ÇÜRÜK SİYASET VE YANLIŞ POLİTİKA ÜLKEYİ ÇÖKERTİR?
Eklenme: 4/9/2015 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.
Bugünkü sohbetimizde Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin “Hutbe-i Şamiye” isimli kitabının içinden geçmişe yönelik bir bölümünü sizinle paylaşmak istiyorum.
Zira dün de ifade etmeye çalıştığım gibi toplumlar, milletler, devletler…
Önlerini görmek için medeniyetlerin zirvelerine tırmanmak için, mutlaka geçmişteki olup biten hadiselerden ders alıp, ibret olaylarını hatırlamak üzere yola çıkması gerekir.
Netice itibariyle yerinde olmayıp, dayanaksız olan siyaset, toplumu çökertir.
Ve toplum ne yazık ki altında kalmaya mahkum olur.
* * *
Üstat Bediüzzaman şöyle diyor;
“Her kim ki ev tavanının altına zayıf, dayanaksız, çökmeye mahkûm eski direğini kaldırmadan önce, daha güçlü bir kolon veya bir direk koymazsa, o tavanın üzerine çökmesinden kendisini kurtaramaz.
Bilimsel olarak da, yapı teknoloji gereği olarak da, "kolonsuz tavan" çökmeye mahkumdur.
Yani önce sağlam dayanıklı direği tavanın altına almalıdır, sonra o zayıf, çürümeye mahkûm olan direği kaldırmalıdır.
Aksi takdirde tavanın çökemesi ve ev sahibinin de altında kalacağı kaçınılmazdır.
Veyahut bir başka örnek vermek gerekiyorsa; bilimsel bir konunun tartışılmasında fasit ve dayanaksız delil ile gerçek bilimsel delil arasındaki fark açıktır ve aşikardır.
Bilime dayalı olmayan, bulandırıcı çürük bir delil, davayı kesinlikle yanlış yollara saptırır ve toplumsal bunalıma neden olur.
Davalar her ne olursa olsun, daima sağlam ve bilimsel delillere dayanmalıdır.
Özellikle siyaset alanlarında”
Tıpkı bugünkü Türkiye’de yaşanan yakın tarihimizin çürük siyasetleri gibi…
Gerçek siyaset; mutlaka bilime, ilme, imana ve vicdana dayanmalıdır ki o zaman bu siyaset paralelinde yaşaya gelen ülke, varlığını kötü badirelerden korur, müspet ve sağlam zemin üzerinde yürür.
Devlet ve toplum birbiriyle pekiştirilir, rahatlıkla zirvelere tırmandırarak hedefine ulaşır.
Yoksa fesat, dayanaksız, çıkar ve menfaate dayalı yapılan siyaset ve tezgâhlanan politik oyunlar; o memlekete, o topluma yarar yerine kesinlikle zarar getirir ve toplumun içine fesat ve bozgunculuk sokar.
Toplum içten vurularak, dev bir ağaç gibi hemen yıkılır ve insanlar, o devlet ağacının altında kalmaktan kendini kurtaramaz.
Tıpkı İslam dünyasının, özellikle Türkiye’mizin karşı karşıya kaldığı mevcut siyaset kargaşası gibi…
Gerçekten; toplumun ve ülkenin birliğini, beraberliğini, birlikteliğini pekiştirmek isteyen bir siyaset unsuru evvela, öncelikle ve özellikle salabet-i diniyenin (dini konuların üstünlüğünün) hürmetini mutlaka muhafaza altına almalıdır.
İslam’a ve İslam’ın tüm gerektiren konularına sahip çıkılmadan, koruma altına alınmadan adım atmak, siyasette bozgunculuk ve fesat çıkarmaktan başka bir şey değildir.
* * *
Bediüzzaman’dan sorarlar.
“31 Mart Hadisesi hakkında siz ne dersiniz?”
Cevaben şöyle diyor Üstat;
“Önce 13 Nisan saikası (aniden çakan yıldırım afeti) hakkında sual ediyor iseniz, onu ben Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinde yaptığım müdafaatımdan ibaret olan ‘İki mektep musibetin şahadetnamesi’ eserimde şerh etmişim (açıklamışım).
Bu ifadeden sonra ben bütün kuvvetimle diyorum ki o hadise muvaffak ve muhaliflerin hata ve yanlışları yüzünden vücuda gelmiş bir hadisedir.
Ve birbirine muhasım (düşman) olan her iki tarafın hatalarını, yanlışlıklarını, masum, suçsuz, günahsız mütevekkil insanların üstüne atmalarından meydana gelmiş tarihi bir vakadır”
Bediüzzaman burada birilerine seslenerek şöyle devam ediyor;
“İşte ey fesat ve bozgunculuklarını başkalarına yükleyerek, kendilerini temize çıkarmaya çalışan mağrur, kendini beğenmiş kimseler!
