İstanbulda özel bir hastanede kendisine uygun ilik naklini bekleyen üniversite öğrencisi Aykut Efe geçen yıl Nisan ayında karın ağrısı nedeniyle hastaneye gitti. Yapılan tetkikler sonrasında Haziran ayında Lenfoma kanseri teşhisi kondu. Efe, geçen yılın Eylül ayında kendi iliği ile nakil oldu. Evde istirahate başladı. Aralık ayında yapılan kontrolde ise hastalığının tekrar nüksettiği ortaya çıktı. Ocak ayı başından bu yana İstanbuldaki özel bir hastanede yatarak kemoterapi tedavisi görüyor. Anne, baba ve abisinden alınan ilik örnekleri tutmadı. Ulusal Kemik İliği Bankasında da henüz uygun ilik bulunamadı. Bunun üzerine Aykut Efenin kendisi, yakınları ve üniversiteli arkadaşları uygun kemik iliği bulunması için sosyal paylaşım siteleri üzerinden kampanya başlattı. Vatandaşların uygun kemik iliğinin bulunması için Kızılay Kan Merkezlerine gidip kan örneği vermeleri istendi.
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Arkeoloji Bölümü 3. Sınıfta okuyan Aykut Efe, Nevşehirde okula başlamasıyla birlikte 1. Amatör Ligde mücadele eden Acıgöl Sporda futbol oynamaktaydı.
Kaynak: İHA
Kapadokyada paleolitik döneme ilişkin izlere pek az rastlanmakla birlikte, bugüne kadar elde edilen veriler bu izlerin erken paleolitik dönemden çok, son paleolitik döneme ait olduğunu göstermektedir. Paleolitik dönemden sonra volkan patlamalarının uzun süre insan yerleşimine müsaade etmediği sanılmaktadır. Bu dönem Neolitik döneme kadar devam eder. Bölgede yapılan arkeolojik çalışmalarda neolitik dönemden başlayan bir çok yerleşme tesbit edilmiştir. Örneğin Ürgüp yakınlarında (Avla Tepesi) neolitik döneme ait taş aletler bulunmuştur. Acemhöyük kazılarında M.Ö. 6.- 7. yüzyıla ait izlere, Hitit ve Bronz çağa ait eserlere rastlanmıştır. Kapadokyada ilk yerleşim izleri oldukça eski tarihlere uzanır. İnsanlığın avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği döneme ait izlere rastlanmamasında volkanik patlamaların yanısıra, Kapadokyanın yaşayan doğasının sonucu, mekanların bir sonra gelenler tarafından genişletilip tekrar yerleşime sahne olmasıyla izlerin silinmesinden kaynaklanmaktadır. Sulucakaracahöyük, Topaklı Höyük gibi alanlarda yapılan arkeolojik çalışmalar Hititlerden Bizans dönemine kadar geçen süre içinde bölgede çeşitli kültürlerin (Hitit, Frig, Roma, Geç Roma) yaşadığını göstermektedir. Bu döneme ait izler ancak topluluklar tarafından kullanılan eşyalarda görülebilir.
Neolitik şehri çatalhöyükte Kapadokyanın tarihi başlar. M.Ö. 5000-4000 arasında Kapadokyada küçük krallıklar yaşamıştır. Kapadokyanın bilinen ilk halkları, Luviler ve Hititlerdir. Bölgede M.Ö. 2500 sonlarında Asurlular ticaret kolonileri kurmuşlardır. Anadolunun gerçek yazılı tarihini anlatan en eski belgeler Asur ticaret kolonilerinden kalmış olan Kapadokya tabletleridir. Kapadokyanın güzel at yetiştirilen ülke- güzel atlar ülkesi anlamına gelen adı da Asurluların mirasıdır. Asurluların Katpatuta adını verdiği bölge Persler döneminde Kapadokya adını almıştır.
Erken Bronz çağı sonlarında (M.Ö. 3200-1650) bölgenin -özellikle Avanos ve Kültepenin- önemli bir ticaret merkezi olduğunu Asurlu tüccarlardan kalan pişmiş topraktan yapılmış ticaret mektuplarından öğrenmekteyiz. Asurlu tüccarların mektuplarında Kızılırmak yayı içinde kalan bu bölgeden Hitit ülkesi olarak söz edilmektedir. Asur ticaret kolonilerinin dönemi, M.Ö. 1850-1800 yılları arasında sona ermiştir.
