28 ŞUBAT’TA JİTEMİN JAKOBENLİĞİ!?
Eklenme: 4/25/2012 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Geçtiğimiz hafta;

MEŞHUR 28 ŞUBAT ve KOBRA YILANLARI başlığıyla üç gün üst üste seri bir yazım olmuştu.

Tabi ki;

Üç yazının muhtevasının tümünü burada tekrarlarsak yerindedir diyebiliriz!

Ama gerek yer bakımından, gerek zaman bakımından bir de siz değerli okurlarımıza tekrarlı yazıları sunmamak için, aktarmak istemiyorum.

Elbette ki siz okurlarımız için daima itina gösteriyoruz.

Sizler için;

Yeni tarihi gerçeklere dayalı yenilikleri hafızalarımızda tutmak üzere bir şeyler toparlayıp yazmaya çalışıyoruz.

Bu nedenle bugünkü yazımıza;

MEŞHUR 28 ŞUBAT ve KOBRA YILANLARI yerine.

28 ŞUBATTA JİTEMİN JAKOBENLİĞİ başlığını kullanarak sohbetimize başlamak istiyorum.

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Hafıza-i insan, nisyan ile malldür diye bir atasözü vardır.

Yani insanın hafızası unutkanlık hastalığıyla karşı karşıyadır.

Ama bir milletin bireyleri olsun, aileleri olsun, toplumun topyeknu olsun, tarih içerisinde yaşanan ve yaşatılan mezalimin insanlarda açtığı derin yaralar hiçbir zaman ne unutulur, ne de hafızadan silinir.

Günü geldikçe tazeliğini her zaman korur.

Nitekim gerçekten insanlık tarihine göz atılırsa, inceden inceye irdelenirse tarih boyunca zorbaların, mağdur, zayıf, suçsuz ve masum insanlara yaptıkları hiçbir zaman unutulmadığı gibi bilakis sene-i devriyesi geldiğinde de sanki aynı gün yapılmış gibi hafızalarda tazelenir.

Yaralar yenilenir.

Bunun da sebebi mucibesi adli ilahiye dayanmayan, hukukun üstünlük prensiplerine uymayan tarihi acımasızlıklar, insanların genlerini hep dipdiri tutar.

Her ne kadar;

Hafıza-i insan, nisyan ile malldür sözü kullanılıyor ise de.

Böylesi acı hadiseler de,

Kullanılacak atasözü bilakis şöyle olmalıdır.

Hafıza-i insan, nisyan ile mall değil, kötü hatıralarla malmdur

Yani her şeyi hatırlar.

Meçhule doğru değil, malma doğru yeniden dirilişe geçer ve olaylar "vicdanlarda ve beyinlerde" hep tazeliğini korur.

* * *

Bilindiği gibi bugün 25 Nisan 2012.

Bugün bizler için tarihi önemli bir gün.

Özellikle de;

25 Nisanı 26 Nisana bağlayan 2000 yılı.

Söz Gazetesi ailesi olarak ve Altındağ ailesi olarak tam 12 sene evvel bize yaşatılan "acı hadiselerin" hayat bulduğu gün bugün.

O gün,

O yıllarda Bölgede Ergenekoncu JİTEMin jakobence firavunlaşmış elemanları "ölüm" kusuyordu.

Herkese hain gözle bakan bu Ergenekoncu JİTEMci jakoben kişilerin keyfi uygulamalarının yarattığı "mezalimin" haddi hesabı yoktu.

Bizler dhil olmak üzere adeta herkese kan kusturuluyordu.

Hukuk yoktu.

Yargı deyim yerindeyse 28 Şubata dayalı generallerin brifinglerin etkisi altında faaliyet gösteriyordu.

O dönemde;

Söz her ne pahasına olursa olsun milli iradenin değil, askeri vesayetin elinin altındaydı.

Kim ne gibi zulüm yapsaydı, sözde kamu adına yapılıyordu.

Bu da yanında kar kalıyordu.

Adeta, Kurt'a Kuzu postu giydiriliyordu.

Adaletin külahını, zulmün üzerine giydiriliyordu.

Har şey sumen altı ediliyordu.

Mutlak bir zifiri karanlık vardı.

Adeta devletin anayasa hükümleri, birilerinin vicdanında değil ya cüzdanındaydı veya da solda sıfır hanesine girmişti.

Yargı deyim yerindeyse engizisyon Roma imparatorluğunun ve diğer Katolik mezheplere bağlı olan batıl ve ırkçı anlayışlara bağlı engizisyon mahkemelerinin uyguladıkları antidemokratik hukuk dışı mezalimlere kara çıkarıyordu.

