1924 MODEL BİR ANAYASANIN GEÇERLİLİĞİ! (III)
Eklenme: 6/5/2015 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.
Dünden devam diyoruz!.
Yazı serimiz sürüyor.
İnşallah "yazı serimiz" aynı başlık altında süreceği gibi, ülke hakikatlerini sizlere aktarmaya da devam edeceğiz.
Dedik ya;
"Tarih içerisinde kelimeler, yerinde kullanılmamış.
Kavramlar, ters yüz edilerek kullanılmış.
Ve kutsallık arz eden ifadeler kullanılmışsa da, altında çok büyük tehlikeli oyunlar oynanmıştır”
***
Dün kitaplığı, kurcalarken elime "Derin Tarih" isimli kitap ilişti.
İnceledim.
Mevkute genel itibariyle; "meramımızı" anlatmaktadır.
Tarihe de ışık tutuyor.
Bu nedenle; sizinle bazı "alıntıları" paylaşmak istiyorum.
Kitabın üst kapağında aynen şöyle deniliyor;
“Dr. Mehmet Doğan
İstiklal Savaşının örtülen tarihi” ve devamla “Din adamları ve Şeyh Senusi nasıl aldatıldı?” başlığı altında yayınlanan bir eser.
Kapağında Milli Mücadele esnasında Mustafa Kemal’e yardım eden sarıklı mücahitler ve din kahramanlarının resimleri var.
Bu resimlerin başında Şeyh Ahmedê Şenusi’nin fotoğrafı en üstte.
"İstiklal savaşının" ruhunu bize anlatıyor.
1919’da başlatılan milli mücadele "çılgın Türklerin" değil, "gazi ve şehit Türklerin" savaşı olarak gösterilirken, iki günden beri kullandığımız “1924 MODEL ANAYASANIN GEÇERLİLİĞİ!?” başlığının altında da "ne derin manalar" taşıdığını, Türkiye’nin yüz yıllık gerçek yüzünü bize göstermektedir.
* * *
Evet.
Her zaman bu köşede ifade etmeye çalıştığımız konu; tümüyle halkımızın arkadan en derin hileli yollarla, nasıl haince sırtından hançerlenerek vurulduğudur.
Düşünün yakın tarih içerisinde; ülkenin yaşadıkları.
Yani doksan-yüz yıllık geçmiş zaman dilimi içerisinde; Türkiye her daim bocalayıp durmuştur.
Huzuru, refahı, istikrarı ne yazık ki; "tam teşekküllü" yakalayabilmiş değildir.
Rejiminin adı “Demokratik hukuk, insan temel hak ve özgürlüğüne bağlı” olarak tanımlandığı halde, bunun başını taşıyan da bir Cumhuriyet rejimi olarak bilinmektedir.
Ama tüm bunlara rağmen, devlet olarak, millet olarak, ülkemizi bir an önce huzura, mutluluğa, refaha, barışa kavuşturmak için, çalışıp duran siyasilerimiz, her nedense bir türlü bir barış masası etrafında toplanamamışlardır.
Ülke hep kaos içerisinde olmuştur.
Ülke ve millet; kin ve nefret olgularıyla karşı karşıya kalmıştır.
Özellikle siyasilerin hep birbirine karşı nefret dili kullanmaları; "ülkenin ve milletin" içerisinde bulunduğu, kaotik ortam bir türlü, yok edilememiştir.
İşte tüm bu hakikatler ışığında; çok önemli bazı sorular der demez ikmale gelip, cevap istiyor.
Neden bu gaflet ve delalet diye?
Tabi bir kamuoyu temsilcisi olarak; bazı önemli, önemli olduğu kadar da çarpıcı olayları dile getirmek, yakın tarihimizin gerçek yüzünü kamuoyuna yansıtmak elbette ki basının temel görevlerinden birisidir.
Ve olmazsa olmazıdır.
Biz de bu minval üzere siz değerli okurlarımıza "tarihsel hakikatleri" delillendirerek anlatmaya çalışıyoruz.
Yoksa maksadımız; birilerini karalayıp, birilerini temiz tutma hususu değildir.