Hititlerin Kafkaslar üzerinden Anadoluya geldikleri tezi genel kabul gören bir tezdir. Kapadokya, Hitit İmparatorluğunun yükselme çağında (1750lerde) Kral Şubbiluliyuma tarafından fethedilerek, Hititlerin Aşağı Memleket sınırlarına dahil olmuş, yaklaşık 500 yıl Hititlerin elinde kalmıştır.
Yerleşik hayata geçişle birlikte, yerleşim birimleri arasında temel ihtiyaçların karşılanması için ticaret ve benzeri ilişkiler doğmuş, temel ihtiyaç maddelerini üreten birimler önemli merkezler haline gelmişlerdir. Asurlular, Anadolunun çeşitli yerlerinde Karum adı verilen ticaret merkezleri kurmuşlardır. Bunların en önemlisi Kapadokya sınırlarında yer alan Kültepe Karumudur. Kültepe civarındaki Mazaka şehri (Kayseri) ticaret bakımından Kaneşin yerine geçmiştir.
Mezopotamyalı Asurlarla Hititler arasında ticari ilişkiler gelişmiş olmakla birlikte, Asurluların dil üzerinde bir etkisi yoktur. Bu bize, Asurlularla Hititlerin birbirine karışmadığını gösterir.
M.Ö. - VII. yüzyıllar arası dönem: Kapadokya nın Karanlık Dönemi
M.Ö. 1200 yıllarında Hititlerin bir kolu olan Tabal Krallığının tekrar canlandığı ve bölgeyi ele geçirdiği görülmektedir. Tabal Krallığı yaklaşık 24 beylikten oluşan bir konfederasyondur. Hacıbektaş-Karaburna, Topada (Acıgöl), Gülşehir-Sıvasa (Gökçetoprak) da çıkan hiyeroglif kaya yazıtları bunu göstermektedir. Tabal Krallığı at yetiştiriciliği ile ünlü olmuştur. Hititlerin çöküşünden sonra Tabal Ülkesi adını alan Kapadokya bölgesinin siyasal yapısı Egeden (Frigyalılar ve Lidyalılar), Kafkaslardan (Kimmerler, İskitler ve Gasgarlar) ve Doğudan gelen (Persler, Medler) akınların etkisiyle sarsılmıştır. Bu akınlarla, Tabal Krallığının hakimiyeti bölgede son bulmuştur.
Tabal Krallığından sonra Kapadokya, Frigyalıların öncüsü sayılan Muşkiler tarafından işgal edilmiştir. Hititlerden sonra Orta Anadoluda ilk defa büyük bir alanda devlet kurmayı başaranlar Muşki- Friglerdir.
Zamanla Doğuda Asurların ön Asyayı egemenlikleri altına alması ve Batıda Frigya hegemonyasını tanımış olan Lidyalıların bağımsızlıklarını ilan edip rakip hale gelmesi, Frigleri zor durumda bırakmıştır. Ancak Frigya devletini yıkanlar, Kimmer ve İskit akınları olmuştur. M.Ö. 676da Kimmerlere karşı koymak isteyen Frigya Kralı Midasın yenilmesiyle Frigler Orta Anadoludan Batıya sürülmüştür.
Kimmerlerin estirdiği fırtına sırasında ayakta kalmayı başaran Lidya devleti, fırtınadan sonra (M.Ö.VI. yüzyıl.) Frigyanın önemli bir kısmını zaptederek Kapadokyaya kadar genişlemiştir. Kapadokya bölgesinde Lidyalılarin hakimiyeti bu tarihten sonra başlamıştır. M.Ö. 575-546 arasında bölgede Lidya- Pers çatışmaları ön plana çıkar. Lidya kralı Cresus, Pers ataklarını durdurmak için Kızılırmakı geçer. Ünlü matematikçi Miletli Thalesin ilk hesaplarını da bu dönemde yaptığıgörülmektedir. Hatta hesaplamaların, Cresusun Kızılırmakı geçmesi için nehrin iki kola bölünmesini sağladığı konusuna Heredot tarihinde yer verilmektedir. Bu savaşta Creusun Pers Kralı 2. Kırasa yenilmesiyle Persler hem Lidya devletini hem Frigya prensliklerini ortadan kaldırarak, Kapadokyayı ele geçirmişlerdir. Ancak, Orta Anadoluya yönelen İran (Pers) ve Yunan yayılmaları burada mukavemetle karşılaşmıştır.