Her yönüyle Türkiye özellikle bu coğrafya, terörle mücadele ediyorum sloganıyla tam tersine terörle iç içeydi.

Tavşana kaç tazıya tut deniliyordu.

Yani devlet terörü zaman zaman devreye giriyordu.

* * *

1991li yıllardan 1995li yıllara kadar devlet adına çalışan nice değerli komutanların öldürülmelerinin başlangıcıyla 2000li yıllara kadar Türkiye, çok büyük badireler geçirdi.

çalışan, hukuku uygulayabilenlerin sayısı çok azdı.

Hangi savcı, hkim vicdan muhasebesiyle sabah adalet koltuğuna oturup, o gün nasıl bir karar verileceği endişesindeydi.

Vesayetçiliğin paralelinde değil, tam tersine karar veren mahkeme heyetleri, devrin Hkim ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından murakabe ve gözetim altına alınıyorlardı.

Sicilleriyle oynanıyordu.

Nitekim dünkü Zaman gazetesinin manşetine taşıdığı haber bir kez daha hakikati doğruluyordu.

Haberi sizinle paylaşırken, bu haberin ışığı doğrultusunda, yazımız da bu başlık altında seri halinde inşallah devam edecektir.

Evet, Zamanın manşeti aynen şöyle;

KOMUTAN CİNAYETLERİNDEKİ İRTİBATI SAVCILAR ARAŞTIRIYOR

Haber şöyle devam ediyor;

Albay Kazım çillioğlunun ölümünün intihar değil, cinayet olduğunu ortaya çıkaran Malatyadaki özel yetkili savcılık, soruşturmayı derinleştiriyor.

Bu amaçla Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ve Albay Rıdvan Özdenle ilgili Diyarbakırda yürütülen soruşturmaların dosyaları istendi.

1990lı yıllardaki cinayetler arasında irtibat olduğunu gösteren delillere ulaşıldığı belirtiliyor

İstanbul çıkışlı, Yakup çetinin özel haberi devam ediyor;

12 Eylül Referandumu ile sivil savcılara askeri bölgelerde soruşturma yapabilme imknları tanıyan düzenleme, bir dönemin karanlıkta kalmış olaylarıyla ilgili soruşturmalara kapı açtı.

Bu kapsamda önemli gelişmeler yaşanıyor.

Alınan bilgilere göre savcılar 1990lı yıllarda şüpheli şekilde hayatını kaybeden komutanların ölümlerinin arasında bağlantı olup olmadığını ortaya çıkarmak için harekete geçti.

Albay Kazım çillioğlunun soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Malatya Cumhuriyet Başsavcılığı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ve Albay Rıdvan Özdenin ölümüne ilişkin Diyarbakırda yürütülen soruşturma dosyalarını istedi.

Cinayetler arasındaki irtibatı gösteren delillere ulaşıldığı öğrenildi.

19911995 arası karanlık yıllar olarak tarihe geçti.

Dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve ekibinden birçok isim şüpheli şekilde hayatını kaybetti.

Bitlisin yanı sıra Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, Mardin Jandarma Alay Komutanı Rıdvan Özden, Tunceli Jandarma Alay Komutanı Albay Kazım çillioğlu ve Korgeneral Hulusi Sayın gibi isimlerin ölümüne ilişkin iddialar gündemden düşmedi.

Bunların terörle mücadeledeki çabalarıyla öne çıkan komutanlar olması da dikkat çekti

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Haber gerçekten çok dikkat çekici ve ne hazindir ki, 1990lı yıllardan 2000li yıllara kadar hep böyle JİTEMin jakobenliğiyle Türkiye ve özellikle bu coğrafya çok zifiri karanlıklar yaşamıştır ve yaşatılmıştır.

Bu söylediklerimiz deveden kulak bile değil.

***

Bugün;

Bizler için büyük acı sonla biten hukuk dışılığın yıl dönümü.

25 Nisanı 26 Nisana bağlayan 2000 yılının yıldönümü.

Evet, bugün her nedense dönemin DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat çakarın Emniyete yazmış olduğu resmi yazı doğrultusunda ben ve şirketler grubumuzun kilit noktadaki iki arkadaşımla gözaltına alındık.

Birisi Gazetenin ve Televizyonun başındaki isim Sayın Ömer Büyüktimur, diğeri muhasebe bölümüne bakan ve grubumuzun muhasebe genel müdürü durumunda olan Sayın İsmail Yazgan, üçümüz gözaltına alındık.