Bizim için önemli olan ülkenin bütünlüğüdür.
Bin yıllık tarihiyle beraber yaşayan milletin, ruhi imtizacının fazlasıyla pekiştirilmesidir ve o kimyevi gücünün kuvvetlendirilmesidir.
Bu ise yakın tarihimizin temelinde saklanmış, bazı gerçekleri deşifre etmekten geçiyor.
Bu gerçekler deşifre edilmediği müddetçe;
Bu memleketin çok tesirli morfinlerle, morfinleşmiş insanları o uyuşuk halinden kurtarmak, uyarmak mümkün olmayacağı gibi.
Buna niyetlenmekte; herkesin karı değildir.
Her zaman olduğu gibi bu seçim sath-ı mailinde halkımız elbette ki sandık başına gidecektir.
Hangi akılla, hangi şuurla, hangi izanla oyunu nereye kullanacağının farkında bile olmayan, bazı berrak görüntülerin altında ne kadar paslı ruhların, çıkarcı, rantiyeci anlayışların olduğunu anlamaz durumda kalabilir endişesini taşıyoruz.
Zira her zaman bu köşede ifade etmeye çalıştığım gibi 1950’lerden günümüze kadar, hep madde ruhuyla aldatılan bir millet olmuşuzdur.
Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Acemiyle, Boşnak’ıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, ne olursa olsun…
“Çoğulcu Demokratik sistem” adı altında seçmenler sandık başına gidiyorlarsa da…
Bugüne kadar hangi partiyi seçmişlerse de…
Ne yazık ki o parti milletin ruhu ve manevi derinliklerine uymamıştır.
Milletin sadrına şifa verememiştir.
Deyim yerindeyse “eski tas, eski hamam” misali.
Ama bu arada hep böyle muhafazakâr olarak kendini tanımlayan nice iktidarların bünyesine taşıdığı aile fotoğraflarının bugün hiçbirisi yok.
Esamisi bile okunmuyor.
“Ke’en lem yekûn” bir havada uçmuş gitmiş.
Demek ki olayın dayanak noktası, milletin bünyesine taşıdığı gerçek mana ruhunu ve eski kültürünü "kendilerinde" barındırmamışlardır.
O ecdattan kalan iman nokta-i nazarındaki dayanak noktasına dayanmamışlardır.
O nedenle; iktidarların birçok aile fotoğrafındaki "hain hançerleri" ellerinde tutanlar; zaman tüneli içerisinde yok olup gitmişlerdir.
Tabi ki; bir çok tahribatı da geride bırakarak.
***
Sonuç itibariyle.
Bu millet her ne kadar iki gün sonra sandık başına gidecek ise de hep kuşkuyla, içi rahat olmaksızın, sandığa gidiyor.
Ya istemeye istemeye birilerine oy vermek zorunda kalıyor veyahut da “mest-u methuş” (beyin ve kalp) yorgunluğu içinde, irdelemeden, sorgulamadan; oyunu kullanıyor ve evine dönüyor.
Ondan sonra olan oluyor.
Burada olay özetlenmesi gerekirse, şöyle diyebiliriz;
Siyasi arenadaki bocalayıp duran bazı anlayışlar, ne yazık ki samimiyet içerisinde bu milletin ruhu paralelinde hareket edemedikleri için, halk kuşkuludur.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, önemli kilit noktalardaki sorumluluk taşıyan münafıkların ruhi bocalamalarını anlatırken Nisa Suresi 143. ayeti'nden örnek veriyor.
Ayet mealen şöyle diyor;
“Onlar (küfürle İmân) arasında bocalayıp dururlar; ne bunlara, ne onlara (bağlanırlar). Allah kimi doğru yoldan saptırıp şaşırtırsa, artık sen ona elbette bir yol bulamazsın”
Bu durumda küfürle iman arasında, gerçekle batıl arasında bocalayıp duran insanlar, ne yazık ki ilahi adalet duygularına değil, Avrupa’dan ithal edilmiş ve toplumsal dengeyi alt üst etmiş, vaz’i kanunlarla ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar.