Perslerin ilk işi Anadoluyu İrandaki gibi satraplıklara ayırmak olmuştur. Kapadokya Satraplığı da bunlardan biridir. Genel bilgiler ışığında Perslerin halkı göçe zorlamadıkları, yerel kültür ile Pers kültürünün kaynaştığı söylense de yerli kültür ile kaynaşan unsur Fars değildir. Perslerin daha önce İrandan sürdüğü, ama aynı zamanda Pers ordusunun kumanda heyetini oluşturan ve Anadoluya Pers akınlarının hemen öncesinde gelmiş ve yerleşmiş olan Medyalı subay ve memurlardır.
Anadolu halkı kendine yabancı gördüğü Pers hakimiyetine ısınamamış, fırsat buldukça isyan etmiştir. Perslere karşı en büyük direnç Kapadokyadan gelmiştir. Kapadokya Satraplığı, ordu merkezi ve ticaret yolunun güzergahı üzerinde olmasına rağmen, bölgedeki yerel beyler uzun süre Pers hakimiyetine karşı varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yerel Beylerin Perslere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi, Pers İmparatorluğunun Makedonyalı İskender tarafından ortadan kaldırılmasının yolunu açmıştır.Ancak, Kapadokyada Pers hakimiyeti çok kolay sona ermemiştir. Yerel beylerin isyanlarını bastırmakta başarısız kalan Pers hükümdarı, Karyalı Datamdan yardım almış, bu yardım karşılığında davet edildiği sarayda iftiraya uğradıktan sonra Kapadokyaya kaçarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Perslerin Kapadokyadaki nüfusu Datamın ölümünden sonra artmıştır. İskenderin seferleri sırasında satraplıkların önemli bir kısmı Perslidir.
Heradot tarihinde Perslerin Tanrı heykeli, tapmak, sunak gibi şeyleri yapmayı bilmedikleri; kurbanları dağ başlarında kestikleri ve Zeusa tanrısal gök kubbe olarak taptıkları, güneşe, aya, toprağa, ateşe, suya ve rüzgara kurban adadıkları anlatılmaktadır. Persler zamanında, Kapadokyada İran ayinlerinin yaygınlaştığını gösteren deliller M.S. IV. yüzyıla kadar Ateş Tanrısına adanmış mabetlerin varlığıdır.
Ayrıca, bir yandan kıyılardaki ticaret ve para ekonomisine karşın, iç kesimlerde kapalı bir kara ticaretinin egemen olmasından kaynaklanan ekonomik sınırlılıklar, diğer taraftan toprakların ordunun ileri gelenlerine verilmesi neticesinde bu kesimlerin debdebeli sefahatlerinin tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylüleri köle durumuna düşürmesi ve bu köylülerin Romalı, Yunanlı esircilere satılır hale gelmesi ile Pers Devleti gücünü kaybetmiştir.
Makedonya Kralı Büyük İskender, M.Ö 334 ve 331de Pers ordularını artarda bozguna uğratarak bu büyük imparatorluğu çökertmiştir. Doğu Seferleri sırasında İskenderin Kapadokyadan geçerken Cabictas adlı komutanını bölge idarecisi olarak bırakmasıyla Kapadokya da Makedonya egemenliğine girmiştir. Ancak Makedonyalılar, Kapadokyada Batı Anadoludaki Yunan kolonilerinde olduğu gibi coşkuyla karşılanmamıştır. İskender, komutanlarından Sabiktası bölgeyi denetim altına almakla görevlendirince, halk buna karşı çıkmış ve eski Pers soylularından Ariarates, halkın desteğini alarak 332de merkezi Mazaka (Kayseri) olan Kapodakya Krallığını kurmuştur. çalışkan bir yönetici olan I. Ariarates Kapadokya Krallığının sınırlarını Yeşilırmak havzasına kadar genişletmiştir. Genç Kapadokya Krallığı İskenderin ölümüne kadar barış içinde yaşamıştır. İskenderin ölümünden sonra onun otoritesini üstlenen Perdikkas, Makedonya İmparatorluğunun ortasında filizlenen bağımsız bir krallığın varlığına göz yummamıştır. Ariaratesin bozguna uğratılmasından sonra yönetim Makedonyalı komutanlardan Eumenese devredilmiştir. çok geçmeden I. Ariaraetsin yeğeni II. Ariarates, Kapadokyaya geri dönerek Makedonyalıları bölgeden atmıştır. Ancak ikinci kez kurulan krallık, topraklarının önemli bir kısmını yitirmiş durumdadır. Kuzeyde yine bir Pers soylusu olan Ktistes Pontus Devletini, güneyde ise İskenderin komutanlarından Selevkos bağımsız bir krallık kurmuştur. Aynı zamanda M.Ö. 280 yıllarında Kapadokya Batıdan gelen Galat topluluklarının istilasına sahne olmaktadır. Kızılırmak yayı içine yerleşen Galatlar, Kapadokya ile sınır komşusu olmuşlardır. Kapadokya Krallığı Galatlarla sık sık savaşmak zorunda kalmış, aynı zamanda Roma Devletinin Anadolunun içlerine kadar ilerlemesine engel olmaya çalışmıştır. Bunun için Bergama Krallığının yanında yer alan V. Ariaratesin ölümüyle Yunan kültürü Kapadokyaya girmeye başlamıştır. Pontus Krallığının entrikalanyla Kapadokya tahtı iyice sarsılmıştır, sonunda kral soyu tümüyle yok edilmiştir. Ardından Kapadokya Krallığının topraklarının paylaşımı için Pontus Krallığı ile Roma Devleti arasında bir mücadele başlamıştır. Bu dönemde Kapadokya tahtı birkaç kez el değiştirmiştir.
