İzmir'de havalar ısındı Sardalya fiyatları düşüşe geçti

İZMİR'de hava sıcaklıklarının artması ve deniz şartlarının düzelmesiyle tezgahlarda balık bolluğu yaşandı. Sardalya, balıkçılarda 5 TL'ye düştü.

Haberler 27.02.2016 - 10:30 Son Güncelleme : 27.02.2016 - 10:30

Havra Sokağındaki balıkçıların sardalya ve kupesi 5 TLden satmaya başlaması dar gelirlilerin yüzünü güldürdü. Balıkçı teknelerinin denize açılması ve ağları dolu çekmesiyle balığın ucuzladığını belirten esnaf da bu durumdan memnun olduğunu söyledi. Balıkçılar, Geçtiğimiz yıl bu mevsim daha sert geçtiğinden fiyatlar 10 ile 12 TL arasındaydı. İzmirliler bu fırsatı kaçırmasın dedi.

Kent Tarihi Ve Kentlilik

XX. yüzyılın başladığı sıralarda dünya nüfusunun sadece onda biri kentlerde yaşamaktaydı. Aynı yüzyıl biterken durum çok değişmiş, yer yüzündeki her üç kişiden birisi hayatını kentlerde sürdürmeye başlamıştı. Günümüzdeki beklenti ve geleceğe yönelik olarak yapılan çıkarımlar ise, önümüzdeki bir-kaç on yıl içinde her iki kişiden birisinin kentlere yerleşmiş olacağına işaret etmektedir. Ülkemizdeki durum da, dünyadaki eğilimle benzerlik gösteren bir çizgide evrilmektedir. Geride kalan son yüzyıl içindeki bu değişim, özellikle eski dünyanın binlerce yıllık geçmişleriyle, insanlık ve uygarlığın belgesel kanıtları olan tarihsel kentlerini, acil çözüm bekleyen sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Bu kentlerin tarihsel dokularıyla, yeni ihtiyaçların dayattığı yapılaşma ve kentleşme biçimleri arasında çatışmalı bir durum yaşanmaya başladı. Değişen zaman ve koşulların doğurduğu ihtiyaçların baskısı, tarihsel kent dokularını geri dönüşüm imkanı bırakmadan yok olma tehlikesiyle baş-başa bıraktı. Geçmişten gelen uygarlık birikiminin taşıyıcısı olan kentsel doku ile yeni yapılaşma arasında ahenkli çözümler bulmak, ivedi bir ihtiyaç haline geldi. Bu ihtiyaç, kentler ve kentleşme hakkında düşünmeyi, ortaya çıkan sorunlara çözümler üretmeyi ve bunları uygulayacak kurumları çeşitlendirmeyi zorunlu hale getirdi. Hızlı kentleşmenin yarattığı ve sorunlara çözüm aranırken, kentlerin tarihi üzerine yapılan çalışmaların da yoğunlaştığı görüldü. çünkü kentlerin tarihsel serüvenlerini araştırmak, tarihsel deneyimleri öğrenerek kentlerin bugünü üzerine düşünmek anlamına gelmektedir. Bu çalışmalar kentlerin ortaya çıkışları, yerleşme tipi olarak özelliklerinin neler olduğu, nasıl yönetildikleri, planlamanın evrimi ve konut tipleri gibi konularda geçmişte oluşan deneyimleri, yeni kuşaklara aktarmaya başladı. çok geçmeden kent tarihlerini araştırmanın, günümüzdeki kuşaklar için işlevsel olduğu fark edildi ve bu araştırmalar yaygınlaştı.

Araştırmalar gösterdi ki, kentler tarihin her döneminde var olan bir yerleşme tipi değildi. Kentlerin ortaya çıkışları, insanların tarımsal üretime ve yerleşik hayata geçişleriyle bağlantılı bir değişim olarak görünmektedir. Tarımsal üretim yaparak beslenen ve geçimlerini bu yolla sağlayan insanların, tarım alanları yakınlarında kurdukları köylerde yerleşik hayata geçtikleri biliniyor. Yerleşik hayatın bu ilk evreleri ile kentlerin kuruluşu ve ortaya çıkışları arasında doğrudan bir ilişki vardır. Tarihsel olarak insanların tarımsal üretim yapmaya başladıkları dönem, kentlerin ortaya çıkışlarını hazırlayan en önemli gelişmeydi. İnsanlık tarihinde bu gelişmenin görüldüğü ve kabaca İÖ. 8000-4000 yılları arasına tarihlenen süreç, Neolitik çağ olarak adlandırılmaktadır. Hatta bu süreçte bazı yerleşmelerin köy sayılamayacak kadar büyüdüğü de bilinmektedir ve bu yerleşmelerin köy mü, yoksa kent mi sayılmaları gerektiği, bilim adamları tarafından hala tartışılmaktadır. Bu tartışmaya konu edilen neolitik yerleşmelerden birisi de Anadoluda bulunmaktadır. Burası Konya iline bağlı çumra ilçesi sınırları içinde yer alan çatalhöyüktür.

çatalhöyük.

İÖ.6500 yılından başlayan bir yerleşim alanı olarak, dünyadaki en eski yerleşmelerin ön sıralarında bulunmaktadır. Üstelik yapılan hesaplara göre, neolitik çağın en kalabalık yerleşmesi olduğu da ileri sürülmektedir. İnsanlık tarihi açısından çok önemli bir miras olan çatalhöyük dışında, Can Hasan, Hacılar gibi neolitik yerleşmeler, Anadolu yarımadasını, yerleşme ve uygarlık tarihi açısından son derece ayrıcalıklı kılmaktadır.

Belirtilen yerler ve benzerlerinin kent sayılıp sayılamayacağı tartışmaları, konumuz açısından önemlidir. çünkü bir yerleşmenin kent sayılması için, sadece nüfusun çokluğu ve yerleşmenin alansal büyüklüğünün belirleyici olamayacağı, bu tartışmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Yani kent tarihi üzerine çalışmak ve düşünmek, kenti tanıma açısından yararlı olmuştur. Yapılan çalışmalarda, tarım üretimi ve yerleşik hayata geçişten sonraki dönemde, yerleşmelerdeki ilişkilerin farklılaşmaya başladığı tespit edilmiştir. İÖ. 4000 yıllarında başlayan süreçten sonra, yerleşmelerin bazılarında görülen söz konusu farklılıkların, kent ve köy ayrımında belirleyici olacağı anlaşılacaktır. Bazı yerleşimlerde sadece tarımsal üretim karakteri hakim olurken, bazılarında maden işleyen ve çeşitli metal aletler üreten zenaatkarlar ortaya çıkmıştır. Tarım dışı işlerle uğraşan zenaatkarlara, tarım ürünleriyle imal edilen bu aletleri alıp satan veya zenaatkarlara işleyecekleri ham maddeleri temin eden insanlar, yani tüccarlar katılmıştır. Aynı şekilde askerler ve din adamları da, çok geçmeden toplum içindeki yerlerini almışlardır. Tüccarlar alış verişleri sırasında hesap yapmak zorunda olduklarından, yazı ve aritmetik ortaya çıkmıştır. Bu toplumsal değişim, kısa süre içinde yerleşme mekanına da yansımıştır. Ticari mekanlar, pazar yerleri, atölyeler, malların biriktirildiği depolar ve tapınaklar gibi yapıların bulunduğu yerleşmeler görülmeye başlamıştır. Sadece tarımsal üretim yapılan yerlerden mekansal olarak farklılıklaşan bu yerleşmeler, kentlerin erken tipleri olarak nitelenmektedir. Sayılan bu özelliklere yerleşiklerin hepsini ilgilendiren kararları almak ve uygulamak için yönetsel bir üst yapı oluşması da eklendiğinde, köylere göre tamamen farklı bir yerleşim tipi ortaya çıkmış oldu. Bu özellikleri tekrarlayarak belirtecek olursak, şu başlıklar öne çıkmaktadır: Tarım dışı faaliyet yapılan bir yer olması, zenaatkarların varlığı yani üretimde uzmanlaşma, ticaret ve ticari mekanların bulunması, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı önlem alınması yani güvenliğin sağlanması, yönetsel örgütlenmeye sahip olması... Belirtilen özellikler köylere göre farklılık kazanmış yerleşmelerin, yani kentlerin niteliklerini çerçevelemektedir. Bu nitelik ve özellikler toplumsal ilişkiler ve yerleşme mekanında da izlenebilmektedir.

Buraya kadar anlatılanlar, kentlerin uzun süreçler boyunca şekli değişse bile, özü itibarıyla devam eden özellikleridir. Bu özelliklerinden ötürü kenti tanımlamak mümkün hale gelmektedir: Kent, insanların birbirleriyle buluştukları, malların el değiştirdiği, kurumsal hizmet sunulan bir ilişkiler ve kararlar merkezidir. Kentte farklı faaliyet türleri bir araya gelmekte, her bir unsurunun birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu dışa açık bir sistem vücut bulmaktadır. Bu bakımdan kent kendine özgü yanları bulunan ve belli bir mekanda yoğunlaşmış bir yerleşim sistemi olup, karmaşık toplum yapısının birey veya aile düzeyinde çözülemeyecek sorunlarının üstesinden gelmeye olanak sağlamaktadır. Yerine getirdiği işlevlerin sayısı ve karmaşıklığı kenti köyden farklı kılmaktadır.

Bu tanım, yaklaşık olarak endüstri çağına ve sonrasındaki gelişmelere kadar geçerliliğini korudu. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Avrupada ortaya çıkan endüstri devrimine kadar kentlerin ticaret, zenaat ve idari alanlardaki belirleyici özelliklerine, sanayii üretimine bağlı ilişkilerin ve yapılanmaların eklemlendiğini görüyoruz. Bu dönemden sonra fabrika üretimi ve ona bağlı toplumsal dönüşümler, kent ve kentli kavramının değişmesine neden olacaktır. Bu değişimle birlikte kentlerin yönetimleri de dönüşecek, kentler endüstriyel üretim nedeniyle dışarıdan hızlı ve yoğun göç alan yerler haline gelecektir. Belirtilen süreç, özellikle tarihsel kentlerin fiziksel yapılarını tanınmayacak ölçüde farklılaştırırken, kentli profilini de değiştirecektir. İçinde yaşadığımız kent de, yukarıda belirtilen tarihsel gelişim çizgisini taşımaktadır. İÖ. 3000 yıllarına kadar inen tarihi ile İzmir, bilinmeye ve tanınmaya değer bir kenttir. Bir yerleşme olarak ortaya çıktığı zamandan, İÖ. 800lü yıllara gelindiğinde İzmir, kent kriterleri taşıyan bir yerleşme olarak bugünkü Bayraklıda, adını verdiği körfezin karaya ulaştığı noktada kendini göstermeye başlamıştı. İlkçağ Ege dünyasının en erken ızgara planlı, yani sokakların bir-birini dik kestiği, düzgün geometrik planlı kentlerinden birisi olarak tanınmıştı.

Eski İzmir tapınakları, deniz ticaretine elverişli ortam hazırlayan limanı, savunma tesisleri ve yönetsel özellikleriyle bir kent devletiydi. Saldırılara maruz kaldı, kentsel özelliklerini yitirdi tekrar köy haline geldi, ancak yeniden canlanmayı başardı.

Bu kez eski yerinden farklı ama uzak olmayan bir yerde, Kadife kalenin bulunduğu tepenin yamaçlarında tekrar kuruldu. çeşitli uygarlıkları tanıdı, Roma dünyasının seçkin kentlerinden birisi olarak anıldı. Bizans İmparatorluğunun dinsel merkezlerinden birisi ve onun başkenti seviyesinde kabul edilen ayrıcalıklarla donatıldı. Nihayet Türk Beylikleri döneminden sonra, dönemin dünya devleti Osmanlı İmparatorluğunun bir kıyı kenti haline geldi. Küçük bir kasaba iken dönemin koşulları ve bulunduğu yerin sağladığı olanaklar sonucu, Akdeniz dünyasının en önemli liman kentleri arasına katıldı. XVII. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğunun dünyaya açılan kapısı olma özelliğini kazandı. Sadece ticari yapıları ve hanlarının yayıldığı bölge bile, sıradan bir kentin tamamına denk gelecek genişlikteki bir alanı kaplıyordu.

Kentte kendi mahallerinde yaşayan ve Osmanlı Devletinin verdiği ayrıcalıklardan yararlanarak ticaret yapan İngiliz, Fransız, Venedik, Hollanda vb. ülkelerin tüccar kolonileri yer alıyordu. Körfeze gelen giden ve mal indirip yükleyen gemilerin görüntüsü hakim oluyordu. Salgın hastalıkların, depremlerin, yangınların ve ticaretin bağlamında bir kent olarak, önemini korumayı başaran İzmirin tarihini, acaba İzmirlilerin kaç tanesi bilmektedir? İnsanların yaşadığı yerin nasıl bir kent olduğunu bilmesi, kentte yaşamanın farkı ve gereğini anlamasına yardımcı olamaz mı? İzmiri bilen İzmirliler, bilmeyen İzmirlilerden daha çok İzmirli olacaklardır.

çünkü, kentlerin değişimi devam etmektedir. Uygar insanlar kentlerini planlamaya, geçmişten getirdiği mirası korumaya ve yeni ihtiyaçların giderilmesi sürecinde, kentlerinin geçmişle uyumlu bir şekilde dönüşmesine çalışmaktadırlar. Ülkemizin kendine özgü koşulları nedeniyle, Türkiyedeki kentler de hızlı bir değişim yaşamaktadır. Bu değişimin binlerce yıllık geçmişe saygılı bir içeriğe sahip olabilmesi için, yeni nesillerin yaşadıkları kentin geçmişini bilmeleri yarar sağlayabilecektir. Üstelik kent bilincine sahip olan, yaşadıkları kente güçlü bir aidiyet duygusuyla bağlı kentliler, o kentin geleceği için teminat demektir. Bu teminatı yaratabilmek de, ancak geçmiş bilgisi ve hatırlamakla mümkün olabilir. Bu tespit, tahmin olunacağı üzere İzmir için de geçerlidir.

İzmir 1950li yıllardan beri, Türkiyedeki diğer kentler gibi hızlı bir göç almaktadır. Kentli profilinin değişmesine neden olan bu göç hareketi, kent sakinlerinin kentle ilişkisinin kopmasına neden olmuştur. Bir bakıma insanların yaşadığı mekana yabancılaşması ve kendisini içinde bulunduğu ortama ait hissetmemesi anlamına gelen bu durum, her kent için olduğu gibi İzmir açısından da talihsizliktir. çünkü hemen-hemen her kuşağın ürettiği kültürel birikimin bir sonraki kuşağa aktarılamaması, önlenemez bir sonuç olarak yaşanmaktadır. Bu durumun hafıza kaybı demek olduğu açık değil midir? Üstelik kırdan kente göç olgusunun büyük bir hızla değiştirdiği kentli nüfus kompozisyonu da dikkate alınırsa, İzmirin tarihsel birikim ve kimliğinin tamamen yok olacağını söylemek abartı olmayacaktır. Bütün bu tespitlerin ilettiği sorunlar bağlamının çözümü veya değişimin sorunlar yaratmadan, kentin doğasına ve kimliğine uygun akışının sağlanabilmesi için, İzmirde yaşayanların yaşadıkları kente aidiyet bağının güçlendirilmesi gereklidir. Aidiyet bağının güçlü olması, insanın yaşadığı mekanı benimsemesiyle ilgilidir. Gündelik yaşamının geçtiği çevreyi benimseyen ve onunla özdeşleşen kentliler, içinde bulundukları ortamı tanımanın verdiği bir güven duygusu geliştirirler. Güven duygusunun önemi, geçici bir zaman için bile olsa, başka bir kente gidildiğinde daha somut olarak hissedilir. İnsanların tanımadıkları bir çevre veya kentte kendilerini yabancı görmeleri ve bir süre sonra huzursuzluk duymalarının sebebi; alışkın oldukları mekandan ve kendilerini ait hissettikleri bağlamdan kopuk olarak algılamalarıdır. Aynı durum, yıllardır okuduğu okuldan ayrılıp, başka bir okula giden öğrencilerin yaşayabileceği bir olaydır. çünkü arkadaşlarından, öğretmenlerinden ve çevresinden, yani ait olduğu ortamdan kopma söz konusudur. Kentle kurulan aidiyet ilişkisi kent ve kentlilerin uyumunu da ifade etmektedir. İnsanın bu uyumu kendi eliyle bozması, yukarıda söz ettiğimiz yabancılaşmayı ortaya çıkartmaktadır.

Kentli kimliği kazandırma yollarının başında hiç şüphesiz, insanların İzmiri benimsemesini ve kendini kente ait hissetmesini sağlamak gelmektedir. Kendisini bir yere ait olarak duyumsamak, ancak o yeri kültürel özellikleri ve geçmişiyle tanımakla mümkün olabilir. Yetiştiği kentin yerel ve toplumsal tarihini bilen bir birey açısından, içinde yaşadığı mekan çok farklı anlamlar taşıyacaktır; yaşadığı, eğitim gördüğü ve geçimini sağladığı kent, onun için daha anlamlı görünecektir. Böylesi bir bakış açısı kazanan bireyler, içinde yaşadıkları şehri daha kolaylıkla benimseyecekler ve kendilerini o kentin bir hemşehrsi olarak hissedeceklerdir. Kentin tarihsel mirasına sahip çıkacak, çevre sorunlarına karşı hassas olabilecek bireyler, İzmirin geleceğe aktarılmasında son derece yararlı olacaklardır.

İzmirin tarihsel ve kültürel yapısıyla uyum sağlanamadığı taktirde, İzmirli olabilmek de mümkün olamayacağına göre, kentli kimliği ve kentli bilinci yaratmak için çalışmak ivedi bir ihtiyaç haline geliyor. Kentli bilinci oluşturmayla hatırlama ve geçmiş bilgisi arasında güçlü bir ilişki bulunuyor. İzmirin yaşadığı tarihsel serüveni canlı tutacak, tarihsel yapıları ve mekanları tanıdık hale getirecek, tarih içinde İzmirdeki yaşamın değişim dinamiklerini ortaya koyacak çalışmalar, geçmişle bugünün bağdaşmasını hazırlayacaktır. Dolayısıyla değişimin doğal ve sindirilebilir bir seyir izlemesi mümkün olacağından, İzmiri bağlamından koparan ve geçmişine yabancılaştıran bir dönüşümün tahripkar etkisinden koruyabilmenin ön koşulu sağlanabilecektir. Tahmin edileceği üzere söz konusu ön koşul yaşadığı kenti tanıyan, bilinçli ve aidiyet bağı güçlü İzmirliler olması anlamına gelmektedir.