Ama bugüne kadar hiçbir parti, hiçbir siyasi lider bu dengeyi koruyamamıştır.
Gâh oraya, gâh buraya bocalama hali içerisinde çabalayıp durmuşlardır.
Olan memlekete olmuştur.
Dün de ifade ettiğimiz gibi; milli mücadele savaşımızın sonunda açılan 1. Büyük Millet meclisi, dualarla, kurban kesilerek, mevlit ve buharii şeriflerin okunmasıyla, başta Şeyh Ahmedê Senusi dâhil olmak üzere, birçok sarıklı ve cübbeli ulema kesimleriyle birlikte fotoğraf çektiren Mustafa Kemal, böylesine devletini kurmuştu.
Ama çok kısa bir süre sonra, tüm bunlar her nedense unutuldu.
Görülen lüzum üzerine(!?) o milli mücadele esnasında omuz omuza verilerek, kahramanca çarpışan milli mücadele kahramanları bir bir saf dışı bırakıldı.
Ve kısa süreç içerisinde kurulan Büyük Millet Meclisinin şekli değişti, ortam apayrı yörüngeye oturtuldu.
Hangi Saiklerle, kurulan gerçek ruh bir anda; berhava edildi, uçtu gitti.
Yerine laiklik kavramı getirildi.
Yani Latince Sekülarizm anlayışı anayasaya koyuldu.
Ne yazık ki; Türkiye hala o anayasa ile yönetiliyor.
Hatta bu paralelde temelinde din düşmanlığı besleyen bir atmosferin bütün haşinliğiyle, devletin içine çöreklendiği görünüyor.
Yalnız onunla kalınmayarak, milli mücadele kahramanları hedef alınıyor ve her nedense bir bir suçlu olarak görünüyor, sorgulanıyor, istiklal mahkemeleri kuruluyor.
İdam, sürgün ve yok etme planları kuruluyor.
Oysaki Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir hutbesi 7 Şubat 1923 tarihlidir.
Yani cumhuriyetin ilanından yaklaşık 8,5 ay önce Balıkesir Zaganos Paşa Camiinde verilen bir hutbede Paşa şöyle diyor;
“Ey millet!
Allah birdir, İslamiyet ekmel (mükemmel) bir dindir, İslamiyet akla mantığa mutabıktır”
Kanun-i esasi devletin anayasası Kur’an-ı Azim Şan’dır.
Kur’an-ı Azim Şan’ın içindekiler kesin hükümlerdir”
***
Kitapçığı telif eden Dr. Mehmet Doğan, şöyle diyor;
Benim ısrarla üzerinde durduğum cümleleri ise bunların ardından gelen ifadelerdir
Kendi kelimeleriyle şöyle diyor Mustafa Kemal Paşa;
“İnsanlara feyz-i ruhi (ruhi bereket) ve manevi ruh vermiş olan dinimiz, son dindir.
Kusursuz, en mükemmel bir dindir.
Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor.
Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı bu din, bununla diğer kavanin-i tabiyeyi ilahiye arasında tezat çıkacaktı.
İlahi kaynaklar olan tabii kanunlar arasında çelişki olması icap ederdi o zaman.
Çünkü bilcümle: Kavanin-i kevniye, yani bütün tatbikat, mevcut kâinat içerisindeki kanunlar, örf adetler, hep bu dinin gerçeğine tabiidirler.
Ve bu dinle paralellik arz ediyor”
Dikkat edilirse, Mustafa Kemal Paşa tarafından kullanılan bu kelimeler tümüyle vaaz kürsüsünde veyahut cami mimberlerinde vaaz veren veya hutbe okuyan büyük din ulemalarının kullandıkları kavram ve ifadelerdir.
Ama devletin başına geçmiş biri, bizatihi din adamlarının kavramlarını kullanıyor ve arada kısa bir süreç geçtikten sonra her şey tersyüz edilip, aksine dönüştürülüyor.
İşte burada önemli soru işaretleri geliyor akla?
En derin saygı ve sevgilerimle.
Hayırlı cumalar…