Roma ve Bizans Dönemleri
Sürekli iktidar değişikliklerinin yanı sıra, bölgeyi istila edenlerin her seferinde, ürünleri yağmalamaları ve baskı yapmaları ile bunalan Kapadokya halkı, Roma imparatorluk merkezinde Cumhuriyet yönetiminin devrilmesinden sonra, giderek Romanın ağır baskısı altına girmiş, bölgedeki krallar Roma yönetiminin birer uydusu haline gelmişlerdir. Kapadokya, M.S. 17de Roma Kralı Tiberius tarafından Romaya bağlanmış, bir yıl sonra da vilayet ilan edilerek bir vali (legat) atanmıştır. Kapadokya Eyaletinin sınırları kuzeyde Samsuna, güneyde Klikyaya, batıda Tuz Gölüne, doğuda Fırat kıyılarına kadar uzanmıştır.
M.S. 18de çok zengin ve gelişmiş bir şehir olarak karşımıza çıkan Avanos, yörenin en önemli politik ve dini merkezlerinden biridir. Krallık hiyerarşisinin üçüncü adamı olan Avanos rahibine hizmet eden Euphratesin yazıları bize Avanosta çok sağlam ve güçlü bir aristokrasinin varlığını göstermektedir. İlk çağlardan beri Kapadokyanın en önemli kenti olan Kayseri, Romalılar döneminde de Kapadokyanın merkezidir. İmparator Tiberus tarafından Sezare (Kayseri) adı verilen şehrin etrafı, daha sonraki yıllarda İrandan gelen Sasani saldırılarına karşı Gordianus tarafından surlarla çevrilmiştir. Roma döneminde de Doğudan gelen saldırılar devam etmiştir. Gerek bu saldırılar yoluyla toprakları ele geçirerek gerekse göç yoluyla gelip bu topraklara yerleşenlere karşı Romalılar lejyon denen askeri birlikleriyle mücadele etmişlerdir.
Diğer taraftan Anadoluda yayılmaya başlayan Hıristiyanlar için Roma dönemi hareketli bir dönemdir. Bilindiği gibi, Hıristiyanlığın ilk yılları puta tapan Roma Devletinin ağır baskıları altında geçmiş, bu da Hıristiyanları büyük şehirlerden kayalık gizli alanlara kaçmaya yöneltmiştir. Bölgede ilk Hıristiyan yerleşmeler, Aziz Paulusun bir misyonerlik gezisi sırasında burayı keşfetmesiyle başlar. Hıristiyanların bölgede yaygın olarak görülmeye başladığı dönem, III. yüzyıldır. Roma Kralı Diokletienin Hıristiyanlara uyguladığı baskı ve takibat, ardılı I. Konstantinin Hıristiyanlığı kabul etmesiyle başlayan rahatlama ile yaşanan bu dini heyecan devri, aslında aynı zamanda pek çok doğal külte inanmanın da doğal sayıldığı dini bir senkretizm devridir. Bu tarihten sonra Romalılar, Bizanslılar ve ardıllarının Kapadokya halkını kendi kültürlerine asimile etme gayreti içinde olmadıkları anlaşılmaktadır.