Bölüm 2

İlk çağlarda İzmir

Smyrna/İzmir İsminin Anlamı:

İzmirin bir yerleşim alanı olarak ortaya çıktığı dönemlerden başlayarak, farklı isimlerle anılmış olduğuna dair ileri sürülen görüşler bulunmaktadır. Ancak kısa sürelerle de olsa, kullanıldığı sanılan bu isimlerin hiç birisi, Smyrna adı gibi sürekli ve kalıcı olamamıştır. Zaten bugün İzmir olarak kullandığımız isim de, Smyrna kelimesinin dönüşmüş biçimidir. Smyrna kelimesinin daha erken biçimlerinin Samorna veya Smurna olduğu da iddia edilmektedir. Ancak kesin olarak izlenebilen gelişim, Smyrna biçimiyle ilgilidir. Smyrna ismi, kentin uzun tarihi boyunca varlığını sürdürmüş ve Türkler tarafından fethedildikten sonra İzmir şeklinde söylenmeye başlanmıştır. Smyrna kelimesinin başına, Türkçe söylenişi sırasında İ sesi gelmiş ve İsmir olarak telaffuz edilmeye başlanmış, daha sonra da bugün kullanılan İzmir biçimine dönüşmüştür. Kentlerin isimlerinin anlamı, onların geçmişleri hakkında bazı ip uçlarını barındırabilmektedir. Bu ip uçları, kentlerin kuruluşları veya geçirdikleri dönüşümlere ışık tutabileceği için önemlidir. İzmir buna iyi bir örnektir. çünkü Smyrna ismi kentin kuruluş hikayesine dair izler taşımakta; kelimenin İzmir şekline dönüşmesi ise, kentin bir kültürel yapıdan başka bir kültürel ortama geçmesini simgelemektedir. İlk çağlarda kentlerin koruyucusu olduğu düşünülen veya kentte yaşayanların karşılaştığı sorunların çözümüne katkıda bulunduğu var sayılan doğa üstü güçlere inanılırdı. Bu nedenle doğa üstü güçleri temsil eden mekanların yakınında kent kurmak, insanların genel eğilimiydi. İşte kentimizin de Smyrna kelimesiyle adlandırılmasında, kurulduğu yerin yakınında böyle kutsal bir alanın bulunmasının etkili olduğu sanılmaktadır. Bu kutsal alanın, Halkapınar kaynağı ve bu kaynağın oluşturduğu gölcük olduğu iddia edilmektedir. 19. yüzyılda İzmire gelen Avrupalı seyyahların Diana Hamamları adıyla bahsettikleri Halkapınar kaynağı ve gölünün, ana tanrıça tapınma alanı olduğu da sık tekrarlanan bir bilgidir.

Bundan dolayı Smyrna/İzmir adının Ana Tanrıça Kaynağı/Gölcüğü veya en azından Ana Tanrıça/Kutsal Ana anlamlarıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. Halkapınar kaynağı ve bu kaynağın oluşturduğu gölcüğün çevresi, kentin uzun tarihi boyunca bir ziyaret yeri olma özelliğini sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de İzmir halkının bir mesire ve eğlence yeri olarak tercih ettiği bir alandı. Ünlü seyahatnamesi ile tanıdığımız Evliya çelebinin, XVII. yüzyıl ortalarında İzmiri ziyaret ettiği bilinmektedir. Evliya çelebi, İzmire girerken yolunun geçtiği Halkapınarı canlı bir şekilde tasvir etmekte ve İzmir halkını bu bölgede eğlenirken gördüğünü belirtmektedir. Halkapınar kaynağı, Osmanlı Devletinin son zamanlarında İzmirin içme suyu ihtiyacı için kullanılmaya başlamıştır. Bu nedenle su kaynağı kesilen gölcük kurumuş ve daha sonra da doldurulmuştur. Halkapınar gölcüğünün yeri yaklaşık olarak bugünkü Atatürk stadyumu ve çevresine denk düşmektedir. Kentin ismini aldığı bu doğal ve tarihi mirasın bugüne ulaşmaması, İzmir açısından talihsizlik olmuştur. Smyrnanın İzmir şekline dönüşümü ise, kentimizin kuruluş dönemlerinden başlayıp İon, Roma ve Bizans devirlerinde sürdürdüğü kültürel yapıdan, Osmanlı kültür ortamına geçişi temsil etmektedir. İS. XI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Türklerle tanışan İzmir ve çevresi, bu tarihlerden sonra İS. XV. yüzyıla kadar zaman-zaman Türk egemenliğinde kaldı. Bu süreç içinde başlayan Smyrnanın İzmir şekline dönüşümü, 1426 yılında kesin olarak Osmanlı egemenliğine geçmesiyle tamamlanacaktır.

İzmirin Kuruluş Yeri:

İzmirin kuruluş tarihi ve yeri konusunda tartışmalı bilgiler bulunmakla birlikte, kentin başlangıcı hakkında bugün Bayraklı semtinde yer alan ve Tepekule olarak tanınan ören yerinin, eski İzmirin kuruluş yeri olduğu bilinmektedir. Bu ören yerinin aslında bir yarım ada olduğu sanılmaktadır. Eski İzmirin bulunduğu yarım ada dar bir kıstakla ana karaya bağlıydı. Fakat körfeze akan derelerin binlerce yılda taşıdığı malzeme denizin dolmasına ve bugünkü hattına çekilmesine neden olmuştur.

Burasının kuruluş yeri olarak seçimi, dönemin kaygılarına yeterince cevap vermektedir. çünkü dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunma kolaylığı sağlamaktadır. Karadan gelecek saldırılar sadece yarımadayı ana karaya bağlayan kıstak üzerinden gerçekleşebileceğinden, dar bir alanda kontrol etme şansını artırıyordu. Denizden gelecek saldırılar ise, daha kente ulaşmadan izlenebiliyor ve Smyrnalılara önlem alma olanağı sağlıyordu. Kuruluş yerinin tercihinde öne çıkan faktörlerin başında güvenlik kadar ticari aktivite de belirleyiciydi. Bir yarım ada üzerinde bulunuşu, kente doğal bir liman imkanı sağladığından, deniz ticaretine uygun ortam hazırlıyordu.

İzmirin bu ilk kuruluş yerinin tercih edilmesinde başka hangi nedenlerin etkili olduğunu anlamak için, yakın çevresine bakmak yararlı olabilir. Bayraklıda eski İzmirin kuruluş yerine baktığımızda, hemen yakın çevresinden denize dökülen küçük derelerin varlığı dikkat çekiyor. Bu dereler, verimli tarım arazilerini sulayarak denize ulaşıyordu. Körfezin bitiş noktasından başlayarak, günümüzde Belkahve geçidine kadar uzanan ovanın o dönemde kimi yerleri, özellikle denize yakın kısımları yarı bataklık olsa bile, yine de tarım yapmaya elverişli alanların varlığı biliniyor. Bu geniş ovanın, kentin beslenme ihtiyacını karşılama açısından avantaj sağladığı kesindir. Anlaşılacağı üzere kuruluş yeri, hem deniz ticareti hem de tarımsal olanaklara sahip bir noktada bulunuyordu. Ticaret ve zenaatla uğraşan kentlilerin beslenme ihtiyaçlarının karşılanmasında bu olanakların ne kadar önemli olduğu açıktır. Dolayısıyla seçilen yer savunma, güvenlik, iktisadi faaliyetler ve beslenme imkanları bakımından önemli avantajlar sağlamaktaydı.

Eski İzmirin Kuruluşu ve Kurucuları

Eski İzmirin kuruluş tarihi ve kurucularının kim olduğu hakkındaki bilgilerimiz iki kategoride toplanabilir. Bu kategorilerden birisinin, henüz kanıtlanamamış olan söylence niteliğindeki bilgilerden oluştuğunu belirtebiliriz. Bu söylencelerden birisi, İzmirin ilk kurucularının Amazonlar olduğuna dairdir. Bir diğeri ise, kentin efsanevi Frigya kralı Tantalosun ismi etrafında gelişir. Hatta Tantalosa ait olduğu iddia edilen bir mezar da bulunmaktadır. Söylencelerin bir diğer versiyonundaysa, kentin kurucularının Lelegler olduğu dile getirilmektedir. Ancak söylence kaynaklı bu bilgilerin hiç birisi, arkeolojik kazılar yapılan Bayraklı yerleşim alanından elde edilen verilerde kanıtlanma şansı bulamamıştır. İzmirin kuruluşu hakkında elde bulunan bilgilerin ikinci kategorisini, tarihsel kayıtlar ve arkeolojik verilerin oluşturduğunu belirtmek gerekmektedir. Bayraklıda yapılan kazılarda elde edilen buluntular, İzmirin kuruluşunun İÖ. 3000 yıllarına kadar indiğini göstermektedir. Ancak İzmirin kuruluşuna ilişkin tarihlendirmenin, kazıların ilerlemesi ve daha erken yerleşim tabakalarına ulaşılması durumunda, belirtilenden daha önceki yıllara gidebileceği de düşünülmektedir. Yapılan araştırmalar İzmirin bir Aiol kenti olduğunu göstermektedir. Bir dönem Hitit İmparatorluğunun nüfuz alanı içine girse de, Aiol kenti olma özelliğini Ionialıların kenti ele geçirmelerine kadar sürdürdüğü bilinmektedir. İzmirin kurulduğu yarımada, Aiolis ve Ionia bölgelerinin sınırında bulunuyordu. Bu konumu eski İzmirin geleceğinin oluşumunda önemli rol oynamıştır. çünkü Ionialılar sınırlarındaki bu Aiolis kentini, avantajlı konumundan ötürü ele geçirme konusunda girişimde bulunmakta gecikmemişlerdir. Bu dönemdeki gelişmeler, Ion kentlerinin ticaret yoluyla zenginleşmesi ve güçlenmesini beraberinde getirmişti. Aralarında oluşturdukları birlikle güçlü bir ticari ağ kuran on iki Ion kentinin, Ege kıyılarındaki etkinlikleri artmıştı. İÖ. 800 dolaylarında gerçekleşen bu birlik, Ion kentlerinin özgürlüğünü yok etmediği gibi, bir birleriyle rekabetlerini de engellemiyordu. Dolayısıyla canlı bir ticari ortam yaratılmış oluyordu. Büyük ihtimalle avantajlı konumundan dolayı, ticari faaliyetlerini İzmir körfezinin son noktasına kadar yaymak isteyen Ionialılar, sınırlarındaki bu Aiol kentini ele geçirdiler. İzmiri ele geçirenlerin on iki Ion kentinden Kolophhon veya Efes olduğu sanılıyor. Mitoloji daha çok Kolophonluları öne çıkarıyor. Buna göre İÖ. 700 yıllarında, Kolophonda politik çekişmeler nedeniyle halk ikiye bölünmüştü. İkiye bölünen Kolophonlulardan bir bölümü, kentlerini terk etmek zorunda kalır ve İzmire sığınır. Ancak daha sonra İzmirin yerlilerini kentten sürerek kenti ele geçirirler. Kentlerini İonlara kaptıran İzmir halkı, anlaşmak zorunda kalırlar. Anlaşmaya göre kentte kalan eşyalarını alabilecekler ve İzmir işgalcilere bırakılacaktı. Herodotosa göre bu anlaşmaya uyuldu ve İzmir bundan sonra bir İon kenti haline geldi. Söylencenin anlattığı, İzmirin bir Aiol kentinden, Ion kenti haline gelişidir. Fakat esas sebep Ionia kentlerinin aralarındaki birlik sayesinde güçlenmeleri ve ticari açıdan önemli bir mevkide bulunan İzmiri etkinlikleri altına alma istekleri olmalıdır.

Deniz ötesi kolonileri aracılığıyla iyi işleyen bir ticaret ağına sahip olan İonların İzmiri ele geçirmeleri, kentin tarihinde hızlı bir dönüşüme neden oldu. çünkü ticaret aracılığıyla kısa sürede zenginleşti ve gelişti. İÖ. VII. ve VI. yüzyıllarda Ion kentlerinin kurdukları ticaret kolonileri aracılığıyla çok zenginleştikleri biliniyor. Tahmin edileceği üzere bu durum, İzmirin yaşamına ve fiziksel yapısına yansımakta gecikmemiştir. Kentin zenginliği ve gelişkinliği komşu Lydialıları harekete geçirdi ve İzmirlilerle savaşa girdiler. İÖ. 610-600 sıralarında Lydia orduları, kenti ele geçirmeyi başardı. Lydialılar daha sonra kenti yıkıp tahrip ettiler. Ancak İzmirliler kentlerini yeniden kurmayı başardılar.

Eski İzmirin çöküşü, Anadoluda Pers istilasının sonuçlarındandır. Pers İmparatoru, orduları Anadoluda ilerlerken, Lydia krallığına karşı Egenin kıyı kentlerinin kendisini desteklemesini istemişti. Bu isteğine uymayan Egenin kıyı kentlerini cezalandırmak amacıyla, Pers İmparatoru Lydianın başkenti Sardesi ele geçirdikten sonra, diğer kıyı kentleriyle birlikte İzmire de saldırdı. Pers ordularının saldırısı sonucu, İÖ. 545 yılında İzmir tahrip edildi. Bu tahribattan sonra, Bayraklıdaki yerleşim alanında bir daha kent düzeninde bir yerleşim oluşamadı. Bundan sonra köy büyüklüğünde ve örgütsüz bir yerleşim olarak devam etti. Böylece İzmir kentinin ilk evresi sona erdi. Ancak kentin hikayesi devam edecektir.

İzmirin bu ilk döneminden günümüze ulaşan eserler ve kalıntıların neler olduğunu belirtmek yararlı olabilir. Her şeyden önce yukarıda adı geçen, fakat hakkındaki mitolojik kayıtları anlamlı kılacak kanıtlar bulunamayan, kral Tantalosa ait olduğu söylenen bir anıt mezara değinmeliyiz. XIX. yüzyılın başından beri efsanevi kral Tantalosa ait olduğu iddia edilen bu mezar, yine Bayraklı sırtlarında bulunmaktaydı. Bu anıt mezarın Tantalosun olup olmadığı belli değilse de, İzmir tarihi için son derece önemli olduğu kesindir. Yapılan incelemelere göre, İÖ. VI. yüzyıla tarihlenen ve bir Pers valisi veya yöneticisinin mezarı olma ihtimali yüksek olan mezar, ne yazık ki tahrip edilmiştir. XIX. yüzyıl başında mezarın iç yapısını anlamaya çalışan seyyahların başlattığı tahribat süreci, daha sonra da devam etmiştir. Bayraklı sırtlarında yer alan diğer mezarlar gibi bu anıt mezar da, gecekonduların arasında kaybolmuştur. Mezarın taşları sökülmüş ve yapılan inşaatlarda kullanılmıştır. Bugünkü kalıntısı, XIX. yüzyılda keşfedildiği dönemdeki çizimlerinde resmedilen görünümünden çok uzaktır.

İzmirin bu ilk döneminden geriye kalan en önemli miras, şehrin kendisidir. Bayraklıda bulunan ören yeri, yapılan kazılarla her geçen gün biraz daha açığa çıkartılmaktadır. Bugüne kadar yapılan çalışmalarda kentin ızgara planlı, yani bir-birini dik kesen sokaklarla örülü bir yapıda olduğu anlaşılmıştır. Kente ilişkin önemli bulgular arasında iki tapınak, şehrin surları, sivil mimari örnekleri, cadde, sokak ve çeşmeler sayılabilir.

İzmirin Yeniden Kurulması

İzmirin yeniden kurulması, Türkçede Büyük İskender diye bilinen Makedonyalı Alexandrosa bağlanır. Büyük İskender İran seferinin başlarında, İÖ. 334 yılında Pers İmparatorluğunun Anadoludaki ordusunu yendikten sonra, ordularıyla Efes üzerine ilerlemişti. Bu harekat sırasında İzmir yöresine geldiğinde, söylenceye göre şimdiki Kadife kale civarında ilahi bir işaret almış ve kendisinden orada yeni bir Smyrna kenti kurması istenmişti. Kuracağı kente eski Smyrnalıların soyundan gelenleri toplayarak yerleştirmesi de belirtilmişti. Bunun üzerine İskender, komutanlarına kentin yeniden kurulması için emir verdi. Kurulan kentin yerinde daha öncesine ait bir yerleşimin bulunduğu ve Kadifekalenin yapıldığı alan civarında bir kutsal alanın varlığı hakkında, yine bazı rivayetler olduğu bilinmektedir. Ancak kentin kuruluşunun İskenderin önde gelen iki komutanı tarafından gerçekleştirildiği kabul edilmektedir. Bilindiği üzere Kadifekale bu dönemin bir hatırası olarak kentin üzerinde bir taç gibi durmaktadır. Kadife Kale aynı zamanda kentin iç kalesi konumundaydı. Ancak elbette bu kale, günümüze ilk yapıldığı dönemdeki özellikleriyle ulaşmamıştır. Kale Roma, Bizans, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde de kullanıldığı için bu dönemlerde geçirdiği tamirlerin izlerini taşımaktadır. Fakat kentin kuruluş hikayesinde yer alan bir unsur olduğundan dolayı, İzmir için son derece önemli bir anıt belgedir. Bu ikinci kuruluş yerinde kent, Kadife Kale yamaçlarından aşağıya, denize doğru uzanıyordu. Kentin varlığı yine deniz ticaretiyle yakından ilgiliydi. çünkü kentin konumlandığı alan yüksek bir tepe, yani Kadife Kalenin bulunduğu yer ile küçük bir koydan oluşan doğal bir liman arasında bulunuyordu. Kent esas olarak bu doğal limanın var ettiği bir yerleşim olacak ve geleceği bu limanın canlılığına göre şekillenecektir. Belirttiğimiz gibi, iç kale konumunda olan Kadife Kale ile liman arasında da kentin dış surları yer alıyordu. Kentin doğu surları Kadife Kaleden aşağıya bugünkü Basmaneye iniyor ve oradan da denize paralel bir şekilde şimdiki Hisar caminin bulunduğu yere uzanıyordu. Kentin batısındaki surlar ise, yine Kadife kaleden başlıyor ve şimdiki Bayram yeri civarına uzanıyor, oradan da Hükümet konağı yakınlarından denize ulaşıyordu. Bu surların doğu ve batı yönünde bulunan her ikisinde de, kentin kapıları yer almaktaydı. İzmir İÖ. 3. yüzyıl başlarında Efeslilerin tavsiyesi üzerine on üçüncü üye olarak Ion kentleri arasındaki birliğe kabul edildi. Hellenistik dönemdeki savaşlar sırasında özgür kent statüsünü korumayı başardı. Ancak bu savaşlar sonunda, Ionia kıyı kentleri Bergama krallığının üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldılar. Bergama krallığına bağlı bir kent olarak İÖ. 133 yılına kadar yaşayan İzmir, bu yılda ölen Bergama kralı III. Attalosun vasiyeti gereğince, krallık Roma İmparatorluğuna katılınca, diğer Ion kentleriyle birlikte Roma topraklarının bir parçası oldu.

Roma İmparatorluğu Döneminde İzmir (İÖ. 133-İS.395)

İzmir, Roma İmparatorluğu döneminin ilk yıllarında bir ayaklanmanın yarattığı karmaşadan etkilenmiştir. Bu ayaklanma aslında Bergama kralı III. Attalosun vasiyeti gereğince, krallığın Romaya geçmesine karşı başlayan bir hareketti. Hareketin önderi ise, Attalostan önceki Bergama kralının oğlu olduğunu iddia eden Aristonikos isimli birisiydi. Aristonikos, kuracağı krallığa Güneş Ülkesi adını vereceğini ve Romaya karşı başlattığı ayaklanmada kendisine yardım eden köleleri özgür yurttaşları sayacağını vaat ediyordu. Ayaklanmanın başlarında Aristonikosun orduları başarılar elde etmiş olsa da, sonunda Roma orduları İÖ.130 yılında denetimi ele almayı başardılar. Aristonikos ise İÖ. 129 yılında Romada idam edildi. Bu olaylar sırasında İzmir ayaklanmayı desteklemediği için, Roma İzmiri özgür kent statüsüyle ödüllendirdi. Bu olaydan sonra İzmirin Roma döneminde giderek önem kazandığı ve ticaret kenti olma özelliğini geliştirmeye başladığı görülüyor. Ancak kentin bu gelişimi zaman-zaman kesintiye uğruyordu. Kesintinin nedenlerinden birisi Romalı komutan ve yöneticilerin arasındaki iç çekişmelerdir. Bir diğeri de dış saldırılardır ki, İzmir bu saldırılardan etkilenmiştir. İÖ. 88-85 yılları arasında Pontos krallığının Roma topraklarına doğru yönelen ve İzmiri de içine alan saldırıları özellikle belirtilmelidir. Kent bu dönemdeki savaşlar nedeniyle bir duraklama geçirmiştir. Üstelik Pontos kralını desteklediği için özgür kent statüsü de elinden alınmıştır.

