İSLAM ÜLKELERİNDE NİFAK VE MÜNAFIKLAR! (II)
Eklenme: 6/23/2015 12:00:00 AM

Evet, değerli can dostlar.
Yıllardan beri yazıyoruz, çiziyoruz.
Türkiye’nin gerçeklerini dile getirmeye çaba gösteriyoruz.
Olup bitenleri de şeffaf bir şekilde; siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.
Dert anlatıyoruz, dert alıyoruz.
Ama heyhat!
Kime?
Sözde çağdaş demokratik bir hukuk sisteminde yaşıyoruz (!)
Ama, Demokrasinin “D” harfine yanaşamıyoruz.
Neden?
İşimize gelmiyor.
Hiç kuşkusuz ki, politika ve siyaset eşittir rezalet, demek yerinde olur.
Zira kelime, kavram, edebiyatıyla bu memleket bir türlü beklenen hedefe ulaşamadı.
Gelen gideni aratıyor.
Hak, hukuk kesinlikle yok.
Ancak ne var?
Bugünkü siyasette dört kavram revaçtadır.
Siyasilerin çok büyük iştahını kabartan bu dört kavram nedir biliyor musunuz?
Siyaset artı şöhret artı şehvet eşittir servet.
İşte her şey burada bitiyor.
***
Günümüzdeki siyasi arenadaki hareketlilik atmosferi hep bunlarla dolaşıp duruyor.
Birileri siyaset kervanına katılmak isterken, önce mutlaka muhafazakârlık kisvesine giriyor.
İyi niyet dahi olsa sonradan 180 derece "U" dönüşü yapıyor.
Çok büyük bir değişimle önce şöhret alıyor, sonra şehvet, sonra servet.
Ama hak "yolundan" saparak.
İşte bu her üç ana kavramı siyaset arenasında kullanırken, birden bire ortaya çıkan tabloda ne muhafazakârlık kalıyor, ne de dindarlık, ne de İslam.
Hani her zaman burada söylüyoruz ya;
Önce mücahit ise kısa bir süreç içerisinde müsait olur, sonra müteahhit olur.
Bununla da kalmıyor şöhret arayışına giriyor?
Sonra şehvet ve sonra en vazgeçilmez bir durumda servet, sonradan rezalet ve felaket.
İşte ülkenin ve siyasi yapının hakikatı bu..
Demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan Türkiye’deki manzara gerçekten bundan ibarettir.
Her zaman bu köşede bu sistemin maceracılığını tüm detayıyla portresini çizerek, siz değerli okurlarımıza açıklamaya çalışıyoruz.
Gerçi için de çok önemli ilim adamları, siyaset deneyimcileri vardır.
Ama biz de bunun tekrarını kamuoyuna duyurma maksadıyla kaleme alıyoruz.
* * *
Sevgili okurlar.
Bugünkü Diyarbakır Söz Gazetesinin manşetinde "19 yıl önceydi" başlıklı haber dikkatınızı çekmiştir..
Altındağ Katliamı.
Yıl 1996...
21 Haziran’ı 22’ye bağlayan gece…
Ergani Yolu üzerinde yeni açılan 15 günlük Altındağ Dinlenme Tesislerine, yatırımcı bir kuruluşa kanlı bir baskın düzenlendi.
Daha karanlık çökmemişti.
Tesis basıldı. Kaleşnikoflarla kurşun yağdırıldı.
Kaşla göz arasında 8 can orada katledilerek şahadet mertebesine ulaştı..
O tarihte, Olağan Üstü Hal vardı.
Bölge Valisi de Necati Bilican'dı.
Bu tesis, 15 gün önce dönemin ANAP Lideri Başbakan Mesut Yılmaz tarafından açılmıştı.
Bu katliamı kim yaptı, kimler rehber oldu, yardım ve yataklık eden kimdi?
Elbette ki o günkü revaçta bulunan terör odaklarından meşhur bilinen bir örgüt ki PKK deniliyordu.
Bir saat içerisinde tesislere yığılan jandarma ve sivil emniyet teşkilatı…
Kaşla göz arasında kaybolan o cani katiller ne yazık ki o an için yakalanmadı.