Romalıların Orta ve Doğu Anadoluyu ele geçirdikten sonra yaptıkları ilk iş bölgeyi Egeye bağlayan bir yol yaparak iki önemli merkez arasında ulaşımı sağlamak olmuştur. Askeri ve ticari açıdan yapımı büyük önem taşıyan bu yol, Kapadokyadan geçmektedir. Böylece, Anadolunun iç kesimlerinin denizle bağlantısı sağlanmıştır. Ancak, deniz ticaretinin toprak ürünleriyle desteklenmemesi sonucu bir ekonomik bunalım başlamıştır. Kral Antonin zamanında patlak veren ekonomik bunalım 284 yılında İmparator Diokletienin tahta çıkışına kadar devam etmiştir. Bu dönemde İmparatorluk, yani merkeziyetçi unsur kavramı, yerini merkezden kopma eğiliminde bulunan kuvvetlere bırakmaya başlamıştır. Dolayısıyla para hacminin aşırı derecede daralması, büyük toprak sahiplerinin malikanelerine kapanmaları sonucunu doğururken, aynı zaman içinde köle-işgücünün azalması da (yayılma savaşlarında toparlanıp getirilen köle neslinin tükenmesi, yenilerinin sağlanmasındaki mali imkansızlık) bunları topraklarına yeni bir düzen vermeye itmiş, topraklar ikiye bölünmüştür. Birinci toprak tipi, efendinin hası olup (indominicatum) konutla (villa) birlikte işlenebilir toprakların büyük bir kısmından meydana gelen toprak tipidir. Diğer toprak tipi özgür denen köylüler (koloni) arasında çift (manses) olan iki bölüme ayrılmıştır. Koloni (köylüler) ürünlerinin onda biri kadarını toprak sahibine vermekle ve zamanlarının büyük bir kısmını da senyörün toprağında harcamakla yükümlü kılınmıştır.15 Tarımsal üretim ilişkilerinin şartlarındaki değişiklik, yaşamı daha da zorlaştırmıştır. Kolon sürekli, soydan gelme, ama gönüllü olmayan bir çiftçidir. Toprağa bağlılık onun için hem bir hak hem de zorunluluktur. Öyle ki toprağı terk edemez, kaçmaya teşebbüs ederse ağır bir şekilde cezalandırılır.
İmparator Julianus Apostata zamanında (361-262) saygın bir bilgin ve din adamı olan Kayseri Başpiskoposu, yoksul halkın yaşam düzeyini yükseltmek için çok çaba harcamıştır. Ancak merkezdeki Roma yönetimi bu uygar din adamının toplum üzerindeki etkisinden çekinerek Kapadokyayı kuzey ve güney olmak üzere iki yönetsel bölgeye ayırmıştır.
Roma İmparatorluğunun 395te ikiye ayrılmasıyla Kapadokya Doğu Roma Devletinin (Bizans) hakimiyeti altında kalmıştır. Bizans döneminde Kapadokya Anadolunun iki piskoposluk merkezinden biri olmuştur. Aynı zamanda üç büyük azizin memleketi olarak da bilinir. Bunlar, Kayseri Başpiskoposu Büyük Basil, Kardeşi Nissalı Gregory ve Naziruslu Gregorydir. Aziz Basil kaya kiliselerin ve manastırların kurucusudur.
Bizansın ilk yıllarında bölge sakin bir dönem yaşamıştır. İmparatorluğun sınırlarının Kafkasyaya kadar uzandığı düşünülürse, Kapadokya ve çevresi coğrafi bakımdan merkez durumundadır. Bölge halkı bu dönemde Helen-Roma fikirlerinden ziyade İranın etkisi altında kalmıştır. Doğudan güçlü Arap ve Sasani akınları başlamış, İmparator Heraclius Anadolunun önemli kısmını askeri eyaletlere ayırmıştır. Kapadokya da bu eyaletlerden biridir. İmparatorluğun Doğu bölgelerinin işgal altında kaldığı, Hakiki Haçın Kudüsten kaçırılıp tekrar geri alınarak Kudüse götürüldüğü, savaşların aralıksız devam ettiği bu kargaşa döneminde Derinkuyu ve Kaymaklı gibi düz ovalarda yaşayan halk yeraltı şehirlerine, dağlık kesimlerde yaşayanlar ise kaya kilise ve hücrelere sığınmıştır.
Bizans Devleti bir yandan Arap ve Sasani akınlarıyla baş etmeye çalışırken, diğer yandan Focas zamanından başlayıp II. Basil döneminde doruğuna ulaşan yayılma siyaseti, ilk bakışta zaferlerle dolu ama uzun vadede yıkım getiren bir savaşlar dizisine yol açmakla kalmamış, feodalizmi azdırmıştır. Orduda hizmet edenlere toprak tahsis edildiğinden, bir süre sonra toprak sahibi askeri aristokrat grup ortaya çıkmış, kiliselerin ve feodallerin gücü artmıştır. İmparator Basileosun ölümünden sonraki çağda, büyük malikaneler hızla artarken asker ve köylü kökenli küçük mülkiyet çökmeye başlamıştır. Vergiler, resimler, angaryalar kadar, toprağa bağlılığın içerdiği bütün külfetlerin ağırlığı altında ezilen bağımlı köylünün gösterdiği tek tepki, çok kere nereye olduğunu bile bilmeden kaçmaktan ibarettir.