Ancak bu ve benzeri olaylar nedeniyle kentin gelişimi kesintiye uğrasa da, bunlar geçici olmuştur denilebilir. Hatta kentin önem kazanmasından dolayı, Anadoluya gelen Roma imparatorları İzmire de uğramışlardır. İmparator Hadrianus İS. 121-125 yıllarındaki gezisinde İzmire de gelmiştir. İzmirin bu dönemde yaşadığı en önemli olay ise İS. 178 deki depremdir. İzmirde görülen en şiddetli depremlerden biri olduğu kabul edilen bu doğal afet, kenti yerle bir etmiştir. Kentin uğradığı yıkım o denli büyüktür ki, yeniden imarı için imparatorluk desteği gerekmişti. Bu imar faaliyetinde imparator Marcus Aureliusun büyük katkısı oldu ve kent adeta yeniden kuruldu. Roma İmparatorluğu döneminde kentin pek çok eser kazandığı bilinmektedir. Dönemin yazarları İzmirden hayranlıkla söz etmektedir. Cadde ve sokaklar taş döşeme ile kaplanmış, kentin görüntüsüne Roma mimarisi hakim olmuştur. Ancak ne yazık ki, bu eserlerden büyük çoğunluğu günümüze ulaşamamıştır. Fakat Roma dönemi eserlerinden bazılarının kalıntıları, İzmirin geçmişten getirdiği izler olarak kentte yaşamaktadır.

Günümüze ulaşamayan eserlerin başında, sadece yeri belli olan ve tamamen ortadan kalkmış bulunan Tiyatroyu sayabiliriz. Ayrıca tiyatro gibi Kadifekalenin alt taraflarında yer alan Stadyum da bu eserlerden bir diğeridir. İç limanın yakınlarında olduğu tahmin edilen İzmirin ticari agorası da günümüze ulaşamayan yapılardandır.

Her türlü tahribata uğramasına ve bakımsızlığına rağmen, büyük bölümü günümüze ulaşabilmiş olan devlet agorası, Roma dönemi yapıları içinde en dikkat çekici olandır. İS. 178 deki deprem sonrasında tamir edilmiş şeklini yansıtan agoranın bir bölümü de, kazı çalışması yapılmadığı için toprak altındadır. Kazılarda elde edilen Posedion ve Demeter heykelleri bugün İzmir Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.

Heykellerin işlenişi ve sanatsal inceliği agoranın ihtişamı hakkında fikir verecek niteliktedir. Bugün önünde ve çevresinde yer alan yüksek yapılar tarafından kapatılmış olan agoranın varlığı, meraklılar dışında neredeyse unutulmuştur. Bu önemli kentsel mirasın, hak ettiği ilgiyi gördüğünü söyleyemeyiz.

Kentin bu döneminde yaptırıldığı bilinen çeşmelerden ve yollardan günümüze ulaşan olmamıştır. Kentin iki ana yolu olan altın yol ile kutsal yol, bu kayıpların içinde öncelikle belirtilmesi gerekenlerdir. Ancak imparatorluk yoluna veya altın yola ait olduğu sanılan küçük bir parça, bugün öğretmen evinin arkasındaki Pazar yerinde İpek yolu restoranının önünde izlenebilmektedir.

Bunlara ilaveten Buca-Şirinyer yolunun sağ tarafında yer alan büyük su kemerleri de Roma döneminden günümüze ulaşmış olan altyapı eserlerindendir. Su kemerleri, hem mimari tasarımları açısından hem de bir kentin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan yatırımların göstergesi bakımından belgesel özellik taşımaktadır. Roma İmparatorluğu İS. 395 yılında ikiye ayrıldı. Bu bölünmede Anadolu, dolayısıyla İzmir, Doğu Roma toprakları içinde yer aldı. İS.476 yılında Batı Romanın yıkılmasıyla birlikte Doğu Roma, yani Bizans İmparatorluğu bölgenin hakimi oldu. İzmir de, Bizans İmparatorluğunun önemli bir kenti olarak varlığını sürdürdü.

Bölüm III

Bizans devrinde İzmir ve Türk döneminin başlangıç yılları;

Bizans İmparatorluğu dönemi İzmirinin, canlı bir kent olduğunu söylemek zor görünüyor. Bizans döneminden günümüze dikkat çekici her hangi bir kentsel unsurun ulaşamamış olması, bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Bizans İmparatorluğunun son döneminden beri, İzmirde kent alanını tahrip eden yangınlar, depremler, savaşlar ve insanların yeni ihtiyaçlar için kent dokusunu değiştiren müdahalelerinin, bu dönem eserlerinin yaşadığımız günlere ulaşmasını engellediği düşünülebilir. Ancak bu açıklama çok geçerli görünmemektedir. Bu sonucun oluşmasında etkili olan bir neden, kente yeni yatırım yapılmamasıdır. Zaman-zaman yapılan yatırımlar ve inşa edilen eserler de, depremlerde tahrip olmuştur. Bir diğer neden ise, Hıristiyanlığı resmi din olarak benimseyen Bizans İmparatorluğunun, çok tanrılı inanç dönemlerinden kalan eserleri kendi dinleri açısından aykırı bulmaları anlayışıdır. Kendilerinden önce kentte yaratılmış olan eserlerin malzemesi, inşa edilen dinsel yapılar için kullanılmıştır. Aynı şekilde sökülen eserlerin sütunları ve diğer mimari elamanları başkent Konstantinopolise taşınarak saray ve tapınak benzeri anıtsal binaların yapımında kullanılmıştır. Roma döneminde yapılan eserlerden Su Kemerleri, Agora ve Kadifekalenin sağlam kalması tesadüf değildir. çünkü gerek su kemerleri, gerek Agora ve gerekse Kadifekale, Roma dönemindeki kullanım amaçlarına uygun olarak, Bizans döneminde de kullanılmaya devam edilmiştir. Ticari bir mekan yani Agora ve bir savunma yapısı olan kale, Bizanslılar için de işlevliydi. Kentin su ihtiyacını karşılayan altyapının önemli parçası olan su kemerlerinin yıkılması da düşünülemezdi. Fakat Roma ve öncesi dönemlerde kullanılan kutsal alanlar ve tapınaklar, Bizanslıların inançlarına karşıt bir anlayışı yansıttığı için yıkılmaktan kurtulamamışlardır.

Zaten İzmirin bu dönemdeki gelişimi de, bu çıkarımlara uygundur. Bizans İmparatorluğunun erken dönemlerinden itibaren İzmirin dinsel bir merkez olarak öne çıktığı bilinmektedir. Hıristiyanlığın Anadoluda yayılma sürecinde ortaya çıkan yedi kiliseden birisi de İzmirde bulunmaktaydı. Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde, Hıristiyanlığı yaymaya çalışan azizlerin faaliyetlerine de sahne olan İzmir ve çevresi, bu dönemde bir çekişme dönemi geçirir. Bu çekişmelerin kent üzerindeki etkisi, Bizans İmparatorluğunun Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle azalmış ve daha dingin bir döneme girilmiştir. Daha sonrasında İzmirin Bizans döneminde sahip olacağı karakterin oluşması, yani bir dinsel merkeze dönüşmesi söz konusudur. İzmir, Bizans döneminde dinsel merkez olma özelliği nedeniyle başkent Konstantinopolis düzeyine çıkarıldı. İmparator Leon İzmiri Konstantinopolis dışındaki kentlerin başkenti olarak ilan etti. İzmir bu özelliklerinden dolayı kendi kendini yönetebilen kent unvanıyla anılıyordu. Anlaşılacağı üzere kentin yapısı tamamen değişiyordu. Fakat hemen belirtmek gerekir ki, İzmir yapısal değişimle birlikte farklı bir kimliğe bürünse de, kent yeni kimliğiyle önem kazandığı bir sürece girmişti.

Kent idari ve dinsel merkez olma özelliği kazanarak gelişkin bir düzeye ulaşmakla birlikte, İS. VII. yüzyılın başlarından itibaren, bazı dış saldırılara maruz kaldığı için gelişimi kesintiye uğramaya başladı. 608 yılındaki Sasanilerin saldırılarını, 637 yılından başlayarak bir süre devam edecek olan Arap akınları izledi. Emevi Devletinin Bizans İmparatorluğuna karşı yürüttüğü akınlar, İzmir ve çevresine de ulaştığı için, İzmir hem güvenlik sorunlarıyla karşılaşmış hem de ekonomik faaliyetler olumsuz etkilenmiştir. Emevi ordularının Bizansın başkenti Kostantinopolis üzerine yönelen saldırıları, Ege kıyıları ile birlikte İzmiri de etkisi altına almıştır. Bunlardan 665 yılındaki Emevi seferinde, İzmir Arapların eline geçti. 671-72 seferinde Emevi ordularının kışı İzmirde geçirdikleri bilinmektedir. Aynı şekilde 716 yılında İzmir ve çevresine yönelen bir akından daha haberdarız. Emevi orduları bu sefer sırasında Sardes ve Bergamayı ele geçirdiler. Bu sırada İzmiri de kuşattılar ancak şehre giremediler. Bu seferden sonra Arap ordularının İzmir ve civarına yöneldiği görülmemektedir. Dış saldırılar yanında iç sorunlar da, İS. VII. yüzyıl boyunca İzmiri olumsuz etkilemiştir. VII. yüzyılın ilk çeyreğinin bittiği yıllarda başlayan ve kısa sürede Bizans İmparatorluğunun bütün bölgelerini etkisi altına alan, kutsal resim kırıcılığı adıyla anılan hareket, İzmirde de yaşanmıştır. Kiliselerde bulunan dinsel tasvirlerin kaldırılmasını isteyenlerle, bu resimlerin ibadeti ve Hıristiyanların inancını güçlendirdiğini savunanlar arasındaki çekişme, çok şiddetli bir biçimde yıllarca devam etti. Bizans toplumunu bir iç savaşa sürükleyen bu akım giderek yaygınlaştı.Bir süre sonra sadece kiliselerdeki tasvirlerin kırılması bağlamından çıktı. Anadolunun Hıristiyanlık öncesi döneminden kalan antik kentler, heykeller, tapınaklar ve diğer mimari eserler, üzerlerindeki tasvirler nedeniyle saldırıya uğramaya başladı. İzmirin de bu akımdan payına düşeni aldığını ve yukarıda değindiğimiz gibi kentin Roma ve öncesi dönemine ait eserlerinin tahrip edildiğine kuşku yoktur. Büyük bir tedirginlik ve terör ortamı yaratan bu çekişme, maalesef kentin tahribatı yanında, kentin ekonomik yaşamını da olumsuz etkiledi.

Tahmin olunacağı üzere bu dış ve iç sorunlar, İzmirin gelişimini engelledi. Ancak IX. yüzyıldan itibaren İzmirin canlanmaya başladığı görülmektedir. Bu dönemden başlayarak, Bizans topraklarına denizden gelen tehlike vb. saldırılara karşı, İzmir Bizans donanmasının üssü olarak kullanılmaya başlandı. Buna bağlı olarak aynı dönemde İzmir, tersanesi ve gemi yapımcılığı ile öne çıktı. Denizcilik konusundaki bu gelişme, İzmirin askeri açıdan önem kazanması sonucunu hazırladı. İzmirin idari ve dinsel bir merkez olmasına ek olarak, askeri açıdan da güçlenmesi, kentin kendini toparlamasını sağladı. Askeri, idari ve dinsel bir merkez olarak Bizans İmparatorluğunun Ege kıyılarındaki en önemli merkezi durumuna gelen İzmirin, bu süreçte ticari açıdan da canlanmaya başladığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık olarak X. yüzyıl başlarında kurulan Sisam Deniz Theması nın merkezi olarak İzmir seçilmişti. Thema Bizans İmparatorluğunun taşra yönetiminde kullandığı bir idari birimdir. Sisam Deniz Theması ticari kaygılarla oluşturulmuş bir yapıydı. Dolayısıyla bu idari birimin merkezinin İzmir olması, kentin ticari bir özellik kazanmasına da neden oluyordu. İzmirin askeri, idari ve dinsel açılardan taşıdığı özelliklere, ticaret merkezi niteliğinin de katılması, kentin fiziksel yapısına yansımakta gecikmedi. 969-976 yılları arasında, kentin yerine getirdiği askeri, idari, dinsel ve ticari hizmetleri daha iyi görebilmesi için, İzmire dönemin imparatoru tarafından bir çok yapı inşa ettirildi. Ancak bu yapılardan hiç biri günümüze ulaşamadı. Bunun sebepleri arasında insanların tahribatının etkisi olsa da, doğal afetlerin payı olduğu da belirtilmelidir. Nitekim 1025 yılında yaşanan ve kenti büyük tahribata uğratan deprem, inşa edilen bu yapıların da yıkılmasına neden olmuştu.

savaşa sürükleyen bu akım giderek yaygınlaştı.Bir süre sonra sadece kiliselerdeki tasvirlerin kırılması bağlamından çıktı. Anadolunun Hıristiyanlık öncesi döneminden kalan antik kentler, heykeller, tapınaklar ve diğer mimari eserler, üzerlerindeki tasvirler nedeniyle saldırıya uğramaya başladı. İzmirin de bu akımdan payına düşeni aldığını ve yukarıda değindiğimiz gibi kentin Roma ve öncesi dönemine ait eserlerinin tahrip edildiğine kuşku yoktur. Büyük bir tedirginlik ve terör ortamı yaratan bu çekişme, maalesef kentin tahribatı yanında, kentin ekonomik yaşamını da olumsuz etkiledi.

Tahmin olunacağı üzere bu dış ve iç sorunlar, İzmirin gelişimini engelledi. Ancak IX. yüzyıldan itibaren İzmirin canlanmaya başladığı görülmektedir. Bu dönemden başlayarak, Bizans topraklarına denizden gelen tehlike vb. saldırılara karşı, İzmir Bizans donanmasının üssü olarak kullanılmaya başlandı. Buna bağlı olarak aynı dönemde İzmir, tersanesi ve gemi yapımcılığı ile öne çıktı. Denizcilik konusundaki bu gelişme, İzmirin askeri açıdan önem kazanması sonucunu hazırladı. İzmirin idari ve dinsel bir merkez olmasına ek olarak, askeri açıdan da güçlenmesi, kentin kendini toparlamasını sağladı. Askeri, idari ve dinsel bir merkez olarak Bizans İmparatorluğunun Ege kıyılarındaki en önemli merkezi durumuna gelen İzmirin, bu süreçte ticari açıdan da canlanmaya başladığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık olarak X. yüzyıl başlarında kurulan Sisam Deniz Theması nın merkezi olarak İzmir seçilmişti. Thema Bizans İmparatorluğunun taşra yönetiminde kullandığı bir idari birimdir. Sisam Deniz Theması ticari kaygılarla oluşturulmuş bir yapıydı. Dolayısıyla bu idari birimin merkezinin İzmir olması, kentin ticari bir özellik kazanmasına da neden oluyordu. İzmirin askeri, idari ve dinsel açılardan taşıdığı özelliklere, ticaret merkezi niteliğinin de katılması, kentin fiziksel yapısına yansımakta gecikmedi. 969-976 yılları arasında, kentin yerine getirdiği askeri, idari, dinsel ve ticari hizmetleri daha iyi görebilmesi için, İzmire dönemin imparatoru tarafından bir çok yapı inşa ettirildi. Ancak bu yapılardan hiç biri günümüze ulaşamadı. Bunun sebepleri arasında insanların tahribatının etkisi olsa da, doğal afetlerin payı olduğu da belirtilmelidir. Nitekim 1025 yılında yaşanan ve kenti büyük tahribata uğratan deprem, inşa edilen bu yapıların da yıkılmasına neden olmuştu.

İzmir, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarihinde yaşadığı önemli dönüşüm evrelerinden birisine daha girdi. Kentteki Bizans egemenliği tartışmalı hale geldi. Bu dönemde Bizans İmparatorluğu ile bölgeye ulaşan Türkler arasında İzmirin bir-kaç kez el değiştirdiği biliniyor. Bu hakimiyet mücadelesine haçlı seferlerinin de eklemlendiğini düşünecek olursak, İzmirin çekişmeli bir dönem yaşadığı kendiliğinden anlaşılır. Aynı süreç içinde İzmirin geleceğinde çok önemli rol oynayan ve adeta varlık sebebi olan, ticaret merkezi olma niteliğinin yavaş-yavaş oluşmaya başladığı görülmektedir. Bu dönemde Venedik ve Ceneviz tüccarları, sık-sık İzmire uğramaya başlamışlardır. Yani bir taraftan İzmir üzerinde hakimiyet çekişmeleri, diğer taraftan da, İzmiri ekonomik olarak var edecek bir gelişmenin bir arada yaşandığı bir döneme girilmektedir.

Bilindiği gibi 1071 yılında Bizans ordularının Selçuklu ordusu karşısında aldığı yenilgi, Anadolu tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Asya içlerinden batıya yönelen büyük nüfus kitleleri, askeri harekat ve savaşların ardından, kendileri için yeni bir ülke olan Anadoluya yerleşiyorlardı. Anadolu yarımadasının nüfus yapısı ve yerleşme sistemi hızlı bir şekilde değişiyordu. Nitekim 1071den kısa bir süre sonra 1076 yılında, İzmir önlerinde Türk kuvvetleri görülmeye başlamıştı. Hatta belirtilen yıl, İzmir kısa bir zaman sürecek olan Türk egemenliğini de tanıyacaktı. Selçuklu Türklerinin bu egemenlik dönemlerini, 1095 yılına kadar devam edecek olan çaka Beyin hakimiyet yılları takip eder. çaka Bey kurduğu donanmayla, Ege Denizinin dikkate değer güçlerinden biri olmayı da başaracaktır. Bu dönemin İzmir tarihi açısından anlamlı ve önemli olduğu açıkça bellidir. çünkü, İzmir bu süreçten başlayarak geçmişinden tamamen farklı bir kültürün elinde yeniden şekillenecektir. İzmirdeki ilk dönem Türk egemenliği, yaklaşık yirmi yıl sürer. çaka Beyin İzmirdeki hakimiyet döneminin bitişi, Türklerin kendi aralarındaki bir iç çekişme sonucunda olmuştur. Konyadaki Selçuklu sultanı iktidarına ortak olabileceği endişesiyle, çaka Beyi bir davette zehirleterek öldürür. Bu olaydan sonra ilk haçlı seferini (1096) takip eden günlerde, Bizans kuvvetleri kenti ele geçirdiler. Türklerin kısa bir dönem yönettikleri İzmir, yeniden bir Bizans kenti haline geldi. 1317 yılına kadar da kentin bu konumu değişmedi. 1096-1317 arasındaki yıllarda Bizans İmparatorluğu da, büyük sorunlarla karşı-karşıya kalmıştı. Bizans İmparatorluğunun yaşadığı iktidar mücadelelerine bu dönemde, gerek Balkanlar gerekse Anadoludan gelen dış akınlar eklenmişti. Fakat Bizansın yaşadığı en önemli sorun, hiç beklemediği bir yerden geldi. Bizansın Anadoluda yerleşen Türklere karşı yardım talep ettiği batı Hıristiyan dünyası düzenlediği haçlı seferleriyle bu isteğe cevap vermişti. Fakat 1204 yılında gerçekleşen 4. haçlı seferi, doğrudan doğruya Bizansın başkentine yöneldi. Başkent Konstantinopolis haçlılar tarafından ele geçirildi. Başkent yağma ve talan edilip, harabeye çevrildi. Bizans hanedanı ve halkı kentten sürüldü. Hanedanın bir bölümü İznik, bir bölümü de Trabzona gitmek zorunda kaldı. İzmir bu dönemde İznik Rum İmparatorluğu (1204-1261) yönetiminde kaldı. Ancak ilginç bir gelişmeyle, Bizansın yaşandığı bu olumsuz koşulların görüldüğü dönemde İzmir, uluslar arası bir ticaret merkezi haline geldi. Fakat hemen belirtmek gerekir ki, bu gelişmede Bizanslıların iradesinin payını abartmamak gerekir. Bu durum daha çok Bizanslıların kabul etmek zorunda kaldıkları bir sonuç olarak tanımlanabilir. Doğudan gelen malların taşınması ve Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Ceneviz, Venedik gibi kent devletleri, İzmirin bu ticaret için sağladığı avantajlı konumdan yararlanmak istiyorlardı. Bu nedenle İznikteki Bizans hanedanıyla pazarlık içindeydiler. Sonuçta bu pazarlıklar bir anlaşmaya dönüştü. 1261 yılında imzalanan Nif (Kemalpaşa) anlaşması, Cenevizlilere ticaret yapmak için çeşitli avantajlar sağlıyordu. Antlaşma gereğince Cenevizliler, İzmirde yerleşme ve ticaret yapma olanağına kavuşuyordu. Kendilerine mahalle, kilise, fırın ve hamam kurma ayrıcalıkları tanınmıştı. Cenevizliler liman civarında sonradan Frenk mahallesi olacak bölgeye yerleşmiş ve mahallerini kurmuşlardı.