Yakalanmaları için; o gün ve sonrasında özellikle İl Jandarma Alay Komutanlığının kılı bile kıpırdamadı.
O tarihte, Alay Komutanı Kıdemli Albay Mecit Korkut’tu.
Tabii ki ondan önce aynı koltuğu işgal eden selefi Jandarma Albay Eşref Hatipoğlu idi.
Eşref Hatipoğlu, kendisinin de itirafıyla bölgenin ve Diyarbakır’ın tüm detaylı bilgilerini Korkut'a aktarmıştı.
Bu bilgileri aktarırken tabii ki ona yakın olan bazı kirli iş çevrelerini de koruması için tavsiyede bulunmuştu.
O iş çevreleri ise ne idügü belirsiz bir tavırla devletin kilit noktadaki adamlarına rahatlıkla ulaşıyorlardı.
Dostluk kuruyorlardı, hatta kirvelik kuruyorlardı.
Birbirlerinden nemalanıyorlardı.
Bölgedeki sevmedikleri insanları el altından JİTEM’in komutanlarına gammazlıyorlardı.
JİTEM’le PKK örgütüyle gerçekten o zamanlarda iç içe çalışıyorlardı.
Gah Hizbullah, gah PKK ve ortadaki işlerini güzel yürüten JİTEM’in komutanları.
Karanlık bir tablo yaşanıyordu.
Faili meçhul cinayetleri ayyuka çıkmıştı.
Kim ne yapıyorsa yanına kar kalıyordu.
Gerçi 28 Şubat daha gelmemişti ama 28 Şubat’ın dik alası vardı.
Nice ocaklar söndürüldü ve demokratik hukukun üstünlüğüne inanan bir parlamenter sisteminin bakanları, valileri, emniyet müdürleri hep iş yapıyormuş gibi gösteriyorlardı.
Oysa ki hiçbir şey de yapılmıyordu.
Derin karanlıkta bulunan tüm odaklar, çok rahat çalışıyordu.
Dönemin MİT teşkilatı da aynen öyleydi.
Köylere Jandarma gündüz gidiyordu, PKK örgütü gece gidiyordu.
Köylüler çok büyük bir manevi işkence içerisinde çile çekiyorlardı.
Harmanlar yakılıyordu.
Niye?
"PKK gece buraya gelmiş” diye.
PKK geliyordu gece insanları kaçırıyordu, "niye sen bugün devletle konuşmuşsun, devlete yakın insansın” diye ocakları yakıyordu, söndürüyordu veya kaçırıp infaz ediyorlardı.
İşte tüm bunlara rağmen, çağdaş, demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan bir devletin varlığı söz konusu değildi.
Tabii ki medya grubu olarak bunları hep duyuyorduk, duyuruyorduk, görmezlikten gelemiyorduk.
Günü geldi, “Vay sen misin bu işleri yapan ve bizi deşifre eden” diyen derin devlet ve ona bağlı karanlık bazı güçler hep hareketteydi.
Ama ne yazık ki hukuk devleti olarak bilinen parlamenter sistemi yerindeydi.
Anayasa da aynı anayasaydı.
O günden bugüne kadar hep böyle “kanı yerde kalmaz, en yakın zamanda intikam alınacak” gibi palavralı, makyajlı sözler, resmi sıfatların ağzından çıkıyordu.
Tıpkı bugünkü süreç gibi…
Hep hayali aldatmaca, başka bir şey yok.
Olan vatandaşlara oluyor.
Elbette ki ateş düştüğü yeri yakıyor.
Tüm bunlara rağmen, hala da mevcut parlamentonun parlamenterleri ve siyasi parti liderleri bir arpa boyu kadar bu ülkeyi bir barış zeminine oturtturamadılar.
Birbirlerine ağır suçlamalar getirirken, toplum da izliyor ve o kavga, o kargaşanın bir nevi emsali teşkil ediliyordu.
Ve hala da devam ediyor.
Bu devlet yine yerinde…
Barış süreci de yavaş yavaş suya düşüyor ve emperyalist küfür dünyası bıyık altından gülüyor.
Allah encamımızı hayreyleye.
Ama gelecekteki zifiri karanlık görüntü hiç de iç açıcı değildir.
En derin saygı ve sevgilerimle.