Evet, sadece keyfiyete dayalıydı.

Hiçbir suçumuz yoktu.

Nitekim adli araştırma sonucunda da suçsuzluğumuza karar verildi.

Ama olayın daha çok çarpıcı tarafı Başsavcı çakar tarafından Emniyete yazılan yazı keyfi ve gülünç bulunduğu için dönemin Emniyet Müdürü rahmetli A. Gaffar Okkan, bu antidemokratik kanunsuzluğu uygulamamak için kurtuluşu bir haftalık raporlu olarak Diyarbakırı terk etmekte buldu.

Yerine Emniyet Müdür Yardımcısı Serdar isimli birini görevlendirdi.

TEM Şube Müdürlüğünün başında da Burhan Gümüş vardı. Şimdi kızakta.

Bunlar apar topar, o gece tüm işyerlerimizi arama ve tarama altına alırlarken, olaydan bir hafta önce Nihat çakar, avukatı vasıtasıyla merhum Oğlum Emine çok korkutucu uyarı yapmıştı.

Bu tehdit sonucunda Oğlum Emin'den o günün parasıyla 7 milyar para almıştı.

Ki ailemize bir daha karışmamak kaydıyla bu para alınmıştı.

Dönemin HSYK heyeti malmdu aynı kafa.

Adalet Bakanı Hikmet Sami Türktü.

Bu yapılan kanun dışı baskıcı hareket, adeta Roma dönemindeki engizisyon mahkemelerini hatırlatıyor bize.

***

Bu meyanda merhum Emin Altındağ, geç vakitte olsa bile Erzurumdaki şantiyede çalıştığı halde arkadaşı Münir Mennan isimli mühendisle yola çıkıp yeniden Başsavcıyla görüşerek bir hafta evvelki aldığı 7 milyarı hatırlatmak üzere Diyarbakıra gelmek için yola çıktı.

Ama Bingöl ile Diyarbakır arasındaki askeri bölgeden geçerken maalesef trafik kazası süsü verilerek bir suikasta maruz kaldı.

İşte bugün o günkü kirlenmenin, o günkü Ergenekoncu JİTEMin jakobence dayatmalarının bizler için acı sonla noktalanan olayın 12'inci yıl dönümü.

Acımız büyük.

Ama ne var ki;

Hukuk bugüne kadar dahi "bu hukuk dışı uygulama ve suikastla alakalı" işlememiştir.

Yargı deyim yerindeyse sus pus içinde, özellikle Diyarbakır Adliyesi.

Gerek bu olayla ilgili olsun, gerekse 1991den 1995e kadar işlenen olaylar olsun.

Jandarma Genel Komutanlığına bağlı olup, bu yörede görev yapan generallere ve albaylara karşı yapılan suikastlar dhil olmak üzere hep böyle hasıraltı edilmiştir.

Türk Yargısı deyim yerindeyse o günlerdeki karanlığı görmezlikten gelerek adeta Roma dönemindeki Engizisyon mahkemelerinin tutumunu sergilemişlerdi.

İnsanlara o hal-i durumu yaşatmışlardı.

***

Evet, Papa 17. Sixtus tarafından verilen emir paralelinde 1483 yılında Müslümanlarla Yahudilerin, Hıristiyanlaştırılması hedeflenmesi doğrultusunda 200 bine yakın Yahudi 1492 yılında İspanyayı terk etti, birçoğu da Osmanlı İmparatorluğuna sığındı, Müslümanlara ise yapılan anlaşmalar gereği başlarda iyi muamelede bulunulmuş ise de bu durum 10 yıl bile sürmemiştir.

Yüz binlerce Arap kökenli Müslümanlar ya da bugün İspanya olarak bildiğimiz bölgenin yerli halklarından oluşan Müslümanlar ile Yahudiler engizisyon mahkemelerinde katledilmişler.

Yüz binlerce insan idam edilmiştir.

Asimile edilemeyenlerin tümü Kuzey Afrika başta olmak üzere dünyanın diğer yerlerine sürdürülmüştür.

İşte engizisyon mahkemelerinin batı dünyasındaki uygulanış sebebi ve ihdas edilmesinin temel amaçları Katolik mezhebine ve ırkçılığa dayalı Hıristiyan olmayan milletleri zoraki Hıristiyanlaştırma girişimiydi.

Jakobence dayatmaydı, hem de sözüm ona hukuku, adaleti kullanarak.

Yazı serimiz daha çok çarpıcı belgelerle devam edecektir.

En derin saygılarımla.