Bir süre sonra, Venedikliler de aynı yolu izleyerek, Ceneviz gibi bir anlaşma yapmayı başardılar ve kendi mahallelerini kurdular. Bu dönemde oluşan ticari geleneklerin, miras olarak Osmanlı İzmirine kaldığına kuşku yoktur. XIV. yüzyılda İzmir, her ne kadar Bizans yönetiminde olmakla birlikte, Cenevizliler ve Venedikliler kentte etkin bir durumdaydılar. İzmir, 1317 yılında bir Türkmen Beyi olan Aydınoğlu Umur Beyin denetimi altına girmişti. Ancak, 1344de Papa VI. Clementin örgütlediği, Venedik, Kıbrıs ve Rodos şövalyelerinin katıldığı bir Haçlı seferinde Liman kalesi Latinlerin eline geçmiş, Pagos Dağının zirvesindeki Kadifekale Türklerin hakimiyetinde kalmıştı. Böylece şehir, uzun bir süre devam edecek olan yapısına kavuşmuş yani, yukarıda Müslüman İzmir ve aşağıda Hıristiyan İzmir olmak üzere ikiye bölünmüştü.

Osmanlı padişahi I. Bayezid, 1390da Batı Anadoludaki önemli liman kentleri olan Foça, Ayasuluğ (Efes), Balat, Urla, çeşme, Seferihisar ve Kuşadasını Osmanlı egemenliğine katmışsa da, İzmiri ele geçirememişti. İzmir, Anadoluda Hıristiyanların son uç beldesi olarak kalmıştı.

Batı Anadolunun ucundaki İzmire XV. yüzyılın başında Timur bir sefer düzenleyerek, Rodos şövalyelerinin hkim olduğu Liman kaleyi ele geçirmişti. Liman kaleyi yıktıran Timur, daha sonra 1402de Türkmen Aydınoğlu Beyliğinin canlandırılmasını sağlamış ve İzmiri Umur Beyin torunu Aydınoğlu Cüneyt Beye vermişti. Osmanlı Devleti ise, taht kavgalarından sonraki dönemde, İzmiri elde edebilmek için ciddi kararlılık göstermekteydi. 1414de kentin liman bölgesini ele geçirmişlerse de, Aydın-oğlu Cüneyt Bey, İzmirdeki egemenliğini sürdürmek için Osmanlılar, Bizanslılar ve Cenevizlilerle diplomatik ve siyasal bir mücadeleye girişmişti. 1426da Osmanlılar, Aydınoğlu Beyliğine son vererek, Batı Anadolu ve İzmiri hakimiyetleri altına almışlardı. Böylece, Osmanlı egemenliğine dek süren İzmirin yönetsel belirsizliği de sona ermiş oluyordu.

Bölüm 4

Osmanlı Egemenliği

XV.-XIX. Yüzyıllar Arasında İzmir

İzmirin Osmanlı Egemenliğine Girdiği Dönemdeki Görüntüsü

Egemenlik mücadelesinin yaşandığı bu dönemde, İzmir limanı ve art bölgesi harap durumdaydı. Osmanlılar İzmiri ve buraya zenginlik sağlayan Ege bölgesini imar ederek, canlılığın yeniden sağlanabileceği koşulları yarattı. Osmanlı Devletinin İzmir ve Batı Anadoluyu ele geçirdikleri dönemde, Ege Denizindeki hakimiyeti tam anlamıyla oluşmuş değildi. İzmir ve civarını kontrol etse bile, deniz gücü dengeleri geleneksel konumunu sürdürmekteydi. Bunun anlamı, XV. yüzyılda Venedikin Doğu Akdeniz ve Ege Denizinde eskiden beri sahip olduğu avantajlara sahip olduğudur. Osmanlılar, güçlü bir donanmaya sahip olan Venedik ile rekabette zorlanıyorlar ve kıyılarına yönelen saldırıları engelleyici önlemler alamıyorlardı. İzmir kaynaklı ticaretteki paylarını kaybetmek istemeyen Venedik, deniz gücü üstünlüğüne dayanarak bazı girişimlerde bulunmaktan da geri durmuyordu. Anlaşılacağı üzere, İzmirin Osmanlılar tarafından ele geçirilmesiyle sarsılan ticaret dengelerini, Venedik donanmasının gücüne dayanarak yeniden kendi lehine çevirmek istiyordu. Bu süreç, ticari ve askeri bir rekabet dönemiydi. Venedikliler 1472de İzmir üzerine yönelerek, askeri tehdit yoluyla ticari avantajlarını sürdürmeyi amaçlayan bir girişimde bulundular. Belirtilen yıl bir Venedik filosu körfeze girerek limana saldırdı, kenti yağmaladı ve yaktı.

Bunun üzerine Sultan II. Mehmet (Fatih), İzmir limanının girişinde bulunan ve Timurun İzmire girdiği günlerde yıktırmasından dolayı, harabe halinde bulunan Liman Kalesini yeniden yaptırdı. İç limanının hemen girişinde bulunan kale, İzmire denizden gelebilecek saldırılara karşı uzun yıllar en önemli savunma tesisi olarak kaldı. Liman Kalenin yeniden inşa edilmesiyle, İzmir tekrar eski görünümüne kavuştu. Yani Pagos dağı üzerinde bulunan ve bir iç kale görünümünde olan Kadife kale ile, kentin limanında bulunan kale arasında, kent tekrar bütünleşmiş oluyordu. Bu iki kale arasında da, kentin hem doğu tarafında hem de batı tarafında dış surlar uzanıyor, iç kale ile liman kaleyi birleştiriyordu. Sivil yerleşim daha çok Kadife kale yamaçlarında yoğunlaşıyor, aşağıda bugün Kemeraltı yayının yer aldığı iç liman çevresinde de ticari bölge bulunuyordu. Bu dönemde, Anadolu kıyılarında ve iç bölgede Osmanlı yönetiminin etkinliği artsa da, İzmirin yapısında dikkat çekici bir sıçrama oluşmadı. İzmir, XV. yüzyıl boyunca ve XVI. yüzyılın büyük bölümünde, küçük bir kıyı kasabası olarak yaşamaya devam etti.

Bunun en önemli nedeni, İzmirin ticari açıdan yerel bir nitelik göstermesidir. İstanbulun 1453 yılında fethedilmesi ve Osmanlı İmparatorluğunun başkenti yapılmasından sonra, hızlı bir büyüme ve imar süreci yaşadığı bilinmektedir. Nüfusu kısa sürede yüz binleri geçen İstanbulun, XVI. yüzyıl ortalarında 250-500 bin arasında tahmin edilen bir büyüklüğe ulaştığı da düşünülmektedir. Bu büyüklükte bir nüfusun beslenme ihtiyacını karşılayabilmek ve kesintisiz bir mal akışı sağlamak devlet yönetiminin en önemli sorunlarından birisiydi. İzmirin ve Batı Anadolunun, Osmanlı başkentinin ihtiyaçlarının temin edilmesinde işlevli olduğu bir bölgesel liman olması da, bu sürecin bir sonucudur. Kelimenin tam anlamıyla miğde kent denilebilecek olan İstanbul, tüketim kenti olup, tarımsal üretimin olmadığı bir yerdi. Böylesi büyük bir tüketimin sağlanmasında İzmir ve Batı Anadolunun payı çok büyüktü. XVI. yüzyılın son çeyreğine kadar İzmir, sadece İstanbula mal sevkiyatı yapılan bir iç limanın ticari kapasitesine sahipti. Dolayısıyla ancak bu ticarete bağlı bir büyüklüğe ulaşabilmişti. Ayrıca İstanbulun ihtiyacı için Osmanlı Devleti, Batı Anadolu tarımını canlandırmak için çalıştı. Bu nedenle İzmir ve Batı Anadolu başkentin en büyük meyve ve sebze üreticisi durumuna geldi. Yani tarım karakterli bir iç ticaret bölgeye hakim oldu. İzmir de, XVI. yüzyılın büyük bir bölümünde sadece tarım ürünleri sevk eden küçük bir liman kasabası olmaktan öteye gidememiştir. Uluslar arası ticaretin olmaması nedeniyle liman ekonomik açıdan gelişim sağlayamamıştı.

XVI. Yüzyılda İzmirin Nüfus Yapısı ve Kentsel Yerleşim:

XVI. yüzyıl başlarına kadar İzmirin nüfus dağılımında büyük bir değişim olmadı. Türkler genellikle Kadifekale eteklerinde, gayri müslimler ise, daha çok kıyı kesiminde yoğunlaşmışlardı. Tüm Akdeniz havzasında XVI. yüzyılda görülen nüfus artışı, İzmirde de yaşanmıştı. Nüfus artışının başladığı XVI. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Türkler, tepedeki yerleşim alanlarından aşağıya yönelerek, yukarı kale ile aşağı kale arasında yerleşim kuşağı oluşturdular. Bu kuşakta; Faikpaşa, Selatinzade Mescidi, Hanbey (Pazar) ve Liman isimlerini taşıyan dört mahalle bulunmaktaydı ki, bu mahalleler, gelişmeye başlayan kentin merkezini oluşturuyordu. Belirtilenler dışında Rum nüfusun oturduğu bir mahalle daha bulunuyordu. XVI. yüzyıl boyunca artan nüfusa bağlı olarak, şehrin fiziksel yapısının büyüdüğü anlaşılıyor. çünkü, yüzyılın son çeyreğine girerken üç yeni mahallenin daha kurulduğu görülmektedir. Bunlar Ali çavuş, Yazıcı ve Şeyhler mahalleleridir.

Bu mahallelerde oturanların sayısı da, belirtildiği üzere XVI. yüzyıl boyunca artış göstermiştir. 1528 yılında İzmir şehri toplam 225 haneden oluşuyordu. Fakat belirtilen hanelerin ellisi İzmir içinde yaşamıyor, şehrin hemen dışındaki bir köyde oturuyorlardı. Boynuzsekisi denilen bu yerleşme sadece idari açıdan İzmire bağlı olup, kent mekanı içinde yer almıyordu. 1575 yılında yapılan sayımlarda ise, İzmirdeki hane sayısının 307ye yükseldiği görülmektedir. Yaklaşık elli yıllık bir zaman diliminde izlenen bu nüfus artışı, belirtildiği üzere üç yeni mahallenin doğmasına zemin hazırlamıştı. İzmirin nüfusunun büyümesini sağlayan unsurların başında doğal artış gelmekle birlikte, yeni fethedilen Sakız adasından İzmire ulaşan göçün de, nüfusu artıran etkenler arasında sayılması gerekmektedir. Nüfusun artışıyla birlikte, İzmirin niteliği de değişmeye başlamıştı. Adalardan gelenler tarımla değil ticaretle uğraşıyor, buna bağlı olarak da, İzmir yavaş-yavaş bir pazar kentine dönüşüyordu. İzmir, köylü yaşamından ve tarımsal karakterinden uzaklaşıyordu. XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren İzmir limanı, hem İstanbula mal sevk edilen hem de dış satımın söz konusu olduğu bir özellik gösteriyordu.

Ticarette Yaşanan Dönüşüm;

XVI. yüzyılın sonlarından itibaren, İzmir ve Batı Anadoludaki dönüşümün başlamasına zemin hazırlayan üç önemli neden vardı. Bunlardan birincisi, Kıbrıs ve Sakız adalarının kısa bir zaman zarfında, arka-arkaya Osmanlı topraklarına katılmasıdır. Bu adaların Osmanlı Devletinin kontrolüne girmesi, Ege ve Akdeniz dünyasındaki geleneksel ticaret dengelerini tamamen değiştirdi. çünkü bu adalardan Akdeniz ticaretine etkin bir şekilde katılan Venedik, artık Osmanlı Devletinin uygun gördüğü biçimde faaliyet gösterecek bir konuma indirgeniyordu. Osmanlı Devleti ise, Ege ve Akdeniz ticaretini yönlendiren bir konuma kavuşuyordu.

İzmirde ticari dönüşümün ikincisi, dünyadaki değişimle ilgilidir. Doğu mallarının taşındığı ve Halep kenti üzerinden Akdenize ulaştığı geleneksel ticaret yolu bu yıllarda önemini kaybetmeye başlamıştır. Yolun önem kaybetmesinin nedenlerinden birisi, uzun süren Osmanlı-İran savaşları yüzünden oluşan güvensiz ortamdı. Doğudan gelen mallar bu güvensiz yolu izlemek yerine, kuzeye kaymış ve Erzurum üzerinden Anadoluyu geçerek İzmir limanına yönelmeye başlamıştı. Halep yolunun önem kaybetmesinin bir diğer nedeni ise, Uzak doğu mallarının coğrafi keşiflerden sonra deniz taşımacılığıyla nakledilmeye başlanmasıdır. İzmiri bir ticaret kenti haline getiren üçüncü neden de, dünyadaki dönüşümlere bağlıdır. Coğrafi keşifler sonrasında İngiltere, Fransa, Hollanda gibi Avrupa devletlerinin ticari aktörler olarak dünyanın her yerine uzanmaları ve sömürge imparatorlukları kurmaları, İzmiri de etkileyen bir gelişme olacaktır. Belirtilen devletlerin tüccarları, Osmanlı Devletinden aldıkları ayrıcalıklarla yeni dönemin en faal ticaret adamları olarak öne çıkacaklardır. Bu tüccarlar İzmire de yerleşecekler ve ticari faaliyetlerini sürdüreceklerdir.

Bu gelişmelerin İzmirdeki etkisi şaşırtıcı bir hızla izlenmeye başladı. 1590lı yıllara kadar Sakız adası, Batı Anadoludan çıkan malların sevk edildiği en önemli merkezdi. Osmanlılar, Batı Anadolu üzerinden gelen sınırlı miktarda transit ticaret mallarını çeşmeye yönlendirirlerdi. Mallar çeşmeden Sakız adasına, oradan da Avrupaya gönderilirdi. Sakız adası, Osmanlı egemenliğine girince, tüccarlar Anadoludan gelen malları gemilerle çeşmeden alıp, Sakız limanına ulaştırıp ve oradan Avrupaya giden açık deniz gemilerine aktarmak gibi pahalı ve zor bir işlemden vazgeçtiler. Bu yüzden 1590 - 1610 yılları arasında Batılı tüccarlar, Batı Anadolu ürünleri için transit liman olarak İzmiri seçmeye başladılar. çok geçmeden tüccar devletlerin konsolosluk binaları, İzmirde boy göstermeye başladı. 1620 yılına gelindiğinde İzmir limanı, XVI. yüzyıldaki görüntüsünden tamamen farklı bir görüntü sergiliyordu. Liman canlanmış, Batılı tüccarlar ile limana mal getiren kervancılar bir arada ilginç bir kompozisyon oluşturmaya başlamıştı. İzmire gelen gemi sayısı artmaya başlamış, liman çevresinde gemicilerin kaldığı ve vakit geçirdiği mekanlar yükselmeye başlamıştı.

İzmirin ticaret merkezi olarak yükselişinin ardında, Doğu Akdeniz ticaretinde egemen olan Fransa ve Venedik ile rekabete girişen İngilizlerin tutunma çabalarının da etkisi bulunmaktadır. Ticaret yapan unsurların çoğalması hem rekabeti artırıyor hem de talep olunan ürünlerin çeşitlenmesine neden oluyordu. Geleneksel ürün olan baharatın yanında yünlüler, pamuklular ve kuru meyveler gibi mallar da yer almaya başlamıştı. Tahmin edileceği üzere İzmir, verimli iç bölgesinde üretilen bu malların dış satım limanı konumuna gelmesi nedeniyle, bu ürünleri arayan tüccarların yeni yerleşim yeri özelliği kazanıyordu. XVII. yüzyılın ortalarından itibaren Uzakdoğu ipeklerinin de doğrudan İzmire gelmeye başlamasıyla birlikte, İzmir gerek ekonomi, gerekse nüfus açısından girdiği büyüme sürecini devam ettirecektir.

XVII. Yüzyılda Kentsel Yerleşim ve Nüfus Yapısında Dönüşüm

İzmir, idari yönetim açısından, Osmanlı Devletinin klasik yapısına uydurulmamış, bir eyalet merkezi haline getirilmemiş, Padişah hassı olarak ilan edilmişti. Kentte deniz asayişini sağlamak için bir Kaptan Paşa görevlendirilmiş, yargı işlerine bakmak ve idari işleri görmek için bir kadı atanmış ve Padişah adına vergileri toplamak için de bir Voyvoda hizmet etmişti. Görülmekte ki, İzmir Osmanlı merkezi yönetim yapısının dışında bırakılmış, halk kendi işlerinin kendisi yürütmesi açısından diğer Osmanlı kentlerine nazaran daha özgür bırakılmıştı. Ticaretteki gelişmeler, İzmirin kentsel yerleşim ve nüfus açısından dönüşüm yaşamasına zemin hazırladı. Öncelikle Avrupalı tüccarlar, kent sahili boyunca yerleşmeye başladılar. Bu caddede hızla konsolosluklarını, ticaret hanelerini inşa etmişler ve liman çevresinin fiziksel yapısını değiştirmişlerdi. 1620li yıllardan itibaren Batılı tüccarların evleri, dükkanları, ürün işleme ve depolama binaları, şehrin deniz kıyısında yer alır oldu. Bu dönemde kıyıda yerleşmek bir prestij olmayıp, ticaretle ilgili bir tercihti. çünkü o yıllarda henüz organize olmuş bir ticaretten ve gelişkin bir alt yapıdan söz etmemiz mümkün değildir. Her ev, aynı zamanda işyeri fonksiyonu da görebilmekteydi. çünkü küçük iç liman büyüyen ticari kapasiteyi kaldırmaktan uzaktı. Bu nedenle rıhtım olmayan fakat gemi yanaşmasına müsait kıyı boyunca inşa edilen ev ve depolar, ticari amaçla da kullanılmak zorundaydı. Ayrıca kıyıda ev yapmanın güvenlik açısından da yararları vardı. Frenkler, bu dönemde evlerini, zor durumda kalmaları halinde, sandallara binip, açıkta bekleyen gemilerine kaçıp sığınabilecekleri tarzda inşa ediyorlardı.