Ayrıca Bizans döneminde uzun süredir devam eden mezhep çatışmaları iyice artmış, İmparator III. Leonun ikonları yasaklamasıyla ikonoklasm dönemi başlamıştır (726-843). Önce, Hıristiyanlara baskı yapan Sasanilerin ve din büyüklerinin tasvirine karşı olan Arapların saldırıları nedeniyle ikona yanlısı keşişler, Göreme, Ürgüp ve Avanos çevresindeki kayalık, kuytu bölgelere sığınmışlardır. İkon kırıcı akımın Bizansta güç bulmasıyla taşlardan oyulmuş manastır ve kiliselere sığınanların sayısı da artmıştır. Bu dönem, İmparatoriçe Thedoreun ikonları tekrar serbest bırakmasıyla son bulmuştur.
IX-XI. yüzyıllar arasında Göreme ve Zelve önemli bir manastır yerleşimine sahne olmuştur. Bu dönemde kuzeyde Pontus Krallığının elinde olan Hıristiyanlık merkezleri Kapadokyaya kaymıştır.
Toprak mülkiyetinin değişimi ve savaşların yarattığı sosyal bunalım, sefaleti, açlığı ve salgın hastalıkları da beraberinde getirmiştir. Bu dönem aynı zamanda, rahipler ile Bizans imparatorları arasında mülkiyet ve iktidar mücadelelerinin kızıştığı bir dönemdir. Bu mücadelenin nedeni, manastır rahiplerinin bağış toplaması sonucu imparatorun hazinesinin küçülmesi, ordunun askersiz ve ikmalsiz kalması ve manastır mülkiyetini sınırlama yoluna gitmesidir. Bu mücadeleye rağmen, kilise önemli bir ekonomik güce ulaşarak Bizans halkındaki feodal-yoksul köylü ikilemini keskinleştirerek ileride patlayacak iç kavgalara zemin hazırlayacaktır. Bu zor hayat dini sığınma arayışlarını güçlendirdiğinden Kapadokya kiliselerine insan yığılmaları başlamış ve Bizans Selçuklu fetihlerine kapılarını ardına kadar açmıştır. Bütün bu gelişmeler Bizansın Orta ve Doğu Anadoluyu kolayca kaybetmesine zemin hazırlamıştır. Sonraki yıllarda Bizans Devletindeki taht kavgaları Türk güçlerinin hakimiyetini artırmıştır.Ancak Oğuz Türklerinin, nizami Bizans ordularıyla başa çıkması çok da kolay olmamıştır. İlk olarak 1064 yılında Kayseri ve Nevşehir yönüne doğru ilerledilerse de yenilgiye uğrayıp, geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu tarihten sonra Alparslanın komutanlarından Afşin Bey Bizanslıları yenilgiye uğratıp bölgeyi ele geçirmiş, ama bu durum uzun sürmemiştir. Anadolunun kapıları Türklere 1071 Malazgirt Savaşı ile açılmıştır.
Kapadokyada Türk Dönemi
Kapadokyada Türk dönemi, Bizanstan sonra Selçukluların bölgeye hakimiyeti ile başlar. Anadolu beylikleri ve Osmanlı Devletinin etkileri, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi ile devam eder.
Selçuklular, Anadolu Beylikleri
1071 de Türklerin Anadoluya girmelerinin ardından 1072de bölgeye birçok Oğuz Boyu yerleşmiş, yerli Rum köyleriyle birlikte Türk yerleşimleri de oluşmaya başlamıştır. 330 yıl süren Selçuklu hakimiyetinden önce Kapadokya bir süre (1086-1175) Danişmendlilerin yönetiminde kalmıştır. Danişmendlilerin Selçuklularla birlikte hareket ettiği Haçlı Seferleri sırasında Kapadokya büyük zarara uğramıştır.
Sultan Melikşahın ölümünden sonra Büyük Selçuklu Devletinde taht kavgaları baş göstermiştir. Sultan Sencerin 1157de ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti dağılmış, şehzadeler bulundukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Ancak Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra en uzun süre ayakta kalan kolu, XIV. yüzyıla kadar devam eden Anadolu Selçuklu Devleti dir.
