu.
Atom bombasından 500 kat daha güçlü olan hidrojen bombası, zaman zaman atom bombasıyla aynı mantık çerçevesinde ele alınıyor. Ancak ABDnin Hiroşimada kullandığı Little Boy, uranyum-235ten yapıldı ve zincirleme reaksiyonla birlikte ortaya çıkan enerjinin çekirdeği ateşlediği bir sisteme dayanıyor. Nagazakide kullanılan Fat Manin çekirdeğinde ise plütonyum-239 bulunuyor ve Little Boy gibi zincirleme reaksiyonla ortaya çıkan enerji sayesinde ateşleniyor. Başka bir ifadeyle tarihte kullanılan ilk atom bombaları, atomları parçalama süreci olarak bilinen nükleer füzyon mantığı ile çalışır.
Hidrojen bombası ise daha karmaşıktır. Termonükleer bombalar olarak da bilinen hidrojen bombalarının çalışma şekli nükleer füzyon ve nükleer füzyon tepkimesi denilen 2 aşamanın sonucunda gerçekleşir. Nükleer füzyonda, uranyum veya plütonyum gibi elementler parçalanarak bir zincirleme reaksiyon yaratırken, nükleer füzyon tepkimesinde ise birden fazla atom çekirdeğinin bir araya gelerek birleşmesi sonucu daha ağır bir atom oluşturulur. Böylece daha büyük bir enerjinin oluşmasını tetikler. Yani füzyon bombası daha küçük atomları büyük parçalar haline getirir. Böylece patlamanın etkisi de artar.
1952de Ivy Mike hidrojen bombasını geliştiren ABDnin ardından aynı yıl İngiltere de ilk nükleer denemelerini başlattı. ABD, 1954 yılında ise 15 megatonluk bir kuvvette patlayabilen Castle Bravo isimli hidrojen bombasını denedi. 1960 yılında Fransanın Sahra çölünde ilk atom bombasını denemesinin ardından, Sovyetler Birliği de 1961 yılında tarihin en büyük hidrojen bombası (50 megaton) olarak bilinen çar Bombasını denedi. Söz konusu hidrojen bombası, Hiroşimadaki atom bombasından 3 bin 333 kat daha büyük bir etkiye sahipti.
- Tehdit algısı ve nükleer silahlanma
Bu gelişmelerin de gösterdiği gibi Hiroşima ve Nagazakideki saldırıların yarattığı tehdit algısı ve Batı Blokuyla Doğu Bloku ülkeleri arasındaki rekabet, nükleer silahlanma sürecini tetikleyen bir kırılmaya neden oldu. Nitekim nükleer silahların elde edilmesi, devletlerin güç ve kapasiteleri üzerinde doğrudan bir etkiye sebep olduğu gibi güvenlik ikilemine de sebep oldu. 2 kutuplu sistemde devletlerin algıladığı tehdit seviyesi silahlanma yarışını ve özellikle nükleer silahlanmayı artırdı.
Washingtonın 1946da sahip olduğu atom bombası ve 1952de geliştirdiği hidrojen bombasıyla bozulan güç dengesi, Moskovanın 1949da başlayan testleriyle yanıt buldu. Başka bir ifadeyle, muhataplarının elindeki silahları ve imkanları nasıl kullanacağından emin olamayan bu sebeple de güvenlik ikilemi yaşayan rakipler, ya benzer şekilde nükleer programa yöneldi ya da ittifaklara dahil olarak kendi güvenliğini sağlamaya odaklandı. Nihayetinde nükleer silahlanma rekabeti sadece bu iki devletle sınırlı kalmadı ve adeta domino etkisine yol açtı. ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin (SSCB) yanı sıra İngiltere, Fransa, çin, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore gibi ülkeler de zaman içerisinde nükleer silah geliştirdi.
Realist kuramcılara göre nükleer silahlar, güvenlik ve tehdit bağlamında rakipler için risk oluşturduğu kadar olası bir çatışmanın ortaya çıkardığı ağır maliyetler göz önüne alındığında Küba Füze Krizi örneğinde olduğu gibi devletleri çatışmaktan kaçınmaya zorluyor ve caydırıcılık açısından da önemli rol oynuyor. Öte yandan, nükleer silahların oluşturduğu risk hem Soğuk Savaş döneminde hem de günümüzde devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel sistemin görece kırılgan olduğu bir ortamda Washingtonın nükleer silaha sahip olmasının yol açtığı riskler, SSCB açısından nükleer silaha sahip olmayı stratejik bir amaca dönüştürmüştü. Nitekim, BMnin nükleer çalışmaların sona erdirilmesine yönelik çağrıları ve sonrasında nükleer silahların yasaklanmasına yönelik imzalanan anlaşmalar da bu riski minimize etmedi. Soğuk Savaş dönemi parametreleri zayıflasa da nükleer silahlar hala ciddi bir risk olmaya devam ediyor. Ukrayna-Rusya savaşında Moskovanın nükleer saldırı senaryolarını gündeme taşıması söz konusu riskin hala devam ettiğini gösteriyor.
[Mesut Özcan, Sakarya Üniversitesi Doktora Öğrencisi]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.