İç limanın sınırlarını oluşturan bugünkü Kemeraltı yayının üzerinde XVII. yüzyıl boyunca yapılan camiler, kentin bu dönemdeki hızlı büyümesinin işaretleri gibidir. Bunlardan başka yine kentin değişik mekanlarında yapılan camiler bulunduğunu da belirtmek mümkündür. Anlaşılacağı üzere, camiler de kentin fiziksel dokusunu değiştiren kamusal kullanım binaları olarak, İzmirdeki yerlerini almışlardı.

Kentin fiziksel mekanını farklılaştıran bir diğer alan ise, XVII. yüzyıl içinde gelişen hanlar bölgesidir. Yüzyılın başından itibaren ticaretin canlanmasına bağlı olarak hanların bir biri ardından yükseldiği izlenmektedir. İzmirde ülkeler arası çalışan tüccarlara hizmet veren hanların sayısı XVII. yüzyılın başında 25 iken, 1670te bu sayı 82ye ulaşmıştı. Buna ek olarak, tuz işleme atölyeleri, kahvehaneler, meyhaneler, sabun üretim atölyeleri, yağhaneler vb. işletmeler liman bölgesinin değişiminin tanıkları olarak ortaya çıkmışlardı. XVII. yüzyıla ait gravürler, kentin yerleşim alanının genişlediği ve fiziksel yapısının değiştiğini göstermektedir. Gravürlere ve yazılı belgelere göre, Kadifekale eteklerinde başlayan yerleşim, sahil şeridini izleyerek kuzeyde Punta (Alsancak Burnu) olarak adlandırılan çıkıntıya kadar uzanıyordu. Güneyde ise, bu günkü Varyant başlangıcını oluşturan Yahudi mezarlığına (Maşatlık) değin ulaşıyordu. Limanın doğusunda Kadifekale eteklerinde Türkler yaşıyordu. İkiçeşmelik ve Keçecileriçi gibi Türk bölgelerinin arasına, Havra sokağı gibi Musevi yerleşimleri girmişti. Kıyıdaki Frenk mahallesinin hemen gerisinde Rumların, bunlarla Türk bölgelerinin arasında da Ermenilerin mahalleleri sıralanmaktaydı. Kıyıya yakın bölgelerde iş alanları yoğunlaşırken, yerleşim alanları da bu bölgenin arkasında içeriye doğru genişlemişti. Mahalleler arasında ve içinde bulunan sokakların çok geniş olduğunu söylemek zordur. Sokakların en geniş yeri 3-4 metreyi bulmakta, yüklü bir deve ancak geçebilmekteydi. Bu sokaklar dar olduğu kadar karışıktır da! Tüm bunlar, kentte planlı bir yerleşmenin olmadığını bize göstermektedir. Ancak XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra, kentin imar çalışmalarına hız verilmiş, sokaklar bu dönemde genişletilmiş ve kaldırım döşenmeye başlanmıştır.

Ticar faaliyetler ve buna bağlı olarak sağlanan ekonomik refah, 1650li yıllardan sonra, kente ticari altyapı sağlamaya yönelik bir inşaat patlamasına neden olmuştur. Kentin önemini kavrayan Osmanlı yöneticileri, öncelikle alış verişin ve mal sözleşmelerin gerçekleştiği, bir çarşı (bedesten) ve gümrük binası inşa ettirdiler. Gümrük binası, ihraç ve ithal edilen malların denetimini sağladığı gibi, gümrük gelirlerinin artmasına da yol açmıştır. Ayrıca kentin su ihtiyacını gidermek için, bir su kemerinin yapılması ve su yollarının inşası da planlanmıştı. Vezir Osman ağa veya vezir suyu adıyla tanınan içme suyu bu dönemde, kentin sebil ve çeşmelerinden akmaya başlamıştır. Vezir suyunu kente taşıyan kemer, hala durmaktadır. Kentte imar faaliyetlerinin görüldüğü bu dönemde, kentin yaşam serüveninde hiç eksik olmayan bir felaketle tekrar yüz yüze kalıyordu: deprem! 1654 ve 1664 yıllarında yaşanan depremler, kentte korkuya yol açıp, yabancıların gemilere sığınmalarına neden olmuşsa da, çok büyük yıkıma yol açmamıştır. Ancak 1688 yılında İzmir, tarihinde gördüğü en şiddetli depremlerden birisini yaşamıştı. Yaklaşık 15.000 ile 20.000 kişi hayatını yitirmiş ve depremin ardından çıkan büyük yangın, neredeyse kentin tamamını tahrip etmişti. Deprem ve yangın sonrasında İzmir, hızla yeniden inşa edilmeye başlanmış, bu inşaat faaliyetlerinin önemli bir bölümünü Osmanlı yönetimi üstlenmiş, hatta öncülük etmişti. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşanın bu süreçte inşa ettirdiği Büyük Vezir Hanı, abidevi yapısıyla yapılacak diğer hanlara model oluşturmuştu. Şehrin yeniden imar çalışmalarına yerli halkla birlikte, Frenkler de büyük destek olup, katkıda bulunmuş, böylece hızlı bir gelişme sağlanmıştı. Ticaret, kenti sadece fiziksel açıdan değiştirmekle kalmamış, şehrin nüfus yapısını da büyük oranda etkilemiştir. İzmirin dünya ticaretiyle bütünleşme yolunda böylesi gelişimlerin yaşanması üzerine, ticarette aracı rolü oynayan Osmanlı tebaası Rum, Yahudi ve Ermeniler hızla İzmire yerleşmeye başlamışlardı. Bu kişiler, hem Batı dillerini konuşmaları, hem de Türkçe bilmeleri nedeniyle yerli halkla ilişki kurabiliyorlardı. Bundan dolayı, onlar ticaretin vazgeçilmez aracıları haline gelmişlerdi. Bu durum İzmirin dış ticaretinde Türklerin rolünün sınırlı kalmasına neden olmaktaydı. İzmir ticaretinde esas rolü Avrupalı tüccarların oynaması, doğal olarak Türklerin ticari etkinliklere katılmasını zorlaştırmaktaydı. Bu dönüşüm sürecinde İzmirde nüfus açısından Türkler elbette çoğunluktaydılar. Kentin iç pazarlarına, geleneksel ticaretine egemendiler ve kent halkının gereksinimlerini karşılamaktaydılar. Ancak uluslararası ticarette etkin değillerdi. Ticari canlılık ve uluslar arası ticaretin kentin hakim ekonomik sektörü oluşu, İzmiri nüfus açısından kozmopolit bir hale getirmişti. Kentte Türklerin yanı sıra Osmanlı uyruğu olan gayri müslimler yaşarken, bu dönüşüm sonucunda Avrupalı bir nüfus grubu da oluşmuştu. Nitekim Frenk mahallesi, Osmanlı Devletinde Batı kültürünün, kendini çevresinden ayırmasının fiziki simgesiydi. Frenk mahallesinde yaşayan Avrupalılar, yaşadıkları bölgede, hayatlarını kendi ülkelerindekine benzetebilmek için, ibadethaneler, kulüpler, lokantalar, kültür merkezleri, hastaneler vb. yapıları inşa ettirmişlerdi.

Batılı ve yerli unsurların bir arada bulunduğu bir kent olarak İzmir, diğer Osmanlı kentlerinden farklı bir nüfus yapısına sahip olmuştu. Nüfus dışında Frenk mahallesindeki Batılı yaşam tarzı, gelecek yıllarda İzmir kültürünü etkileyen unsurlardan birisi olacaktır.

Ancak İzmir halkının yaşadığı önemli sorunlar da vardı. Liman kentlerinin karşı karşıya kaldığı sıkıntılardan olan salgınlar İzmir nüfusunu etkileyen bir faktördür. İzmir gibi liman kentleri, gemilerin ya da kervanların son durağı olduğu için, her zaman salgın hastalık tehlikesiyle yüz yüzeydiler. İzmir kenti de başta veba, çiçek ve kolera olmak üzere salgın hastalıklardan büyük zararlar görmüştür. Salgınlar genellikle yaz aylarında ortaya çıkardı. Kentte salgın başlayınca, yabancılar derhal kent dışına çıkıp kimseyle temas etmediklerinden, salgın dönemini kolay atlatırlardı. Hastalarından ayrılmayan Müslümanlar ile Museviler, büyük kayıplara uğrardı. Nitekim 1676 veba salgınında 30.000 kişinin yaşamını yitirdiği kaynaklarda yer almaktadır.

İzmir tarihi boyunca, savaşlar, depremler, yangınlar ve salgın hastalıklar gibi, sorunlarla sürekli tahrip olup, yıkılmışsa da, her felaketin ardından yeniden canlanıp, yaşantısına daha güçlü ve zengin bir biçimde devam etmeyi başarmıştır.

XVIII. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla İzmir

İzmirin XVII. yüzyıl boyunca devam eden büyüme süreci, XVIII. yüzyılda da artarak devam etmiştir. Üstelik 1740lardan sonra ikinci büyüme evresi diyebileceğimiz daha canlı bir dönemi de yaşamıştır. İkinci büyüme evresi, İzmiri bir uluslar arası liman kenti statüsünden, dünya kenti statüsüne taşımıştır. Bu dönemde İzmir, Osmanlı İmparatorluğunun dünya ekonomisi ile eklemlendiği yer haline gelmiştir. 1650-1750 yılları arasında İzmir, kıtalararası ticarette aracı durumdadır. Burada ticarete konu olan mallar, Ankara tiftiği, İç Anadolu derileri, İran İpeği, Uzak Doğu malları olup, İzmir ve Batı Anadoluya özgü olmayan ürünlerdir. Tebriz-Tokat-İzmir üzerinden akan kervanların taşıdığı malların ihraç edildiği bir limandır.

1770-1870 yıllarını kapsayan yaklaşık yüz yıllık dönemde İzmir, ticaretteki aracı işlevinden sıyrılmıştır. İç bölgesinin değerli tarım ürünlerini, dünya pazarlarına aktaran bir çıkış noktası ve limanı konumunu kazanmıştır. Başta pamuk olmak üzere, afyon, kuru üzüm, kuru incir, palamut, doğal kök boya, zeytinyağı, sabun vb. yerel ürünlerin ihracı önem kazanmaya başlamış, bu nedenle İzmirin arka bölgesinde de bir canlanma ve ekonomik refah izlenmeye başlamıştır. Bu yüz yıllık dönemde, İzmir limanından yapılan ihracatta on kata ulaşan bir artış vardır ve bu evrede, İzmirin bir liman kenti olarak büyümesini hazırlayan unsurların, üç ana neden üzerine oturduğu görülmektedir:

Batı Avrupada sanayi devrimi nedeniyle tarımsal ürünlere ve hammaddeye aşırı ihtiyaç duyulması.

İngilterenin Hindistana kesin yerleşmesinden ötürü Asya ile iletişim kanallarının açık tutulması için Anadoludan yararlanma arzusu ve bunun amaçla Batı Anadoluyu kullanması.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı nedeniyle İngilizlerin tekstil sanayisi için acil ihtiyaç duydukları pamuğu temin edemeyişi ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, özellikle Batı Anadoluda pamuk tarımını canlandırmaları. Bu nedenlere bağlı gelişmeler, Osmanlı Devletinde XVIII. yüzyılın sonlarında pamuk tarımının patlama sebebi olarak kabul edilmektedir. Verimli Ege topraklarında dış talebini karşılamak için pamuk üretilmeye başlanmıştır. Avrupalılar tarafından getirilen pamuk tohumları, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz vadilerindeki verimli ovalarda ekilmeye başlanmıştır. Artan üretime bağlı olarak İzmirde dünyanın büyük bir pamuk pazarı oluşmuştur.

Pamuk üretim ve ticaretini, bu dönemde Ege bölgesinin ayan denilen yerel yöneticileri kontrol ediyorlardı. Ayanlar, İzmirde daha önce var olan hanlar bölgesinde yeni hanlar inşa ettirmeye başlamışlardı. Bunlar, Mirkelam-oğlu Hanı, Karaosman-oğlu Hanı, Büyük Demirhan, Küçük demirhan gibi hanlar olup, bir kısmı binayı yaptıran ayanların ismini almıştır. Ayanlar, yaptırdıkları hanlarla kendi güçlerini gösterirlerken, kendi geniş topraklarında üretilen pamukları depoluyorlardı. Böylece İzmirdeki hanlar, hem ticareti besliyor hem de depolama hizmetini yerine getiriyorlardı. Yerel ürünlerin ticaretinin önem kazanmaya başlaması, ticari etkinlikleri elinde tutan cemaatler arasında bir farklılaşmanın yaşanmasına neden olmuştur. Ticar etkinlikler bu döneme kadar Ermeni ve Yahudilerin elinde iken, yerel malların hem üretiminde, hem de ticaretinde Batı Anadolu Rumları ön plana çıkmaya başladı. XVIII. yüzyıl ortalarından itibaren İzmir çevresinde gelişen yeni ticaret ağını, yerli Rum tüccarlardan oluşan bir aracı grup denetlemeye başlamıştı. Zamanla yerli aracılar, Batı Anadoludaki her türlü ticaret ve iletişim konusunda vazgeçilmez hale geldiler. XVIII. ve XIX .yüzyıllarda İzmir, bir altın çağ yaşayarak, Doğu Akdenizin en önemli liman kenti haline geldi. Aynı zamanda Osmanlı Devletinin önde gelen ihraç limanları arasında ilk sıralarda yer aldı.

Bölüm V

XIX. Yüzyıldan Cumhuriyetin İzmirine

XIX. yüzyıla girilmesiyle, İzmir ve Batı Anadolunun tarihsel serüveninde çok önemli dönüşümler yaşanmaya başlanmıştır. İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında, 1838 yılında Balta Limanı Ticaret Antlaşması olarak bilinen, serbest ticaret anlaşması imzalanmıştır. 1838 anlaşması ile İngilterenin elde ettiği ayrıcalıkları daha sonra Fransa, başta olmak üzere, diğer Avrupa ülkeleri de elde etmişti. 1838 ticaret anlaşmasındaki gümrük indirimleri, Osmanlı yönetiminin ticaret üzerindeki denetiminin azalması ve konsolosluk mahkemelerinin yargı alanının genişlemesi, yabancı tüccarların İzmire akın etmesine neden oldu. 1856 yılında yabancılara mülk edinme hakkının verilmesi ise, önemli miktarda yabancı nüfusun İzmire akmasına neden oldu. 1847-1880 yılları arasında İzmirdeki yabancı nüfusun önemli bir artış gösterdiğine tanık olmaktayız. 1847de 15.000 kişi olan yabancı nüfus, 1880de 50.000 kişiye ulaşmıştı. İzmir ve Batı Anadoluda ticari kapasitenin büyümesiyle, finansal örgütlenmeler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Nitekim bir grup tüccar tarafından 1843 yılında Commercial Bank Of İzmir kurulmuştur. Bunu 1860 yılında Credit Lyonnaisin İzmir şubesini açması izler ve ardından da 1863de Osmanlı Bankası İzmirde şube açar.

Yabancılar İzmire gelirken beraberlerinde sermaye, iletişim ve nakil araçları, yatırım planları hatta Afrikadan köle bile getirerek, bölgeyi kolonileştirmeye çalıştılar. Ancak yabancılar bu arzularına rağmen, İzmirden pek içeriye giremediler. İç bölgeyle olan ilişkilerini yerel aracılarla sürdürmek zorunda kaldılar. Kentin nüfus yapısında da, önemli değişimler ortaya çıktı. Bu arada şehrin zenginliğinin çok büyük bir kısmını yabancılar denetlerken, gelişen ticaret ortamında yabancılarla kolay ilişki kuran Osmanlı tebaası Rum ve Ermeni nüfus, kapitülasyon haklarından yararlanarak, çok önemli avantajlar elde ettiler. Kapitülasyonların ve Avrupalı güçlerin yardımlarıyla İzmirde aynı işi yapan Türklerin karşısında ayrıcalıklı bir konuma kavuştular. Ticaretteki gelişmelere paralel olarak, 1850li yılları takiben İzmire büyük bir sermaye akımı olmuştu. Ticari güvence kazanan kapital sahibi kişiler, ticari faaliyetlerini İzmirden yürütmeye başlayarak, dış dünya ile haberleşmenin kolay sağlandığı, deniz nakliye şirketlerinin bulunduğu bir bölge olan Pasaport civarına yerleşir olmuşlardı. 1850 yılında İzmirde 20 değişik ülkenin tüccarları büyük ticaret evleri kurmuşlar ve bu ülkelerin 17 tanesi şehirde konsolosluk açmışlardı. İzmir, Batılı devletlerle olan ticari hacmine paralel olarak büyük bir gelişim ve dönüşüm içine girmiştir. 1850li yıllardan itibaren hız kazanan bu değişim, I. Dünya Savaşının başladığı 1914 yılına kadar aralıksız devam etmiştir.

İzmire Yapılan Yatırımlar

İzmirde gelişim ve dönüşüm, hiç kuşkusuz demiryollarının yapımı ile farklı bir sürece girmiştir. Demiryolunu izleyen liman ve rıhtımın inşaatlarıyla da, hız kazanmıştır. İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba (Turgutlu) arasında açılan demiryolu bağlantıları, Türkiyenin ilk demiryolu hatlarıydı. Bu demiryolu hatları, İngiliz ve Fransızlar tarafından, Batı Anadolunun tarım ürünlerini hızlı bir şekilde nakletmek, son derece zengin olan iç bölgeyi limana bağlamak için kurulmuşlardır. İzmirdeki bütün tüccarlar, Batı Anadolunun İzmire demiryoluyla bağlanması durumunda ticaretin ve dolayısıyla krlarının çok artacağının bilincindeydiler. 1860lı yıllara kadar İzmirde var olan liman ve rıhtım genişleyen ticareti kaldıracak kapasiteye sahip değildi. Bu durum, gemilerin yükleme ve boşaltma işlemlerinde güçlük yarattığı gibi, kaçakçılığa da büyük çapta olanak sağladığından, gümrük gelirlerinde önemli kayıplara yol açmaktaydı. 1860lı yıllarla birlikte demiryolu hatlarının işletmeye açılmasıyla, iç bölgeden gelen malların akışının hızlanması ve artması nedeniyle, büyük tonajlı gemilerin rahatça yanaşıp, yükleme boşaltma yapabilecekleri bir rıhtıma ihtiyaç duyulmuştur. 1867de J. Charnaud, A. Baker ve G. Guerracino adlı İngiliz tüccarların kurdukları şirkete Rıhtım inşaatının yapım imtiyazı verilmiştir. Şirket 1869da inşaata başladı ancak, imtiyaz kısa bir süre sonra bir Fransız firmasına devredildi. Rıhtım, gümrük önündeki 75 metrelik bir alan dışında, 1876 yılında tamamlanarak hizmete açıldı. Rıhtımın yükleme ve boşaltmadaki kolaylıkları görülünce 75 metrelik bölüm de doldurularak, 1880 yılında rıhtımın tamamı hizmete açıldı. Bundan sonra rıhtıma tramvay hattı döşenirken, denizden ve arka taraftaki bataklıklardan kazanılan değerli araziler satılarak, kentin yerleşiminde zengin ve batılı semtlerin oluşacağı alanlar da kazanılmıştı. Birinci Kordona döşenen tramvay hatları ile gündüzleri yolcular taşınıyordu. Geceleri ise, tramvay hattında çalışan tren katarları, Alsancak Garına gelen malları Birinci Kordondan geçirerek İzmir Limanına aktarıyordu. İngilizler, Alsancakta Garın yapımından sonra, burada geniş araziler almaya başlamışlar, lojmanlar, depolar, tamir ve bakım atölyeleri ile pek çok müştemilat binası ile itfaiye teşkilatını yerleştirmişlerdi. Öte yandan, St. Jean kilisesi ve İngiliz hastanesini de bu yöreye inşa etmişlerdi. Ayrıca demiryolunun burada olması nedeniyle XIX. Yüzyılın sonlarında başlayan sanayileşme de, bu bölgede yoğunlaşmaya başlamıştı. Özellikle Alsancaktan Bornovaya gidiş yolu olan Darağacı Bölgesi [Bu gün Alsancak Stadının ön Caddesi], Rum amelelerin yerleşim bölgesi olmuş aynı zamanda, kentin sanayi mıntıkası haline gelmişti. Bu bölgede tamamı yabancılara ait buharlı değirmenler, sigara ve okul kağıdı fabrikası, bıçkı atölyeleri, Havagazı Fabrikası (1860), Buz Fabrikaları, Prina Fabrikası, Pamukyağı ve Makarna Fabrikası kurulmuştu.