1143te Melik Gazinin ölümüyle Danişmendlilerde taht kavgaları başlamış ve II. Kılıçarslan tarafından 1175de fethinden sonra Kapadokya ve çevresi de Selçuklu egemenliği altına girmiştir. Selçukluların 1243 Kösedağ savaşında Moğollara yenilmesiyle birlikte, bölgede Moğol hakimiyeti başlamış ve bölge Moğollar tarafından bir üs olarak kullanılmıştır.
Kapadokyanın özellikle Nevşehire yakın kesimleri, Anadolu Selçukluları döneminde Doğu ile Batı arasında ticari ve kültürel bir köprü vazifesi görmüştür. Bu bölge, çay Hanı, Horozlu Han, Zazadın Han, Sultan Hanı, Ağzıkara Han, Tepesidelik Han, Alay Hanı ve Sarıhan gibi birer menzillik mesafedeki kervansarayların sıralandığı ticaret yolu üzerindedir. Bu ticaret yolu, Egeyi Orta Asya, çin ve Mezopotamyaya bağlayan bir yol olmuştur.
I. Alaeddin Keykubat ile en parlak dönemini yaşayan Anadolu Selçukluları bu dönemden sonra taht kavgaları ve toprak kayıpları nedeniyle dağılmıştır. Kapadokya içindeki mağaralar, anlaşmazlıklarda sultanların sığınma yerleri olarak kullanılmıştır.
Anadolu Selçuklu Devletinin ortadan kalkmasının ardından, Kapadokyaya hakim olan devlet ve beylikler sırasıyla; İlhanlılar, Eratna Beyliği, Karamanoğulları ve Osmanlı Devletidir. 1318 yılında Orta ve Doğu Anadolunun İlhanlı Devletinin vilayeti sayılmasıyla birlikte Kapadokya İlhanlı Valisi Timurtaşın yönetimine verilmiştir. Timurtaş 1322de İlhanlılara karşı bağımsızlığını ilan edince 1327de öldürülmüştür. Bundan sonra bölgede İlhanlıların komutanlarından Eratna Beyin yönetimi başlamıştır. 1340tan 1365e kadar Bağımsız Eratna Beyliği (İlhanlılardan bağımsız) bölgenin hakimi olmuştur.
Eratna Beyin ölümüyle, beyliğin başına çocuk yaştaki yöneticilerin geçmesi, Karamanoğuliarının işine yaramış, Kapadokya bölgesinin de içinde bulunduğu topraklar 1365te Karamanoğlu Alaeddin Bey tarafından ele geçirilmiştir.
1381de Eratna soyundan II. Mehmed Beyi safdışı bırakan Vezir Kadı Burhaneddin Ahmed beylik yönetimini ele geçirince , bölge onun egemenliği altına girmiştir. Kadı Burhaneddinin yöreyi kesin olarak ne zaman aldığı bilinmemektedir. Kadı Burhaneddinin 1398de Akkoyunlu Kara Yülük Osman Bey tarafından öldürülmesi üzerine, yöreyi Karamanoğulları ele geçirmiştir. Osmanlı Hükümdarı I. Beyazıt, aynı yıl Karamanoğulları beyliğine son vermiş ve Kapadokya yöresini Osmanlı topraklarına katmıştır. Ancak I. Beyazıt 1402 Ankara Savaşında Moğol hükümdarı Timura yenilmiş; Timurun Osmanlılardan aldığı toprakları beyliklere dağıtmasıyla Anadolu beylikleri dönemi yeniden canlanmıştır. Kapadokya yöresi bu dönemde tekrar Karamanoğulları Beyliğinin yönetimine geçmiştir. Karamanoğulları ile Osmanlılar arasında uzun süren savaşlar, önceleri Osmanlılarin daha sonraları, 1466 yılında Karamanoğuliarının yenilgisiyle Kapadokya yöresi tekrar Osmanlı Devletine katılmıştır.
Osmanlı Devleti Dönemi
Kapadokya, Osmanlı yönetiminin ilk yıllarını barış içinde ve sessiz bir biçimde yaşamıştır. Bu durum, Kanuni Sultan Süleymanın tahta çıktığı zaman, hazine gelirlerini artırmak için yaptırdığı yeni bir arazi tahririne kadar sürmüştür. İl yazıcılarının bir kısmı arazi ölçümlerini ve ürün miktarını fazla göstererek vergi miktarını artırınca bazı dirlik sahiplerinin toprağı elinden alınmış ve bu durum halk ile asker arasında huzursuzluğa neden olmuştur. Ayrıca 1582den itibaren başlayan İran seferleri tımar düzenini bozmuş, dirlik sahiplerinin isyanına neden olmuştur. Celali isyanları olarak bilinen ve dirlik sahiplerinin ailelerini ve topraklarını bırakıp savaşa gitmeyi reddetmeleriyle alevlenen bu isyanlar Kapadokyada da etkili olmuştur.
