28 ŞUBAT’IN HESABI SORULSAYDI, 15 TEMMUZ OLMAZDI!
Eklenme: 3/2/2017 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Bu köşede her zaman sizinle paylaşmak istediğimiz ülke meselelerinin temelden çözümlenebilmesi için, mutlaka ülkenin hiçbir dış mihrakın boyundurluğu altında olmaması gerektiği gibi, inanmış halkının milli iradesi paralelinde kurulmuş bir devlet olması gerekir…

Ki bundan başka da çaresi yoktur…

Çünkü, dış mihrakların vesayetiyle veyahut direktif ve talimatları altında kurulan bir devlet; ne şekilde olursa olsun, hiçbir zaman o devlet milli sayılamaz, milletiylende barışık olamaz.

Mevcut anayasanın beğenilmeyen hükümlerine bile aykırılık teşkil eder.

Devlet, rastgele dışarıdan ithal edilmiş vesayete dayalı bir siyasetle değil, ancak kendi bünyesinde oluşturduğu, örf ve adetlerine, gelenek ve göreneklerine, inanç ve samimiyetine dayalı bir siyasetle yönetilebilir.

Bakınız.

624 sene gibi uzun ömürlü yaşayan bir Osmanlı devleti'ne…

Tamamen; “Mecelle” hükümleriyle yönetildiği için, uzun ömürlü yaşayabilmiştir.

“Mecelle” bir hukuk ansiklopedisidir.

“Mecelle”nin hükümlerine göre olsa dahi, bir toplumu refah ve mutluluk ile yönetebilmenin ana şartları, iki temel unsura bağlıdır.

Birincisi; “Der’ül mefsede”…

Yani öncelikle fesat ve bozgunculuk unsurunu toplumun içerisinden kaldırıp def etmesi lazım…

Ki bu toplumu 7’den 70’e kadar ilgilendiren temel bir dayanak noktadır.

İkincisi ise; “Celb’ül menafi”…

Milli menfaat ve çıkarları sağlamak, toplumun yararına ne gerekiyorsa onu yapmak ve onu işletmek, toplumun her kesimine onu götürebilmektir…

Birinci önceliği bozgunculuğu def etmektir, ikinci önceliği ise milli menfaati teminine etmektedir.

Bunlar olduğu takdirde, o devletin uzun ömürlü yaşayabilmesi için herhangi bir sorun kalmaz.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

“Mecelle”deki geçen bu iki kavram, devlet ile milleti birbiriyle pekiştiren olmazsa olmazıdır.

Eğer öncelikle kötülükler, toplumun bireyleri arasından veyahut kamu kurum ve kuruluşlarından sökülüp atılmadığı takdirde, o zaman kişisel çıkar ve menfaat ortaya çıkar…

Ki kaçınılmazdır.

Bu da bir ülkeyi yok edebilmek için; en temel tahrip kalıbıdır.

Vaziyet, ister hukuksal olsun, ister siyasal olsun, o toplumun varlığını tehlikeye sokmaktan başka bir şey değildir.

Zira düşünün o yüce İslam Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V)’in Mekke’den Medine’ye Hicretinden sonra devletini kurarken, önce bu iki temel ilkeyi öncü kılmıştır.

Bu sayede, çok kısa bir süreç içerisinde devletini kurmuş ve yeryüzüne oldukça yayılmayı sağlamıştır…

Ki öncelikle toplumu kötülüklerden uzak tutmak için, Kur’an-ı Kerim’in ahlakı doğrultusunda sahabeler yetiştirmiştir.

Cihadın ruhunu kalplerine aşılamıştır.

Ve o sahabeler de orduları teşkil etmiştir.

Kişisel çıkar ve menfaat, gerek kişisel olsun, gerek toplumsal olsun, geri plana itilmiştir.

Ve böylelikle hicretten bir yıl sonra Müşriklerin Medine’ye saldırma durumuna karşılık, büyük bir cesaretle direnmiştir…

Büyük bir yüreklilikle, 300 piyadeden başka hiç bir askeri güçü olmayan “Sahabe ordusuyla” saldırgan Mekke müşriklerinin bin tane atlılarını mağlup etmiştir…

Onları hezimete uğratmıştır.

Zira bu askeri hareketin her şeyden evvel gaye ve temel amaçı vardı…

Kimliğini gizleyip de Medine’de bulunan münafıkların hal ve tavırlarına da bir ders-i ibret olmuştur..

Ki büyük bir üstünlükle kazanılan Bedir Savaşındaki “Sır” bize bunu gösteriyor.

* * *

Düşünün, sevgili okurlar.

Bedir Savaşından bir yıl sonra, bu kez Medine’nin kuzeyinde bulunan “Uhud” dağının eteğinde bir savaş yaşandı…

Meydana gelen bir savaş, hem de acımasızca bir savaş.

Bir sene önceki Bedir mıntıkasında savaşıp yenik düşen Mekke müşrikleri, o intikamı alabilmek için bu kez yukarı yoldan “Uhud” dağından sızmışlardı…

Düşman Medine’ye girmesin diye Hz. Muhammed (S.A.V)’in kumandası altındaki ordu, birbiriyle kenetlenmişti.