Ayrıca İngilizler dokuma sanayiinde ön saflardadır. Şark Sanayii ile İzmir Pamuklu Mensucat bunların en meşhurlarıdır. Öte yandan deri fabrikaları önemli kuruluşlardandır. Yine bu bölgede Eaux de Smyrna isimli su fabrikasını da anmamız gerekir. Ayrıca 1886 yılında Reji şirketinin tütün ve sigara fabrikası kurulmuş, öte yandan bölgenin değerli ürünleri olan üzüm ve incirin ihracında kullanılan tahta kutu imalathaneleri de Puntaya yerleşmeye başlamıştı. Tarım ürünlerinin ticaretinin artması, gelen sermayeye paralel olarak sanayiinin gelişmeye başlaması, ucuz iş gücüne ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır. Ancak İzmir ve Batı Anadoluda yeterli işçi bulunmamakta, bu ihtiyacın karşılanması için; kıraç, verimsiz Ege adalarında yaşayan Rumlar, Anadoluya getirilmeye başlanmıştı. Getirilen Rum nüfusun bir kısmı tarım alanlarında istihdam edilirken, önemli bir kısmı da işçi olarak İzmirdeki tesislerde çalıştırılıyorlardı. Rum işçilerin İzmire gelmesiyle, kentin yerleşim mekanlarında değişimler yaşanmaya başlanmıştı. Günümüzdeki gecekondulaşmaya benzer biçimde Darağacı, Halkapınar, Tepecik, Kızılçullu (Şirinyer) ve Bucada işçi mahallelerinin kurulduğuna tanık oluyoruz. Bunlar her kurdukları mahalleye kiliselerini yapıyorlar ve mahalle kilisenin adıyla anılmaya başlanıyordu. Rıhtım Şirketinin denizi doldurarak oluşturduğu bölgede ve Kordonda, yabancılar kendi yaşam alışkanlıklarını sürdürecek mekanlar yaratmışlardı. Özellikle yüksek gelir gruplarına yönelik pek çok kulüp ve dernek binası bu civardaydı. Bunlar Avrupalılar Derneği (Club Europen), Tüccarlar Derneği ve Kulübü, Avcılar Kulübü, Sporting Club ve Concert America Tiyatro salonu en görkemli yapılardı. Ayrıca, İzmirin görkemli yapılarından birisi de Kramer Palas Oteli ile onun üst katındaki Club Hellenique idi. Artık kentin insan kitlesinde büyük farklılaşmalar oluşmuştu. Bu kitle, Kordonda konutlar da edinmeye başlamış, Pasaport yöresinden kuzeye doğru, konut alanları yoğunlaşmıştı. Sakızdan gelen tüccarların oturdukları ev anlamına gelen Sakız tipi mimari, yani iki katlı ve cumbalı konut mimarisi de İzmirde yaygınlaşıyordu. Bunlardan başka Whitall, Giraud, Charnaud, Forbes, La Fontaine, Patterson gibi zengin tüccar aileler, Buca, Bornova ve çok az olmakla birlikte Karşıyakada geniş araziler alıp, görkemli malikaneler kurmuşlardı. İnşa ettirdikleri binaların projelerini yurtdışında çizdiriyorlar, malzemelerini [tuğla, kiremit mermerlere varıncaya kadar] yurtdışından getirtiyorlardı. Böylece İzmirde çok farklı, elit bir tabaka ve yaşam biçimi ortaya çıkıyordu. İzmirin banliyölerinde yaşamaya başlayan bu aileler, sadece İzmire gidiş gelişlerini temin etmek için, ek demiryolu hatları dahi açtırıyorlardı.

İzmirde Kentleşme çalışmaları ve Belediye Hizmetleri:

İzmir, XIX. yüzyılda Osmanlı Devletinde gerçek anlamda modern kent olgusunun oluşmaya başladığı ender kentlerden birisidir. İzmirde modern anlamda kentleşme süreci ve kamusal mekanların yaratılması, XIX. yüzyılda Osmanlı Devletinin modern bir monarşi olma yoluna girmesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde Konak meydanı olarak bildiğimiz meydana adını veren yapı, Katipoğlu ailesinin konağıdır. Bu konağın dış avlusunu çevreleyen duvarların daha doğrusu cümle kapısının önündeki küçük boş alan, İzmirin ilk Konak meydanıdır. 1829da konak idari bir bina olarak kullanılmaya başlanmış, böylece meydanda devleti simgeleyen resmi bir bina vücuda getirilmiştir. Bu binanın daha sonra yabancılara karşı devleti temsil eden prestij kurumu olması düşünülmüş ve 1869da yeniden inşa edilerek, 1872 de Hükümet Konağı olarak hizmete girmiştir.

Katip-oğlu konağı hükümet binası olarak kullanılırken ön tarafına, 1950li yıllarda ne yazık ki yıktırılan kışla binası yaptırıldı. Sarı Kışla olarak bilinen yapı 1829da tamamlanarak, Konak meydanında devleti simgeleyen ikinci görkemli ve resmi bina oldu. Bu meydanda modernleşmenin önemli simgelerinden bir tanesi de, Sultan II. Abdülhamitin tahta çıkışının 25. yıldönümü için 1901de yapılan Saat Kulesidir. Saat Kulesi, Sarı Kışla ve Hükümet Konağı ile, kentin modern anlamda ilk kamusal meydanı, XIX. yüzyıl içinde yaratılmıştır. Modernleşme sürecini yaşayan İzmirde yabancı şirketler kanalıyla, havagazı, su, tramvay gibi hizmetlerin sınırlı da olsa sağlandığına tanık olmaktayız. Kentleşme süreci açısından bu gelişmelere rağmen, İzmirin uluslararası ticarette öneminin artması sonucu kentte yaşanan büyüme, altyapı ihtiyacını da beraberinde getirmişti. Bunun üzerine, başta İngilizler olmak üzere, Ecnebi tüccarlar, İzmirde Belediye örgütü kurulması için istekte bulunmaya başladılar. Osmanlı Hükümeti de 1867 yılında kentin büyüklüğü, sokak ve Pazar yerlerinin bakımsızlığı gibi beledi sorunları göz önüne alarak, bir Belediye teşkilatının kurulmasına karar vermiştir. Ancak kentin kozmopolit nüfus yapısı ve gruplar arasındaki çıkar çatışmaları, belediye hizmetlerini engeller duruma gelmiştir, bunun üzerine 1879 yılında ikinci bir belediye dairesi kurma yoluna gidilmiş, 1880 yılından itibaren kentte iki tane belediye dairesi hizmet sunmaya başlamıştır.

Ticaret Hayatı

İzmirde ticaretin böylesine gelişmesi, bir takım ticari örgütlenmeleri de gündeme getirdi. Öncelikle 1850li yıllardan itibaren, İngiliz ve Fransız tüccarlar İzmirde birer tane Ticaret Odası kurdular. Ardından İtalyan ve Felemenkler de aynı girişimde bulundular. Diğer yandan İzmirdeki tüm tüccarları kapsayacak bir ticaret odasının kurulması 1880 yılında gündeme geldi ve 1885 yılında, odanın resmen kuruluşu tamamlanabildi. Bir başka ticari örgütlenme ise, Ticaret Borsası kurma çabalarıdır. Bu çabalar XIX. yüzyılın başından itibaren sergilenmişse de, bunları borsa olarak nitelendirmemiz pek mümkün değildir. Modern ve kapsamı itibarıyla gerçek borsanın kuruluşu yolunda ilk adımlar 1891 yılında atılmaya başlanmış, sonunda hükümet 1892 yılında borsanın açılışına izin vermiştir. Ticaret kenti olan İzmirde, ticaret mekanları Kemeraltı ve Frenk Sokağı olmak üzere ikiye ayrılmış durumdaydı. Kemeraltı bölgesi, geleneksel ticari ilişkilerin yaşandığı, daha çok yerli unsurlara hizmet eden, eski iç liman boyunca gelişmiş olan bir ticaret alanıydı. Kemeraltı çarşısına baktığımızda, Osmanlı Devletinin geleneksel arasta yapısını görmekteyiz. Ayrıca bu çarşıda Taşçılar içi, Mermerciler içi, çiviciler içi, Şekerciler içi, Kavaflar içi, Kantarcılar içi, Yemiş çarşısı gibi her sokağın isimle anıldığı, belli ürünlerde uzmanlaşmış yerler olduğunu görüyoruz. Frenk Sokağı ise, bugünkü yapılanmaya göre Kemeraltının doğusundan başlayıp, Pasaport, Cumhuriyet Meydanı ve Alsancaka kadar uzanan, buradaki Levantenlerin ve yabancıların alış veriş yaptığı, bir az daha üst gelir grubuna hitap eden ticaret merkeziydi. Kemeraltında yerli ürünlerin ticareti yapılırken, burada daha çok Avrupa mallarının satıldığı görülmektedir. Avrupanın büyük mağazalarının şubelerinin bulunduğu, Avrupa modasının yansıdığı bir ticaret yapılmaktaydı.

Basın ve Kültür Hayatı

İzmirin XIX. yüzyıldan itibaren ticari yapının dönüşmeye başlamasıyla, tüccarlar arasında iletişim kurma konusunda bir ihtiyaç belirir. Gazete yayınlanması konusunda ilk girişimler de bu dönemde görülür. İzmir Osmanlı döneminde basının beşiği olur. İlk gazete 1821 yılında Fransızca olarak yayın hayatına başlayan Le Spectateur Oriental adlı gazetedir. Ancak bu gazete, Mora İhtilalini desteklediği için yayın hayatı kısa sürer. Basına ihtiyaç duyulan İzmirde, kısa bir süre sonra Alexandr Blacque isimli bir girişimci, yine Fransızca olan le Courier de Smyrne başlığını taşıyan bir gazeteyi daha yayın hayatına sokar. Bu gazetenin ardından yine Fransızca yayınlanan ve 1841de başlayan yayın faaliyetini, 1915 yılına kadar aralıksız sürdüren Empercial gazetesini görürüz. Bunların ardından Journal de Smyrne gibi gazeteleri de sayabiliriz. Osmanlı Devletinde ilk Rumca gazete yayınlanması çabalarının da yine İzmirde gerçekleştirildiğine tanık olmaktayız. İzmirin kozmopolit nüfus yapısı nedeniyle burada Fransızca ve Rumcanın yanı sıra İbranice ve Ermenice gazeteler de yayınlanmıştır. İzmirde Türkçe gazetenin yayın hayatına girmesi için 1868 yılını beklemek gerekmiştir. 1868de açılan Vilayet Matbaası, resmi nitelikli ilk Türkçe gazete olan Aydını yayın hayatına sokmuştur. Kısa bir süre sonra Devir ve İntibah adlarını taşıyan iki gazete daha yayın hayatına girmişse de, bunlar Türk okuyucu kitlesinin azlığı nedeniyle, kısa ömürlü olmuşlardı. 1876da I. Meşrutiyetin ilanının ardından Osmanlıcılık idealini yaymaya çalışan Karidi Efendi isminde bir İzmirli Rum, Türkçe İzmir gazetesini yayınlayarak, Türkçe gazete eksikliğini gidermeye çalışmıştır. Ancak düzenli olarak yayınlanan Türkçe gazeteye ulaşmak için, 1886 yılını beklemek gerekecekti. İzmirin kültürlü gençlerinden Tevfik Nevzat ve Halit Ziya (Uşaklıgil) Hizmet gazetesini yayınlamaya başlarlar. Bu gazete fikir ve politika gazetesi olup, ekonomik sorunlara ve edebi konulara da yer vermektedir. Hizmet gazetesinin ardından çok uzun dönem yayın hayatında kalacak olan Ahenk gazetesi 1895 yılında yayınlanmaya başlamıştır. 1908de II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte tüm Osmanlı ülkesinde olduğu gibi, İzmirde de basın alanında önemli bir sıçrama yaşanır. Yayında bulunan Ahenk ve Hizmet gazetelerinin yanına yeni gazeteler eklenmiştir. Bu gazetelerin başında II. Meşrutiyeti hazırlayan İttihat ve Terakki Fırkasının resmi yayın organı niteliğinde olan İttihat gazetesi gelmektedir ki, bu gazete daha sonraları uzun yıllar Anadolu adıyla yayın faaliyetini sürdürmüştür. Bundan başka yayına giren bir gazete ise, Köylü gazetesidir. İzmirde matbaacılık ve kitap yayımı konusunda daha XVIII. yüzyıldan itibaren Rum, Ermeni ve Museviler faaliyette bulunarak, yoğun bir biçimde kitap basımını gerçekleştirmişlerdir. Aynı şekilde XIX. yüzyılın başından itibaren Fransızlar ve Amerikalılar İzmirde matbaalar kurarak misyoner amaçlı çok sayıda kitaplar basmışlardır. İzmirde Türkçe kitap basımı için ancak 1870li yılları beklemek gerekmiştir. İzmirde Rumca, Ermenice, İbranice, Fransızca ve İngilizce basılan kitaplar binlerle ifade edilirken, 1928 yılına, yani harf devriminin yapıldığı tarihe kadar, Türkçe basılan kitap sayısı yalnızca 500 adettir. XIX. yüzyılda İzmirde kütüphanecilik çok yetersizdi, yalnızca vakıflara ait ve genellikle camilerin bir köşesinde biriktirilen kitaplardan oluşmaktaydı. Örneğin Hisar, Şadırvan ve Salepçioğlu Camilerinin kütüphaneleri en tanınmış olanlarıydı. Fakat özellikle pozivitizmin etkisiyle birlikte, genel kütüphane oluşturma isteği kısa zamanda İzmirde de etkisini göstermekte gecikmedi. İzmirde ilk olarak bir kütüphanenin kurulduğuna tanık olmaktayız. Giritli Ali Efendi isminde bir şahıs 1900lerin başında Eşrefpaşada bir kütüphane açar ve böylece İzmir Milli Kütüphanenin de temelleri atılmış olur. İzmirde Milli Kütüphane kurulması, İttihat ve Terakki Fırkasının çabalarıyla gerçekleşir. 1912 yılında okumuş, kültürlü Türk gençlerinin yetiştirilmesi amacıyla, Milli Kütüphane kurulur ve bu kütüphaneye gelir sağlaması için de bir sinema açılır. İzmir Milli Kütüphane, ulusal kültürün oluşmasında çok önemli hizmetlerde bulunmuştur.

Milli İktisat ve İzmir

İzmirin liman kent olarak XIX. yüzyılda Doğu Akdenizde ön plana çıkmasıyla birlikte, Ege Bölgesindeki ticari faaliyetlerde Levantenler ve Ecnebiler söz sahibi olmuşlardı. Küçük ticaret, sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti de, hemen-hemen tümüyle Rum ve Ermenilerin kontrolü altına girmişti. Museviler ise daha çok bankerlik ve sarraflıkla uğraşmaya başlamıştı.

Bunlardan başka en ücra köşelerdeki bakkal dükkanları bile Rumların veya Ermenilerin elindeydi. Bölgedeki Rumlar aynı zamanda, sokak satıcılığından nalbantlığa, değirmencilikten kahveciliğe kadar her türlü işle uğraşıyordu. Buna karşın İzmir ve Ege Bölgesindeki Türk ahali, zenginliği yaratan uluslar arası ticaretin ve iktisadi faaliyetlerin dışında kalmıştı.

Liman kentlerde yaşayan farklı etnik gruplar, birbirleriyle çelişkiler yaşayarak, rekabete girip, bir müddet sonra çatışmaya başlarlar ve bu çatışmalar XX. Yüzyılın başından itibaren, İzmirin tarihsel sürecini belirleyen temel unsur olmuştur. İktisadi zenginliğin dışında kalmış olan Türk kitle, 1900lü yılların başından itibaren iktisadi hayatta ön plana çıkmak için mücadele etmeye başlamıştır, ancak bu doğrultuda en önemli girişimlerini II. Meşrutiyet sonrası uygulamaya konan Milli İktisat çerçevesinde gerçekleştirebilmişlerdir. İttihat ve Terakki Fırkası, uygulamaya koyduğu Milli İktisat politikaları ile ulusal burjuvazi yaratmayı hedeflemişti. Milli İktisatın uygulanmaya konması ve ulusal burjuvazi yaratılmasında motor görevini İzmir üstlenmiştir. Zamanla oluşan bu ulusal burjuvazi, daha sonraki siyasal gelişmelerde ağırlığını hissettirecektir. II. Meşrutiyet yıllarında İzmir ve Batı Anadoluda Müslüman-Türk kitle sermayelerini birleştirerek, kooperatif dayanışması içinde, yerel bankacılık, inşaat şirketleri, tarım satış kooperatifleri gibi bir çok iktisadi kuruluşa hayat vermişlerdir. Bu kuruluşlar ulusal burjuvaziyi beslemeye başlıyor ve bu süreçte farklı gruplar arasındaki iktisadi rekabet, ister istemez milliyetçi içerikli çatışmalara dönüşüyor ve özellikle bölgede Türk ve Rum kitle hemen her konuda birbirleriyle çatışıyorlardı. Artık İzmir ve Egenin geleceğini artık bu ulusçu hareketler çiziyor ve farklı insan grupları, farklı çözüm arayışları içerisine giriyorlardı.

Savaşlar Sürecinde İzmir

1914te I. Dünya Savaşının başlamasıyla Osmanlı Devleti, Milli İktisat konusundaki düşüncelerini uygulama fırsatı bulmuş ve tek taraflı olarak Kapitülasyonları kaldırarak, yabancıların ayrıcalıklarına son vermişti. Bu uygulama, İzmirde olumlu sonuç vermeye başlamış, pek çok Türk, İzmir ticaretinde ön plana çıkarak, iktisadi faaliyetlerde rol üstlenir hale gelmişti. Ancak savaşın ilerleyen yıllarında ticarete konu olan mallar bulunamayıp, düşman donanmaları İzmir limanını tehdit etmeye başlayınca, İzmir ticareti durma noktasına geldi.Bu durum milli iktisat yolundaki gelişmeleri sarsmıştır. I. Dünya Savaşının yitirilmesi, iktisadi açıdan İzmirli Türk tacirler için zor günlerin habercisi olurken, siyasi açıdan da İzmir ve Ege için bir sonun başlangıcı oluyordu.15 Mayıs 1919dan itibaren başta İzmir olmak üzere, tüm Ege bölgesi Yunan işgali altına giriyordu. Sevr antlaşması, başta İzmir olmak üzere, Ege Bölgesinin Yunanistana bağlanmasını öngörüyordu. Bunun için bir de plan yapılmış ve bölgenin Rum nüfusunu daha fazla gösterebilmek, bölgeyi kolayca Türklerin elinden alabilmek amacıyla işgal yıllarında, Ege adalarından ve Yunanistandan önemli ölçüde Rum nüfus getirtilmiştir. İşgal öncesi yaklaşık 200.000 civarında nüfusu olan İzmir, birden bire 500.000 - 600.000 nüfuslu bir kent haline gelmişti.