Osmanlı döneminin ilk yıllarından XVII. yüzyıla kadar Kapadokya bölgesinin en önemli merkezi Ürgüp olmuştur. Kaynaklar 1530da Ürgüpün 6 mahalleden oluşan ve 213ü Müslüman, 35i diğer dini ve etnik tebadan toplam 248 haneye sahip bir kasaba olduğunu söylemektedir. XVII. yüzyıla kadar Nevşehir, eski adı Nissa olan Muşkara Köyü olarak bilinir. Burası Niğdeye bağlı Ürgüp kasabasının 18 hanelik bir köyüdür.
Muşkaranın (Nevşehir) iskan durumunun XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla pek fazla bir değişiklik göstermediği gözlemlenmektedir. Ancak, Damat İbrahim Paşanın Osmanlı Sadrazamı olmasıyla bölgede önemli bir canlanma ve yenilenme yaşanmıştır. Lale Devrinin önemli sadrazamlarından Damat İbrahim Paşa, Muşkarada bu döneme yakışır yenilikler uygulamıştır. Örneğin, Muşkarayı mimari yapılarla donatmış, imar ve iskanını tamamlamış ve Niğde Sancağına bağlı bir kaza haline getirdikten sonra adını Nevşehir olarak değiştirmiştir.
Bugünkü Gülşehirin kurucusu ise Karavezir lakabıyla bilinen Silahtar Mehmet Paşadır. Eski adı Arapsun olan Gülşehir, 1584te Uçhisar nahiyesine bağlı 30 hanelik bir köydür. Halkının tümü Müslümandır. Silahtar Mehmet Paşa, burada bir cami ve bir medrese yaptırmış, kasaba nüfusunun artmasını sağlamış ve ardından Arapsun adını Gülşehir olarak değiştirmiştir.
Osmanlı Devletinin 1840 yılındaki resmi kayıtları Nevşehir ve Ürgüpün Niğde Muhassıllığına bağlı olduğunu göstermektedir. 1847deki idari yapılanmada Nevşehir Konya eyaletine bağlı livalardan biri haline getirilmiştir. 1849 kayıtlarından sancak merkezinin Niğdeye taşınmasından söz edilmektedir.
1867 Vilayet Nizamnamesine göre Nevşehir Livası kazaya dönüştürülerek Konya Vilayetinin Niğde Sancağına bağlanmıştır. Bu dönemde Niğde Sancağının Nevşehir, Ürgüp, Aksaray, Kırşehir ve Yahyalı olmak üzere beş kazası bulunmaktadır. Kısaca idari hiyerarşi şu şekildedir: Konya Eyaleti, Niğde Sancağı, Nevşehir ve Ürgüp kazaları ve bunların köyleri. Nevşehirin idari statüsü, 1867den 1918e kadar değişmemiştir. Buna karşın, 1896 yılında Arapsun (Gülşehir) Niğde Sancağına bağlı bir kaza haline getirilmiştir. Avanos, bu yüzyılda Ankara Vilayetinin Kırşehir Sancağına bağlı bir kaza, Hacıbektaş ise yine aynı vilayete ve sancağa bağlı olan bir nahiye durumundadır.
Milli Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi
Kapadokya yöresi Milli Mücadele yıllarında Mütarekenin belirlediği paylaşım alanlarının dışında kaldığı için önemli bir olaya sahne olmamıştır. Bununla birlikte Dellaczade Hacı Osman Efendi Sivas Kongresine Nevşehir delegesi olarak katılmış, memleketinde Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin şubesini kurmuş ve milli mücadeleye katılımı sağlamıştır.
Başka bir olay da Mustafa Kemalin 1919da Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesine gelerek tekke şeyhi ve çelebisi ile görüşmesidir. Bu görüşmenin ardından Anadoludaki tüm Bektaşi tekkeleri milli mücadeleye destek kararı almış ve bu tekkeler karargah gibi çalışmıştır. Cumhuriyet sonrasında gelişip büyüyen, Niğdeye bağlı bir ilçe olan Nevşehire 1954 yılında il statüsü verilmiştir.
Mezopotamyalı Asurlarla Hititler arasında ticari ilişkiler gelişmiş olmakla birlikte, Asurluların dil üzerinde bir etkisi yoktur. Bu bize, Asurlularla Hititlerin birbirine karışmadığını gösterir.