Sizin misaliniz (örneğiniz) birbirini katledip yeryüzüne fesat saçan adamların misaline benzer ki bunların fesatlarını, bozgunculuklarını defetmek ve onları sulha davet etmek için, aralarına bir kısım yapıcı insanları sokmak, musalaha için (barış için) aralarına girmiş olan bu insanlar onlara gerçek şeyleri hatırlatır.
Zaten barışın usulü de öyledir.
Her iki tarafı birbirine yanaştırmak için, olayla hiç alakası olmayan masum insanlar araya girer ve ikna edici şeyleri söyler.
Bu insanlar her iki tarafa güzel şeyleri hatırlatırlar.
Ta ki o müthiş hileli desiseler ortadan kaldırılıncaya kadar.
Barış gücü gerçekleşsin diye…
Şu halde bu arabulucuların bu güzelliklerinin bereketiyle, onların fesatlıklarının yüzden bire inmesine cenab-ı hak muvaffak ederken…
İşte tam bu esnada, yani bu barış ruhunu gerçekleştirmek üzereyken, hileli ve bozguncu desiseleriyle birileri meydana çıkıp, ortalığı daha fazlasıyla karıştırırsa, barış olayı hedefine ulaşamaz durumuna girer.
Aslında olayın barış ruhu bundan ibaret olmalıdır.
O barış ekibi, her iki tarafın yanlışlarını onların yüzüne vurarak susturma yerine, onları dinlemeyen taraflar birbirlerinin nefislerini okşayarak kahramanlıklarını (!) anlatırsa, enaniyet damarlarını birbirine rüşvet olarak verirlerse, gayet insafsızca olan hadiseler ortaya çıkar…
Ki bu barış gerçekleşemez ve arabulucuların çabaları da boşa çıkmış olur”
* * *
Evet, sevgili okurlar.
Özetlemek gerekirse, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin meşhur 31 Mart vakasını anlatım şekli şöyledir.
Bilindiği gibi 31 Mart hadisesi Miladi takvime göre 13 Nisan 1909’a rastlanan 31 Mart 1325 günüdür.
Bu tarihte aslında, Sultan Abdulhamit'in tahtan alaşağı etme sürecidir.
Edirne’den (Balkanlardan), İstanbul’u kuşatmak üzere yola çıkan hareket ordusunun tarihi vakasından ibarettir.
Kaş yapayım derken, göz çıkarmaya çalışan bu olay; Sultan Abdülhamit’in üzerine bir darbe olayıdır.
Tıpkı cumhuriyet dönemindeki olup bitenler gibi…
Kışlayı kışkırtarak fesat ve bozgunculuk damarını uyandırarak “Meşrutiyet yerine şeriatı istiyoruz” diyenler, İstanbul’u kuşatmak üzere Edirne’den hareket ordusunu yola çıkarmak istemişler.
Bediüzzaman ve onun gibi dönemin büyük ulema kesimleri, bu kışla askerlerine ikna edici nasihatler vererek, durmalarına sebep oldukları halde, İttihat Terakki Cemiyeti tarafından kurulan olağanüstü örfi idare mahkemelerinde yargılanmışlardır.
İftiraya uğramışlar ve birçok âlim, ileri gelen insanlar, idam edilmiştir.
Sıra Bediüzzaman’a gelmiş.
Bediüzzaman’dan sormuşlar.
“Sen de şeriatı istemişsin?”
“Evet, ben Şeriat-ı Ğarrayı Ahmediye’nin tek bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.
Ama bu ihtilalciler gibi değil.
İhtilalcilerin istekleri bahanedir, gerçek manada şeriat değildir.
Osmanlıyı yıkmak, Padişahı yıkmak, Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmektir ve hilafet devletini de tarihten silmektir.
Bu ise İngilizlerin hileli politikası vasıtasıyla gerçekleştirilmiş olaylardır.
Biz ise o manada değil, gerçekten şeriatın ve İttihad-ı Muhammedi’nin birer fedaileri olarak yola çıktık, kışla askerlerini tüm zabitleriyle beraber ikna etmeye çalıştık ve o harekâtı durdurduk”
Böylece Üstat idam edilmekten beraat ederek, o büyük fitneden kurtulmuş oluyor.
Burada özetlemek gerekirse, sohbetimizin başından sonuna kadar anlatmaya çalıştığım gerçek şudur;
Toplumlar, özellikle İslam toplulukları ne yaparlarsa yapsınlar…
Çürük, dayanaksız, ranta dayalı siyasetler, tıpkı ev tavanının altına konulmuş güçsüz direk gibidir.
Önce o tavanın altına sağlam direk ve kolon konulmalıdır ki o çürük direk kaldırılsın.
Onun yerine sağlam bir direk konulmadan, eski direği kaldırmaya kalkışan ev sahibi, o tavanın üzerine çökmesinden kendini kurtaramaz.
Yani bir toplum sağlam ve dayanaklı adalete, hukuka, demokrasiye dayalı bir siyaseti uygulamazsa;
Çürük, dayanaksız, hileli yalanlarla dolu rant ve çıkara dayalı siyaset çöker, toplum da altında kalır.
Allah korusun.
En derin saygı ve sevgilerimle.