İzmirin işgaliyle birlikte, tüm Egede bir direniş hareketi baş gösteriyor. İzmirin işgal edilmesiyle başlayan Türk Kurtuluş Savaşı, Milli Mücadele, ya da İstiklal Savaşı olarak anılan süreç, gerçekte bir kırılma noktasıdır. İşgalden Kurtuluşa uzanan yaklaşık üç buçuk yıllık bu zaman dilimi, Türk Tarihine bir çok ilki armağan etmiştir. Müdafaa-yı Hukuk kavramı, işgalden hemen önce İzmirde toplanan ilk Ulusal Halk Kongresinde kullanılmıştı. Yine, Kuva-yı Milliye kavramı da, Batı Anadoluda asıl anlamını bulmuştu. İzmirin işgali ve bu işgalden kurtuluşun Türkiyenin siyasi tarihi açısından çok önemli sonuçları olmuş, İzmirin kurtuluşuyla birlikte; Monarşik, Teokratik ve çok uluslu bir İmparatorluktan, Ulusal, Laik ve Modern bir Cumhuriyete geçişin kapıları ardına kadar açılmıştır.

Kurtuluştan Sonra İzmir

9 Eylül 1922 İzmirin olduğu kadar tüm Türkiyenin kurtuluşu ve bağımsızlığın başlangıcıydı. 30 Ağustos 1922 sonrası Türk birliklerinin İzmir yönünde ilerlemesiyle, Yunan ordusu işgal ettiği Egedeki yerleşimlerden çekilmeye başlamış, ancak çekildiği yerleri ateşe vermekten geri kalmamıştı. Türk ordusunun İzmire yaklaştığı haberlerinin gelmesi üzerine, kentte garip bir huzursuzluk yaşanmaya başlamış, İzmiri terk etmeye hazır pek çok kişi ve aile, rıhtımda toplanmıştı. Evlerini terk eden bu insanların gidiş hazırlığı, kentteki hayatı da durdurmuş, ticaret hayatı yanında sosyal hayat da sönmüştü. 13 Eylül çarşamba günü, Ermeni mahallesinde üç ayrı yerde alevlerin fışkırdığı görülmüştü. Öğle saatlerine doğru rüzgarın da etkisini arttırmasıyla alevler kentin oldukça önemli bir kısmını sarmıştı. İzmir itfaiye örgütü olanca gücüyle yangını söndürmek için uğraş vermesine rağmen, yangın denetim altına alınamamaktaydı. 15 Eylüle kadar aralıksız devam eden yangın, bu tarihte kontrol altına alınabilmişse de, yangın tamamen 18 Eylül günü söndürülebilmiştir.

Yangında İzmirin önemli bir bölümü yok olmuş, 20-25 bin civarında yapı yanmıştı. Alansal olarak, İzmirin 2 milyon 600 bin metrekarelik yerleşim parçası yok olmuştu, bu ise, Türk mahalleleri dışında kalan kent parçasının dörtte üçüydü. İzmiri İzmir yapan önemli öğelerden birisi olan I. ve II. Kordon da büyük tahribata uğramış, eski İzmirden sadece şehrin kenarları ve ortada tamamı yanmış koca bir delik açılmıştı.

Bu felaketten başka, Kurtuluş Savaşı sonrasında İzmirde büyük bir nüfus boşalması olmuştur. Bu göçle birlikte, İzmirin bütün ticaret ve sanayisi durmuş, kentin zenginliğini sağlayan sermaye de kenti terk etmiştir. Savaş sonrası İzmirine baktığımız zaman, boş, terk edilmiş ve yanmış bir kenti görürüz. Kurtuluşun keyfini süremeden felaketlerle karşı karşıya kalan İzmir, bu dönemde bir de uluslararası politika masasına yatırılmış, Lozanda barış koşulları görüşülüyordu ve Lozan Antlaşması aslında İzmir ve Egenin kaderini belirliyordu. Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı 1923 yılı başında, Türkiye tarihi açısından İzmirde çok önemli bir kongre toplanır, bu İzmir İktisat Kongresidir.

İzmir İktisat Kongresi ve Sonrasında İzmir

Savaş sonrası Türkiyenin iktisad bakış açısını belirleyen en önemli olay, hiç kuşkusuz İzmir İktisat Kongresidir. Kongrenin İzmirde toplanması bir tesadüf değildi; işgalin tüm ağırlığını hissetmiş, savaşın yıkımını yaşamış, iktisad bakımdan çökmüş olan İzmir, Kurtuluş Savaşının bir sembolüydü. Şimdi bu sembol, iktisad kurtuluşun, kozmopolit ekonomik yapıdan, ulusal ekonomik yapıya geçişin de sembolü olacaktı. Kongre, 17 Şubat 1923te Mustafa Kemal Paşanın konuşmasıyla açıldı.

İzmir İktisat Kongresi, Cumhuriyete damgasını vuran ekonomik bir proje olup, iktisat sahasında milli iktisadın manifestosu niteliğindedir. Özellikle dış ticarette gayrimüslimler aradan çekilsin, dış dünya ile doğrudan biz ticaret yapalım diyen milli iktisat düşüncesinin vurgulanmasından başka bir şey değildir. 24 Temmuz 1923te imzalanan Lozan Barışı, bağımsız Türkiyeyi dünyaya tanıtırken, Yunanistan ile Türkiye arasında nüfus değişimini (mübadele) de karar altına almıştı. Cumhuriyetin ilk döneminde İzmirin en büyük sorunu, mübadelenin, nüfus değişiminin neden olduğu ekonomik düzensizlikler ya da ekonomik sarsıntı idi. Gerçekten İzmir ve çevresi önemli ölçüde dış göç veriyor, bir başka deyişle, Rum ve yabancı ahali bölgeyi terk ediyordu. Bunun karşılığında Müslüman ahali geliyordu. Fakat gidenler büyük ölçüde kentli bir kesimdi ve tarım dışı sektörlerde ağırlığı vardı. Halıcılık, ticaret ve benzeri sektörlerde çalışıyorlardı. Bu yüzden İzmir, önemli bir emek açığıyla karşı karşıya kalmıştır. İzmir Ticaret ve Sanayi Odasının Cumhuriyetin ilk yıllarındaki faaliyetlerine baktığımızda, temel sorunun, bu emek açığını gidermek olduğu görülür. İzmir Ticaret Odası, 1914 ve öncesindeki dönemi yakalayabilmek, eski etkinliği ve verimliliğini kazanabilmek için büyük bir çaba sarf etmiştir. çünkü, salt üretim dışında, mesela ticarette de İzmirin eski ticaret limanı kimliği önemli ölçüde yıpranmıştır. Bu dönemde, rakip liman kentleri oluşmuştu. İzmir tüccarı, Trieste ve Pireye göç etmiş; özellikle levantenler ve yabancı ticaret erbabı bu yörelere gitmişti. Akdenizin en işlek limanı ve ticaret kenti olan İzmir, gün geçtikçe önemini kaybetmişti.

Cumhuriyet Döneminde İktisadi Açıdan Yeniden Yapılanma

Savaşlar sonrasında tükenen İzmir, Cumhuriyetle birlikte yeniden canlandırılmak için çalışmalara başlanmıştır. Öncelikle ticareti tekrar canlandırabilmek için yabancı sermaye İzmire çağırılmalıydı ve kentin buna ihtiyacı vardı. Bunun için yabancı devletler, şirketler İzmire çağrılmakta ve İzmirin zenginliğini sağlayan yerel ürünler tanıtılmak istenmektedir. Yöre ürünlerinin sergilenip, tanıtılması yönündeki ilk çaba, İzmir İktisat Kongresi sırasında gerçekleştirilmiş ve İzmir Fuarının ilk adımı sayılan Numune Meşheri açılmıştır, daha sonra 1927 yılında dönemin valisi Kazım (Dirik) Paşanın öncülüğünde 9 Eylül Meşheri adıyla Fuarın kuruluşu gerçekleştirilmiştir. İzmir Fuarı için yer aranırken, İzmirin imarı da göz önünde bulundurulmuş ve yangın yeri 1936da Kültürpark olarak imar edilmiş ve İzmir Fuarı, bu kent parkında düzenlenmeye başlanmıştır. İzmirin ticari yapısı ve tarımsal üretimi canlandırılmaya çalışılırken, bölgenin sanayileşmesi için de adımlar atılmaya başlanmıştı. Cumhuriyetin temel hedeflerinden birisi; iktisadi bağımsızlığı sağlayabilmek için sanayileşmek idi, bu doğrultuda İzmirli müteşebbisler, 1927 yılında kurdukları İzmir Sanayi Birliği ve bu tarihte çıkarılan Teşvik-i Sanayi kanunu ile ciddi adımlar atmışlardır. İzmirli müteşebbisler on yıllık bir süre içerisinde İzmir şehrindeki sanayi tesisleri sayısını ikiye katlamışlar, 1923de 60 olan fabrika sayısı, 1933de 129a ulaşmıştır. 1930lu yıllardaki sanayileşme ise, bölgenin tarımsal ürünlerinin işlenerek iç pazara sunulmasını sağlayan bir sanayileşme idi. Cumhuriyet sonrası ticari ve iktisad hayatta etkin olma, ulusal burjuvazi yaratma çabasında olan kitle, azimle çalışmakta, ilk örnekleri görülmeye başlayan Halkçılık, doğal olarak dayanışma ve yardımlaşma, dönemin en güçlü ideolojisi haline gelmekteydi. Bunun iktisad hayata yansıması, 1924 yılında kurulan İzmir Ticaret Birliği adlı örgüt idi. Bu örgüt, İzmir ticaret aleminin birbirleriyle yardımlaşarak, iktisadi etkinliklerin millileştirilmesini, yeni girişimcilerin ve tüccarların ortaya çıkıp, gelişmesi için çaba harcamaktaydı. Bu ise, temelleri II. Meşrutiyet yıllarında atılan, ancak savaşlar nedeniyle tam olarak uygulanamayan Milli İktisat projesinin Cumhuriyet döneminde uygulanmaya başlamasından başka bir şey değildi. İktisadi hayata ve piyasalara egemen olmak isteyen İzmirlilerin bankacılık, finans ve işletme kredisi konusunda ciddi sıkıntıları vardı. çünkü Cumhuriyetin ilk yıllarında bile İzmirde faaliyet gösteren milli sermayeli banka sayısı çok azdı ve yabancı sermayeli bankalar da Türk girişimcilere kredi açma konusunda yeterli desteği sağlamıyorlardı. Bunun üzerine İzmir ahalisi dönemim valisi Kazım (Dirik) Paşanın öncülüğünde milli sermayeli bir banka kurmaya girişmişlerdir. İzmir Esnaf ve Ahali Bankası adıyla 1928 yılında faaliyete başlayan banka, tam bir halk birlikteliği olup, örgütlenme modeli açısından Türk iktisat tarihinde benzeri olmayan bir oluşum idi. Buraya kadar yaşanan gelişmeler, Cumhuriyetin ilk evresini kapsamaktadır ve bu ilk evrede İzmir, ticaret kenti olarak eski konumunu elde etmeye, başka bir deyişle Osmanlı dönemindeki liman kent birikimini tekrar kurgulamaya çalışmıştır. İzmir ve Egenin ticaretten sanayiye dönüşümü, 1945de II. Dünya Savaşından sonradır. 1950 sonrasında Marshall yardımlarıyla tarımda mekanizasyona gidilmesiyle Egenin kaderi yeniden çizilmiş, hızlı bir değişim göstererek, özellikle İzmir, tarımsal ticaret ağırlıklı bir kent olmaktan sıyrılıp, sanayi ağırlıklı bir kent olmaya yönelmiştir. 1960lı yıllarda planlı ekonomik kalkınma döneminde İzmir, hızlı bir sanayileşme sürecine girmiştir. 1970li yılların ilk yarısı İzmirde sanayiinin hızlanarak, çeşitlendiği bir dönem olmuş, tarım girdili sanayi yapısından sıyrılarak, tarım dışı yani, kimya, demir - çelik, otomotiv, kağıt gibi endüstriye dönüşmüştür. İzmir 1950li yıllardan itibaren, sanayileşme açısından önemli sıçramalar yapmışsa da, 1980li yıllardan itibaren devlet tarafından gerçekleştirilen altyapı yatırımlarından yeterince yararlanamayınca, iktisadi olarak gerilemeye başlamıştır. Ancak iktisadi olarak bu gelişme evrelerinde İzmir köyden kente göç alarak, nüfus ve kentsel yerleşim açısından büyük değişimler yaşamıştır.

Kentin Yeniden Yapılanması

Cumhuriyet rejimi, 1922de yanmış, yıkılmış bir kentin üzerine yeni bir İzmir inşa etmek zorundaydı. Burada yaşayan insanların doğru dürüst barınabilecekleri evleri yoktu. Fakat bu dönemde, imar faaliyetlerine girişebilmek için para ve uzman yoktu. Hepsinden önemlisi, yapım ustası dahi bulabilmek çok zor bir işti, bu koşullar altında İzmir şehrinin yenilenmesi çok zordu. İzmirin imarı için 1925 yılında yurt dışından uzmanlar getirilmiştir. Bu uzmanlar, yeşil alanları, düzenli sokakları, bahçe içinde iki katlı evleri, geniş ve ortası ağaçlıklı bulvarları hedefleyen, Avrupa kentleri tarzında bir imar planını hazırlamışlardı. İdeal olarak hazırlanmış bu plan, iki katlı bahçeli konutlar dışında, 1929 dünya ekonomik bunalımı nedeniyle uygulanamamıştır. İki katlı bahçeli konutlar ise, 1960 ve 1970li yıllarda İzmirin sanayileşme ve zenginleşmesine paralel, yoğun yaşanan göçle birlikte, hızlı yapılaşmaya kurban edildi ve dışarıya doğru genişleyemeyen kent, yukarıya doğru yükselerek 8 - 10 katlı binalara dönüştü. İzmirin imar çalışmaları içinde en önemli kazanımlarından birisi, hiç kuşkusuz Cumhuriyet Meydanı ve bu meydanda yer alan Atatürk anıtıdır. 1925 yılında yapımı tasarlanan meydan ve anıt, ancak 1929 yılında projelendirilmiş ve İtalyan heykeltıraş Canunicaya ısmarlanmışsa da, ekonomik bunalım nedeniyle ancak 1932de dönemin Belediye Reisi Behçet Uzun çabaları ile tamamlanabilmiştir. Yangın yerlerinin imarı çalışmaları sırasında yapılacak kamusal binaların mimarisine özen gösterilip, erken Cumhuriyet dönemi mimarisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Günümüzde Fevzi Paşa ve Gazi Bulvarları civarında görebildiğimiz, Vakıflar Bankası, Osmanlı Bankası, Kardıçalı Han, Kavaflar çarşısı, Borsa Binası, İtfaiye Binası ile İzmir Milli Kütüphane ve Operası bu mimari akımın ayakta kalmış ender örnekleri ve prestij yapılarıdır.

Basın, Kültür ve Eğitim Hayatında Canlanma

9 Eylül 1922de İzmirin kurtuluşu sonrasında İzmir basını ve kültür hayatı yeni bir gelişme sürecine giriyordu. Daha önce belirtmiş olduğumuz ve İzmirde bu tarihe kadar varlığını sürdüren yabancı dildeki gazetelerin etkinliği sona erdi diyebiliriz. Ülkede milli bir devlet oluşturulma çabalarına paralel olarak, Osmanlı döneminden beri devam eden İzmir basını yeniden, özellikle ulusal çıkarlar doğrultusunda örgütlenmeye başlamışlardı. Bunların yanında yeni gazetelerin de yayın hayatına girdiğine tanık olmaktayız. 1923 yılında temel ilkesini milliyetperverlik olarak belirleyen ve kurucuları arasında İzmirin kültür hayatında önemli rol oynayan Hasan Ali Yücel, çiftçi Necati, Esat çınar gibi isimlerin olduğu Türk Sesi gazetesi yayın hayatına girmiştir. Bunun yanında Haydar Rüştünün Anadolu gazetesi yeniden yayın hayatına girerken, Yanık Yurt ismiyle yeni bir gazete daha yayınlanmaya başlamıştır. 1924 yılında İzmir basınında önemli bir gelişme daha yaşanır ve Yeni Asır gazetesi Selanikten İzmire taşınır. Ayrıca Hizmet, Halkın Sesi ve Memleket gazetesi İzmirde Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanan gazeteler olarak gözükmektedir. Cumhuriyet döneminde basının yanı sıra, kitap basımında da önemli gelişmelerin yaşandığına tanık olmaktayız. Özellikle 1928de harf devriminden 1950 yılına kadar, 1795 adet kitap basılmıştır. Eski harflerle, İzmirde, aşağı yukarı 500 kitap basıldığı göz önüne alınırsa, 20 yıl gibi kısa bir dönemde 1795 kitabın basılması İzmirin kültürel hayatında son derece önemli bir gelişmeyi işaret etmektedir. İzmirin kültür hayatında, 1927 yılında yayınlanmaya başlayan ve yazarları arasında dönemin ünlü kültür, sanat ve siyaset adamlarının yer aldığı, Fikirler dergisi çok önemli bir rol üstlenmiştir. Görüldüğü üzere Cumhuriyet döneminde İzmir, ulusal basın ve yayın çalışmaları açısından son derece önemli bir düzeye gelmiştir. Kozmopolit Osmanlı döneminde tiyatro ve sinema gibi kültürel faaliyetlerde levantenler, yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı tebaası ön planda yer almaktaydı. Cumhuriyet sonrasında başta İzmir Halkevi ve Milli Kütüphane Tiyatrosu olmak üzere, Nazım Şinasi Beyin İzmir Sinema ve Tiyatrosu ve bundan başka, turneye çıkan tiyatrolar aracılığıyla, bu önemli kültür alanında da canlanma sağlanmıştı. Sinemacılık alanında da önemli adımlar atılmaya başlanmış, Palas, Asri, Kulüp, Lale, Sakarya, Milli ve Milli Kütüphane Sinemaları ismini taşıyan bir çok sinema, İzmirlilere kültürel hizmet sunmaktaydı. İzmirde Cumhuriyet döneminde eğitim alanında çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. Mevcut eski okulların yanında, özellikle Kurtuluş Savaşının anısını canlandırmak için Hakimiyet-i Milliye, Misak-ı Milli, İstiklal, Cumhuriyet gibi adları taşıyan ilkokullar açılmıştır. Ortaokulların sayısı arttırılmış, Atatürk Lisesi adıyla yeni bir lise kurulmuştur. Ayrıca İzmirde Üniversitenin temeli kabul edeceğimiz Yüksek Ticaret okulu da bu dönemde eğitime açılmıştır. XXI. yüzyılın başında bulunduğumuz bu dönemde İzmir, üç üniversitesi, yüzlerce lise ve ilköğretim okulu ve yüz binlerce öğrencisi ve bir çok kültür ve sanat kuruluşuyla bir büyük şehir olup, geleceğe umutla bakabilmektedir.

