BEDİÜZZAMAN DİYOR Kİ (2)
Eklenme: 4/1/2010 12:00:00 AM

Asker neferati, siyasete karışamaz. Evet, sevgili okurlar. Dünkü yazımda ifade ettiğim gibi Türkiye artık yepyeni bir hal ile yaşanmalıdır. Toplumsal hayatımızın idamesi ancak ve ancak İslama dayalı İslamın göstermiş olduğu yüce ve tarihi değerlerimizin korunması ile gerçekleşebilir. Onun için üstat Bediüzzaman "Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal" vurgularıyla bunu dünyaya ve Türkiyenin milli iradesini elinde tutanlara 80 yıl önce duyurmuştur. Onun için bir an evvel Türkiyeyi artık askeri vesayete dayalı jakobence yapılan anayasalarla değil ancak ve ancak milli tarihimize gelenek ve göreneklerimize bağlı kalmak suretiyle kendimize çeki düzen vererek yepyeni bir sivil anayasanın gerçekleşmesi ile olur. Askerin kesinlikle siyasetten uzak durmaları ve milli irade üzerinde söz sahibi olmaması gerekir. Üstat Bediüzzaman diyor ki "Ben işittim askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Osmanlıdaki Yeniçerilerin hadise-i müthişesi (müthiş vakası) hatırıma geldi. Gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki; en mukaddes cemiyet (örgüt) askerlerin cemiyetidir. Ki umum asker mesleğine girenler neferden Başkomutanlara kadar aynı misyonla gerçek bir disiplin ruhu ile yaşayabilirler. Zira ittihat (birlik), uhuvvet (kardeşlik), itaat dünyanın en mukaddes cemiyetinin ana hedefleridir. Askerler tamamıyla bu misyon paralelinde düşünmeleri gerekir. Yoksa siyaset ve milli irade üzerine vesayetçilikle asker için en tehlikeli endişe veren bir haslettir. Ben Kürdistanda Kürtlerin hali perişanını görüyordum, anladım ki dünyevi saadetimiz bir cihetle fünun-i cedide-i medeniye ile olacaktır. (Çağdaş teknolojinin gerçekleşmesi ile olacaktır) Bu ise ancak ve ancak kokuşmamış macera peşine düşmemiş ulema kesimlerinin varlığı ile gerçekleşebilir. Din ulemaları ise yalnız ve yalnız ibadet ve şahsi inanç tarzıyla yetinmeyip çağdaş medeniyet seviyesini yakalayıp dev adımlarla ilerlemesi gerek. Doğuda Kürtlerin dizgini tümüyle ulema kesiminin elindedir, bu nedenle mutlaka söz sahibi olması gerekir. Aksi takdirde ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın beklenen hedefi devlet yakalayamaz. Mutlaka asker neferati siyasete karışamaz olmalıdır" 31 Mart Vakasında Selanikten İstanbula yürütülen harekât ordusunun başındaki paşalara, zabıtlara ve komutanlara üstat şöyle seslenmişti: "Ey paşalar, zabitler eğer varsa cinayetlerime ceza Şimdi de suallerime cevap isterim. İslamiyet denilen yüce dava insaniyet-i kübradır. Yani yüce insanlık vasfıdır. Şeriat ise toplumsal ve muasır bir medeniyet üstünlüğüdür. lem-i İslam medeniyet ve faziletlerin eflatunlarıdır. El hâsıl istibdat ve zulüm ve tahakküm, cehalet cihetiyle topluma girmiş mutlak bir cehaletin hüküm sürmesidir. Şu halde bizim yegâne kurtuluş çaremiz Yavuz Sultan Selimin ittifaka dair şiirinin üstün manasıyla olabilir. Bakınız, Sultan Selim şöyle diyor: "İhtilafı endişe tefrikası koşe-i kabrinde bê karar eyler beni İttihatken savlet-i ada-i defe çaremiz İttihat etmezse millet dağıdar eyler beni" Bu itibarla üstadımız daima devlet büyüklerine karşı şu uyarılarda bulunmuş: "Ey Mücahidini İslam (istiklal savaşını kazanan mücahitler) ve ey ehli hel ve akıt (devlet yönetimini elinde tutanlar) bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum. 1-Şu muzafferiyetindeki harikulade nimeti ilahiye bir şükür ister ki devam edebilsin. Ziyade olsun, yoksa nimet böyle şükür görmezse uçar gider. Nimet Allaha karşı şükür görmezse uçar gider. Mademki Kuranı düşmanın hücumundan kurtardınız, Kuranın en salih ve en kati emri olan salât namaz gibi farzları yerine getirmekle intisal etmeniz gerek. Ta ki namazın feyzi ve bereketi böylesine harika suretinde üstünüzde devam etmesin.   2-lem-i İslamı sevindirdiniz ve teveccühünü kazandınız; lakin o teveccüh ve sevginin idamesi gerekir. O da Şaairi İslamiye denilen dinin ana kuralları ile kalkıp oturmanız lazım. Devlet yetkililerinin İslamiyet hissi ile yaşarlarsa milletin teveccühüne mazhar olurlar. Bu milleti İslamiyenin cemaatleri her ne kadar bir cemaat namaz kılmazsa hatta fasık ve sapık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin dindar görmek isterler. Hatta umum Kürdistanda tüm devlet yetkililerine karşı en evvel sordukları sual buymuş: Bizi yönetenler acaba namaz kılıyorlar mı? O zaman böyleydi. Her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa hatta fasık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin dindar görmek ister.  Bir zaman Beytüşşebap aşiretlerinde isyana vardım. Ben gittim sordum sebebi nedir bu kavga gürültünüzün? Dediler ki ilçemize gelen Kaymakamımız acaba namaz kılıyor mu? Namaz kılarsa iyidir, kılmazsa demek kötüdür. Derlermiş. Namaz kılana mutlak emniyet ederler. Kılmazsa ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehimdir" Düşünün! Bir millet başındakileri kendileri gibi düşünmelerini isterler. Kendileri gibi düşünmeyenleri kesinlikle dışlarlar. Millete rağmen, milletin inancıyla ters düşen hiç bir zaman müktedir olamaz. Ve idarecilikleri de uzun süreli olmaz. Bir yere de varmaları mümkün değil. Bakınız; Hakkari'nin Beytüşşebap ilçesinde 100 yıl önce yaşayanlar, onları yöneten devlet adamlarının 'dindar' olmasını ve kendileri gibi inanca sahip olmasını isterlerdi. Ne var ki günümüzde ise; yöneticilerimiz uzlaşı adı altında bırakın 'milletin' inancıyla yaşamak, onun inancını elinden alıp kendi inancıda adapte etmeye çalışmaktadırlar. Barış ve uzlaşı adı altında devletin, içinde tüyü bitmemiş yetimlerin, hakkını, hukukunu 'barış ve inanc' yoluna bırakın harcamayı, bilakis dansözlere, yarı çıplak ses sanatcılarına harcamaktadırlar. Ne hazindir ki buna da; 'Demokrasi ve uzlaşı' diyorlar.. Ve bunu yapanlar da muhafazakar geçiren iktidarın vali ve kaymakamları tarafından icra edilmektedir. Buna üzülmemek ve yazıklar olsun dememek elde değil. En derin saygılarımla.