Ancak içlerinde “Abdullah ibnü Übey, ibnü Selül’ler” gibi münafıklar olduğu için, düşmanın kötülüklerini defetmek üzereyken, bu defa kişisel çıkara, menfaate dayalı bir tutum sergilenmiş ve ne yazık ki İslam ordusu orada mağlup duruma düşme tehlikesini geçirdi…

Ama buna rağmen, yine de Resulullah dimdik ayakta kalarak, o düşmanları geriye püskürtebilmiştir.

Ama heyhat!

Ne yazık ki orada müşriklerden gelen fesat ve bozgunculuğu defetme planından önce çıkar ve menfaat planı devreye girmiştir ki bu da çok büyük bir tehlike arz etmişti.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok.

Merhum Ulu Hakan Sultan Abdülhamit’ten sonra, özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, gelen giden hükümetlere bir bakın…

Ki nerdeyse 110 yılı geçmiştir.

Bu 110 yıl içerisinde gelen giden hükümetlerin çoğu muhafazakâr olup, milletin inancına dayalı, milli iradeyi eline geçirmiş ise de ne yazık ki CHP’nin vesayetçi anlayışından bir türlü kendilerini kurtaramamışlardır.

Kurtarmak isteyenler olmuşsa da hemen Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından “Kemalist, Seküler” bir anlayışla post modern darbeleri hazırlamışlar ve memleketin birliğine karşı adeta suikast düzenlemişlerdir.

Hile ve mekir oyunuyla.

Devletin kuruluş amacındaki yatan ana gerçek, toplumun arasında “Def’ül Mefsede” yani bozgunculuğu defetme ilkesi olması gerekirken, tam tersine kişisel rant ve menfaatler ön plana alınmıştır… Ki her 10 yılda bir darbeler ülkesi haline gelinmiştir.

Kişisel rant, makam, mevki ve ideolojiler ön planda tutulmuş, siyaset dünyası ne yazık ki kendini bunlardan kurtaramamıştır.

Ta ki AK Parti dönemi gelinceye kadar.

İşte 14 yıldan beri ülkenin yönetimini elinde tutan AK Parti, tüm çabalarına rağmen ne yazık ki bir türlü kendini bazı kirli medyanın kışkırtıcı halinden kurtaramıyor.

Ve bu paralelde Türk Silahlı Kuvvetlerinin bünyesinde oluşa gelen kişisel rant teminine dayalı anlayıştan da kurtaramıyor kendini.

İllaki zaman zaman kendini tam manasıyla deşifre etmiyorsa da kenardan, kıyıdan, ucundan baş göstererek tehdit unsurlarını kullanma yanlışlığı içerisinde yürüyorlar.

Ve bunu da körükleyip ateşleyen ne yazık ki birçok medya grupları olmuştur.

Tıpkı üç gün önceki Hürriyet Gazetesinin “Karargâh rahatsız” başlığıyla verdiği haber gibi…

İşte bundan çok büyük ders-i ibret almamız lazım.

Birlikteliğimizi muhafaza altına almamız lazım.

Temel dayanak noktamız; Devlet ve millet el ele verip, bünyesine bakteriyel mikropları üretip barındıran bazı kirli yanlışlıklara son vermesidir…

AK Parti, peşkeş edilen siyasi partiler gibi olmaması gerekir…

Çünkü, peşkeş edilen siyasi partilerin başını çeken de CHP ve HDP’dir.

Gerek dündeki konum olsun, gerek günümüzdeki konum olsun…

Kökeni dışa bağlı bir parti olarak, bu halk onlara artık güvenemiyor.

Nitekim yazımızın başından buraya kadar bahsettiğimiz ana ve gerçek hedef; 20 yıl önce oluşturulan 28 Şubat, meşru bir koalisyon ortağı olan Refah-Yol hükümetini zoraki olarak alaşağı edip, yine ülkenin kaderi CHP’ye verilmek istenmişti.

Demek anlaşılan budur ki;

Eğer birliktelik gücümüzü kullanmış olsaydık, hem de millet ve devlet olarak, 28 Şubat’tan sonra 15 Temmuz oluşturulamazdı.

15 Temmuz oluşturulmuşsa, 17-25 Aralık gerçekleştirilmek istenmişse, elbette ki bunun dayanak noktası 28 Şubat 1997 kirlenmesinin uzantısıdır.

Zira ülkenin yegâne kurtuluş çaresi; Hilafet-i İslamiye’dir ve bu paralelde saltanat siyasetidir ve Türkiye’nin bir İslam memleketi olmasının halidir.

Doğu’da olsun, Batı’da olsun…

Bu topraklar üzerinde yaşayan herkes Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır.

Onun için dalgalanan bayrak, yüce İslam dinini sembole eden bayraktır.

Zira İslam dini vahdet ve birliktelik dinidir.

Bunları bir araya getirip biçimlendirilmesinin adı da teavün ve tazammundur.

Yani yardımlaşma ve güvendir..

Ve karşıdaki düşmanları bilakis tefrik etmektir, dağıtmaktır, parçalamaktır ve birbirine düşürmektir.

Ama ne yazık ki tam tersine bugün o hal bizde yaşatılmak istenilmektedir…

O'nun için uyanık olmamız yazım…

Ki 16 Nisan'daki referandumda çıkacak olan "EVET" bu noktada büyük önem taşımaktadır..

En derin saygı ve sevgilerimle…