VI. BÖLÜM İZMİRİN TARİHSEL MEKAN VE BİNALARINDAN ÖRNEKLER

TEPEKULE HÖYÜĞÜ (BAYRAKLI):

Kentin başlangıcı hakkında bugün Bayraklı semtinde yer alan ve Tepekule olarak bilinen ören yerinin, eski İzmirin kuruluş yeri olduğuna pek şüphe bulunmamaktadır. Burasının kuruluş yeri olarak seçilmesi, dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunma kolaylığı sağlamasındandır. Kuruluş yerinin tercihinde öne çıkan faktörlerin başında güvenlik kadar ticari aktivite de belirleyiciydi. Bir yarım ada üzerinde bulunuşu, kente doğal bir liman imkanı sağladığından, deniz ticaretine uygun ortam hazırlıyordu. Bayraklıda yapılan kazılarda elde edilen buluntular, İzmirin kuruluşunun İÖ. 3000 yıllarına kadar indiğini göstermektedir. İzmirin bu ilk döneminden geriye kalan en önemli miras, şehrin kendisidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalarda, kentin ızgara planlı, yani bir-birini dik kesen sokaklarla örülü bir yapıda olduğu anlaşılmıştır. Kente ilişkin önemli bulgular arasında iki tapınak, şehrin surları, sivil mimari örnekleri, cadde, sokak ve çeşmeler sayılabilir.

KADİFEKALE

İzmirin yeniden kurulması, Türkçede Büyük İskender diye bilinen Makedonyalı Alexandrosa bağlanır. Büyük İskender İran seferinin başlarında, İÖ. 334 yılında Pers İmparatorluğunun Anadoludaki ordusunu yendikten sonra, ordularıyla Efes üzerine ilerlemişti. Bu harekat sırasında İzmir yöresine geldiği ve söylenceye göre, şimdiki Kadifekale civarında ilahi bir işaret almış ve kendisinden orada yeni bir Smyrna kenti kurması istenmişti. Kentin kuruluşunun İskenderin önde gelen iki komutanı tarafından gerçekleştirildiği kabul edilmektedir. Bilindiği üzere Kadifekale, bu dönemin bir hatırası olarak kentin üzerinde bir taç gibi durmaktadır.

AGORA

İzmir, Roma İmparatorluğu döneminde önem kazanmış ve ticaret kenti olma özelliğini geliştirmiştir. Roma İmparatorluğu döneminde kentin pek çok eser kazandığı bilinmektedir. Cadde ve sokaklar taş döşeme ile kaplanmış, kentin görüntüsüne Roma mimarisi hakim olmuştur. Ancak ne yazık ki bu eserlerden büyük çoğunluğu günümüze ulaşamamıştır. Fakat Roma dönemi eserlerinden bazılarının kalıntıları, İzmirin geçmişten getirdiği izler olarak kentte yaşamaktadır. Bu kalıntıların başında hiç şüphesiz Agora gelmektedir.

Her türlü tahribata uğramasına ve bakımsızlığına rağmen büyük bölümü günümüze ulaşabilmiş olan devlet agorası Roma dönemi yapıları içinde en dikkat çekici olanıdır. İS. 178 deki deprem sonrasında tamir edilmiş şeklini yansıtan agoranın bir bölümü de, kazı çalışması yapılmadığı için toprak altındadır.

KONAK MEYDANI

XVIII. yüzyılda başlayan, Osmanlı Devletinin modernleşme sürecinin kentlere yansıması, XIX. yüzyıl başlarına denk gelmiş ve bu dönüşüm, İzmirin fiziksel yapısında yeni bir kentsel dokunun ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. Bu nedenle imparatorluğun diğer kentlerinde olduğu gibi İzmirde de, XIX. yüzyıl öncesinde kamusal bir merkez bulmamız mümkün değildir. Dolayısıyla İzmirde böyle bir merkezin oluşumu, devletin modern bir monarşi olma yoluna girmesine bağlı olarak ortaya çıkabilmiştir.

Katip-oğlu Konağı

XIX. yüzyıldan itibaren oluştuğunu belirttiğimiz konak çevresindeki kamusal mekanın başlangıcı İzmirin ünlü ayan ailesi Katipoğullarına uzanmaktadır. 18. yüzyılın başından itibaren varlığını bildiğimiz aile, belirtilen yüzyıl içinde giderek güçlenmiş ve İzmirin yönetiminde en etkili odaklardan birisi olmuştur. İşte Konak meydanı olarak bildiğimiz meydana adını veren yapı, Katipoğlu ailesinin konağıdır. Bu konağın dış avlusunu çevreleyen duvarların daha doğrusu cümle kapısının önündeki küçük boş alan, İzmirin ilk Konak meydanıdır. Konağın arka tarafında küçük bir türk mezarlığı olan sulu mezarlık, Meydanın denize doğru ucunda ise bugün de hala varlığını sürdüren Ayşe hatun camii yani Yalı camii yer alırdı. II. Mahmutun devlet yönetimini merkezileştirme amacıyla, ayanları tasfiye etmesinden Katipoğlu ailesi de nasibini almış ve konak, ailenin diğer mallarıyla birlikte 1816 yılında devletleştirilmiştir. Bundan sonra Konak, İzmir mutasarrıflarının ikametgahı ve aynı zamanda İzmir sancağının idari binası olarak hizmet vermeye başlamıştır. 1863 yılına gelindiğinde, Katip-oğlu ailesinden kalan ve yıkılmaya yüz tutan ve İstanbula yazılan raporlarda harabeye dönüştüğünden söz edilen konağın tamiri talep edilmekteydi. 1864de İzmir, Aydın Vilayetinin merkezi haline getirilmiştir. Bu değişiklik hükümet konağı projesinin de yeniden ele alınmasına ve revize edilmesine neden olmuştur. Yeni hükümet konağının yapılırken binanın gösterişli olarak yapılması ve bir prestij kurumu olarak tasarlanması düşünülmüştür. İnşaat 1869-70 de başlayabilmiş ve 1872 de tamamlanabilmiştir.

Sarı Kışla

Yeniçeri ocağının 1826da kaldırılması sonrasında yeni kurulan ordunun nefer ve subaylarını İzmirde barındıracak, talimlerini yapabilecek ve ticaret açısından istikrarlı ortam oluşturmak amacıyla bir kışlanın inşa edilmesi acil bir durum olarak ortaya çıktı.

Bugün Konak Meydanı olarak bildiğimiz alanın 1826 yılından önceki durumunu görme şansımız olsaydı, yukarıda belirttiğimiz gibi sarı kışlanın yerleştirildiği sahada 10 sabun atölyesi, büyük bir tuz-hane, 4 kahvehane, 3 manav dükkanı, 3 meyhane, çeşitli vakıf dükkanları, 44 odalı bir Yahudi-hane ve bazı evlerden oluşan bir doku ile karşılaşacaktık. 1826 yılında İzmir muhafızı Hasan Paşa ve İzmir kadısına yazılan emirde, kışlanın yapılması için gerekli hazırlıkların tamamlanması, özellikle deniz kenarında bir yer seçilmesi isteniyordu. Deniz kıyısında kışla yapılabilecek büyüklükte bir arsa bulunmadığından, saymış olduğumuz ticarethane ve evlerin satın alınarak yıkılması, denizin doldurulması ve açılacak bölgede kışla binasının yapılması kararlaştırılmış ve bu çalışmalar sonrasında 1829 yılında ünlü Sarı Kışla tamamlanarak, faaliyete girmiştir. Katip-oğlu konağının idari bir bina olarak kullanılmaya başlanması ve Sarı Kışlanın 1829 da bitirilmesiyle kamusal bir mekanın oluşumunun ilk evresi tamamlanmıştı.

Rıhtımın Oluşturulması

İzmirin idari merkezi olarak Konak Meydanının oluşmasının ikinci evresi, 1850li yıllarda başlamıştır. Bu bağlamda yapılan yatırımların başında yeni rıhtımın inşası (1867-1876) gelmektedir. Rıhtım projesi, İzmirin eski limanı yani iç limanın doldurulması sonucunu da doğurduğundan, kentin denizden görünümü iyiden iyiye değişiyordu. Bu değişim iç liman girişindeki Liman kalenin yıkılmasıyla iyice belirginleşti.

Hastane

Türkler dışındaki bütün toplulukların İzmirde hastanesi olduğu halde, Türklerin ilk hastanesi 1849da Gureba-yı Müslimin adıyla inşa edilir. 1909dan sonra yaygınlaşan memleket hastaneleri kapsamında, eski hastane 3. bloku yapılarak genişletilir.

İdadi/Adliye

1886 Temmuzunda İzmir İdadisi olarak eğitim faaliyetlerine başlar. İşgal döneminde işgal komiserliği tarafından mahkeme olarak kullanılır ve bu işlevini 1922 den sora 1970de yanıncaya kadar sürdürür.

Hapishane

1838 Brüksel anlaşması, tüm Osmanlı ülkesinde olduğu gibi, İzmirde de bir hapishanenin açılmasını gerekli kılmıştır, bunun üzerine, Cezayir hanı hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hükümet Konağının yapılması sırasında vilayet hapishanesinin de inşası gündeme gelmişse de, ancak 1912 yılında günümüzde Konakta çok katlı otopark olarak kullanılan yerde hapishane yapılmıştır.

Saat Kulesi

Saat kulesi, konak önü veya kışla meydanı olarak bilinen alanın ortasına yakın bir yerde, dönemin valisi Kamil Paşa ve Belediye Reisi Eşref Paşanın gayretleriyle inşaatına 1 Eylül 1900 tarihinde başlanmış ve yaklaşık bir yıl süren bir yapım süresinden sonra, dönemin Osmanlı Sultanı II. Abdülhamitin 25. cülus (tahta çıkış) kutlamaları çerçevesinde 1-Eylül-1901 tarihinde törenler ve şenliklerle açılmıştır.

Asansör

İzmirin Karataş semtinde, Mithatpaşa Caddesinden yaklaşık 40 metre yükseklikteki Halil Rıfat Paşa Caddesine çıkmak için, 1907de İzmir tüccarlarından Nesim Levi tarafından yaptırılmıştır. 1942 yılında bir başka işadamı Şerif Remzi Reyente devredilen asansör, 1977 yılında belediyeye bağışlanmıştır.

Kordon

1860lı yıllara kadar İzmirde düzenli liman ve rıhtım bulunmamaktaydı, bu durum, gemilerin yükleme ve boşaltma işlemlerinde güçlük yarattığı gibi, kaçakçılığa da büyük çapta olanak sağladığından gümrük gelirlerinde önemli kayıplara yol açmaktaydı. 1860lı yılların ortalarında demiryolu hatlarının işletmeye açılması ve yöreden gelen malların akışının hızlanması ve artması nedeniyle, büyük tonajlı gemilerin rahatça yanaşıp, yükleme boşaltacak yapabilecekleri bir rıhtıma ihtiyaç duyulmuştur. 1867de J. Charnaud, A. Baker ve G. Guerracino adlı İngiliz tüccarların kuracakları kumpanyaya Rıhtım inşaatının imtiyazı verilmiştir. Şirket 1869da inşaata başladı ve rıhtımın önemli bir bölümü, 1876 yılında tamamlanarak hizmete açıldı. İngilizlerin Alsancak Garını kurmaları, ardından Gümrük önünden Alsancaka kadar Rıhtım yapılması ve rıhtıma tramvay hattının döşenmesi, İngilizleri ticari ilişkilerde ön plana çıkarmıştır. Birinci Kordona döşenen tramvay hatları ile gündüzleri yolcular taşınırken, geceleri tramvay hattında çalışan tren katarları, Alsancak Garına gelen malları Birinci Kordondan geçirerek İzmir Limanına taşıyarak, gemilere yüklenmesine yardımcı olmaktaydı.

Alsancak Garı

1856 yılında İzmir-Aydın demiryolu hattının yapılması için imtiyaz, İngiliz girişimci Wilkin ve dört arkadaşına verildi. İmtiyaz 1857 yılında İzmirden Aydına Osmanlı Demiryolu kumpanyasına devredildi ve Alsancak Garından başlayan 133 kilometrelik İzmir-Aydın demiryolu hattı, 1866 yılında hizmete açıldı.

Kızlarağası Hanı

İzmirin ticari etkinliklerinin başlaması üzerine, XVIII. yüzyıldan itibaren denize yakın ticaret bölgesinde hanlar inşa edilmeye başlanmıştır. Hanlar, İzmirin Osmanlı-Türk çehresini yansıtan binalardır. Bu binalardan günümüze kalan örnekler son derece azdır. Günümüzde restore edildikten sonra önemli bir merkez haline gelen Kızlarağası hanı, 1744 yılında Sultan I. Mahmutun Kızlarağası Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmış, iki katlı, dört kapılı bir handır.

Hisar Camii

Hisar Camii adını, yapıldığı dönemde yanıbaşında bulunan Hisardan almıştır. Bu camii İzmirin tarihsel iş merkezinde olup, 1597 yılında Yakup Bey tarafından yaptırılmıştır. Ortadaki büyük kubbesi sekiz adet fil ayağı üzerinde durmakta, yanlarda üçer büyük, arkada üç küçük ve son cemaat yerinde de yedi küçük kubbesi ile tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Mihrap, minber ve vaaz kürsüsü son derece özenle süslenmiş olup, günümüze oldukça sağlam bir biçimde ulaşmıştır.

Yalı (Konak) Camii

XVIII. yüzyılda yapıldığı dönemde deniz kenarında bulunduğu için Yalı ismini alan bu camii, Ayşe hatun ismiyle de anılmaktaydı. Caminin yapım tarihi hakkında 1755 ve 1774 olmak üzere iki farklı tarih ileri sürülmektedir. Ancak XVIII. yüzyıla ait olan bu eseri, İzmirli Ayşe Hatun, deniz kıyısındaki medresesinin avlusuna Kütahya çinileriyle bezeli, tek minareli zarif biçimde yaptırmıştır.

Cumhuriyet Meydanı ve Atatürk Anıtı

1922 yangını sonrasında İzmirin imar çalışmaları içinde en önemli kazanımlarından birisi, hiç kuşkusuz Cumhuriyet Meydanı ve bu meydanda yer alan Atatürk anıtıdır. Meydan ve anıt, kentsel planlama bakımından en önemli göstergelerinden birisidir. 1925 yılında yapımı tasarlanan meydan ve anıt, ancak 1929 yılında projelendirilmiş ve İtalyan heykeltıraş Canunicaya ısmarlanmışsa da, ekonomik bunalım nedeniyle ancak 1932de dönemin Belediye Reisi Behçet Uzun çabaları ile tamamlanabilmiştir.

İzmir Milli Kütüphane ve Elhamra Sineması

Türkiyenin Milli adını taşıyan ilk Kütüphanesi olan İzmir Milli Kütüphanesi, İttihat ve Terakki Fırkasının çabalarıyla, 1912 yılında okumuş, kültürlü Türk gençlerinin yetiştirilmesi amacıyla, Beyler Sokağındaki Salepçi-zade Konağının selamlık bölümünde hizmete girmişti. Bu günkü binasının yapımına 1922den sonra başlanarak, 1926 yılında Elhamra Sineması tamamlanarak hizmete açılmış, kütüphane binası ise 1933 yılında tamamlanabilmiştir. Bu anıt eserin projesi Mimar Tahsin Sermet Bey tarafından Neo-Klasik tarzda hazırlanmıştır.

Erken Cumhuriyet Dönemi Mimari Örnekleri

1922 yangını, İzmire çok büyük bir yangın yeri hediye etmişti. Yangın yerlerinin imarı çalışmaları sırasında yapılacak kamusal binaların mimarisine özen gösterilip, görkemli yapılarla, erken Cumhuriyet dönemi mimarisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu binalardan bazıları Fevzi Paşa Bulvarı ve Gazi Bulvarı girişinde bulunup, günümüze kadar varlığını sürdürmüşlerdir.

a- Vakıflar Bankası Binası (çatalkaya Hanı)

Günümüzde Vakıflar Bankası olarak hizmet veren, Fevzi Paşa Bulvarı girişinde sağ köşede bulunan bina, Mimar Kemal Bey tarafından 1931 yılında çatalkaya adını taşıyan bir iş hanı olarak yapılmıştı. İzmirin imarı çalışmaları sırasında yapılan bina, erken Cumhuriyet döneminin 1. Milli Mimari akımının ve Art Deco stilinin özelliklerini taşımaktadır.

b- Osmanlı Bankası

Osmanlı Bankasının İzmir Şube binası olarak yapılan bina, Fevzi Paşa Bulvarı girişinde sol köşede bulunmaktadır. 1926 yılında Mimar M. Mongeri tarafından yapılan bina, 1. Milli Mimari akımının örneklerindendir. Özgün bir mimarisi olan eser, İzmirde erken Cumhuriyet dönemi binalarının önde gelenlerindendir.

c- Ziraat Bankası

Gazi Bulvarı üzerinde yer alan Ziraat Bankası binası, 1930 yılında yapılmıştır. Erken Cumhuriyet dönemi eserlerinden olan bu bina, hem 1. Milli Mimari akımının, hem de Art Deco stilinin özelliklerini taşımaktadır.

d- Borsa Sarayı

İzmir Ticaret Borsası Türkiyenin ilk ticaret borsası olup, 1891 yılında faaliyete başlamıştır. Ancak kuruluşundan itibaren bir çok bina değiştiren Borsa, şimdiki hizmet binasına ancak 1928 yılında kavuşabilmiştir. Yangın mahallinin imarı çalışmalarında İzmir Belediyesi tarafından verilen arsa üzerine yapılan binanın Tahsin Sermet Bey olup, bina 1. Milli Mimari akımın özelliklerini yansıtmaktadır.

İzmir Devlet Tiyatrosu (Eski Türk Ocağı Binası)

1925 yılında Türk Ocağı İzmir Şubesi binası olarak yapılan eserin mimarı, Yüksek Mimar Necmettin Emre Beydir. Yapı 1. Milli Mimarlık tarzının özelliklerini taşıyan, kubbeli, iki katlı zarif bir örnektir.

Saint Polycarpe Kilisesi

Katolik inancına göre İzmirin koruyucu azizi olarak kabul edilen Saint Polycarpın hatırası için yapılmış Katolik kilisesidir. Kilisenin yapımı 1625 yılına kadar gitmektedir. Yapıldığında deniz kenarında olan, günümüzde Gazi Osman Paşa Bulvarı üzerindeki bu kilise, bir çok tadilat geçirdikten sonra 1898de son şeklini almıştır. Kilisenin bu son halini gerçekleştiren mimar, İzmir Saat Kulesinin de mimarı olan Raymond Peredir.

Beth İsrael Sinagogu

Mithat Paşa caddesi üzerinde bulunan bu Sinagog, Kamil Paşanın Aydın Vilayeti Valiliği döneminde (1895-1907), Karataş civarında yaşayan Musevilerin ibadetlerini yapabilmeleri için inşa edilmiş, İzmirin en büyük ve seçkin havrasıdır.

Fuar

Ticari ilişkilerin yoğun yaşandığı bir liman kent olan İzmir, Yunan işgali ve sonrasında kentin yanmasıyla, bu özelliğini yitirmişti. Kurtuluş sonrası kentin uluslar arası ticari kimliğinin yeniden canlandırılması, ürünlerinin dış pazarlara tanıtılması ihtiyacı vardı. Bunun için daha 17 Şubat 1923te gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi sırasında İzmir Fuarının temeli sayılabilecek, Yerli Malları sergisi düzenlenmiştir. Bu geçici sergiden sonra, 1927 yılında Vali Kazım Paşanın girişimleriyle, 9 Eylül Meşheri adıyla sergiler, önce Mithatpaşa Sanat Enstitüsünde, daha sonraları günümüzde Efes Oteli olan sahada açılmıştır. 1931 yılında uluslar arası statüye kavuşan İzmir Fuarı, 1936 yılından itibaren, yangın yerlerini imar etmek amacıyla yapılan Kültürparkta düzenlenmeye başlamıştır.
Ana Sayfaya Git