İSTİBDAT, TAHAKKÜM EŞİTTİR CEHALET! (III)
Eklenme: 4/26/2016 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü “İstibdat, tahakküm eşittir cehalet” başlıklı sohbetimizin son bölümünde şunları sizinle paylaşmak istemiştim;

“Türkiye’de özellikle bu coğrafyamızda 28 Şubat’taki zifiri karanlıklarda olup biten olayları bir bir deşifre ederek yazımıza devam edeceğiz” demiştik.

Evet.

Gerçekten 28 Şubat dönemindeki Türkiye insanına karşı yapılan tarih cehaletinden, kültür cehaletinden, din ve inanç cehaletinden tevellüt doğmuş olan istibdat, acaba bu medeniyet çağında hangi devlette, hangi ülkede kendi milletine karşı tahakkümü reva görülmüştür?

Şahsen ben komünizmle, Marksizm’le, Allah inancından yoksun olan bir toplumdan başka, medeni bir dünyanın herhangi diğer yerlerinde kendi insanına karşı böylesine bir mezalimin yapılacağına inanmıyorum?

İnanan varsa, tüm iletişim kanallarımız açıktır, herkes bunu ispatlayarak bize cevap verebilir.

Ama heyhat!

İnanmıyorum.

* * *

Bakınız, 28 Şubat döneminde "başımıza" gelen haydutlaşma oluşumları.

Tarih, 2000'li yıl.

Nisan ayının 25’inci gecesini 26’ncı geceye bağlayan akşam.

O gün, Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar tarafından özellikle bizim gazete ve televizyonumuzu, ailemizi, devletin bazı kurum ve kuruluşlarının bünyesinde yapılan kirlenmeleri kaleme aldığımız için, adeta bizi susturmak üzere kirli bir teşebbüsle gözaltına aldırdı.

Başta ben olmak üzere, bizimle çalışan kilit noktadaki mesai arkadaşlarımız gözaltına alınmıştık.

Gözaltına alınacak veyahut sorgulanacak hak ettiğimiz herhangi bir suç olmamasına rağmen.

Ki işlediğimiz bir suçta yoktu.

Kimseye hakaret etmemiştik.

Ancak anılan o Başsavcı, bölgedeki bazı JİTEM elemanlarıyla işbirliği yaparak, yasal olmayan tüm uygulamaları kişisel rant ve kirli ideolojiye bağlı olup, gizliden gizliye PKK’yı savunan dönemin bazı Baro avukatlarıyla anlaşmak suretiyle bize karşı komplo teorileri organize etti.

Aynı Başsavcı, bizden önce de Refah Partinin lideri olan merhum Necmettin Erbakan’ı Bingöl ilinde yaptığı konuşmadan dolayı da sorgulamaya almıştı.

* * *

Ondan sonra da ülkemizin ve tüm İslam dünyasının medar-ı iftiharı olan şimdiki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde Siirt’te yaptığı bir konuşmadan dolayı aynı Başsavcı tarafından soruşturma fezlekesi hazırlanmış ve sorgulamaya alınmıştı.

İddia makamı durumunda olan Savcı Abdürrahim Yaman’ın verdiği mütalaasında “Siirt’teki konuşmacının konuşması herhangi bir suç teşkil etmediğini” belirtmesine rağmen, bunu hiçe sayarak soruşturma gerçekleştirildi.

10 aylık bir ceza verildi.

Ki bu ceza nedeniyle, Sayın Erdoğan 4,5 ay gibi bir süre cezaevinde yatmak zorunda kaldı.

Aynı o Başsavcı; kendisine yakın olan, PKK’ya yakın olup da bugün paralel yapının kilit adamları durumunda oldukları su yüzüne çıkan yani Akın İpek gibi meşhur paralelci işadamı ve Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan ile derinden derine sıkı fıkı olan paralelci bir Diyarbakırlı işadamının gammazlığıyla bizi “irticacı medya ve işadamı” olarak gözaltına aldırtmıştı.

Ama bizi gözaltına alma olayı tümden dayanaksız, mesnetsiz, sadece iftira, keyfi ve cebri bir tahakkümün sonucu olduğu tüm resmi evraklarımızda ve Adliye arşivlerinde mevcuttur.

Ki tüm isnat ettiği suçlardan "beraat" ettik.

Bakınız, gözaltına alındığımız gün, benim oğlum Mehmet Emin Altındağ, Mühendis arkadaşı Münir Mennan’la beraber taahhüdümüzde bulunan Erzurum Mareşal Fevzi Çakmak Askeri Hastanesinin inşaatında bulunuyordu.

Gözaltına alınma haberimizi, duyar duymaz özel aracıyla yola çıkıyor.

Bingöl üzeri, Diyarbakır'a gelirken, malum o dönemde her 10 kilometrede bir askeri kontrol noktası bulunuyordu.

Bingöl'ü geçiyor, Genç ilçesini geçiyor.

Derken, Genç ile Lice arasındaki Abbalı Karakolu noktasına geliyor. Buradan da, kayıt yapılarak geçiyor.

Ki bu bölge tamamen, termal kameraları tarafından, kontrol altında tutularak taranıyor.

Karakolu bir kilometre geçmeden, askeri bir araç tarafından önleri kesiliyor.

Ve araçları meçhul bir şekilde; uçuruma yuvarlanıyor.

O akşam daha gün batmadan, "olaya" trafik kazası verilerek, her iki gencimizin ölümüne sebep oluyorlar.

Tüm çabalarımıza rağmen, oradaki JİTEM’in baskısıyla, kimseye hiçbir şey ispat ettiremedik.

* * *

Olayın daha çarpıcı tarafı…

Bir sene önce, yani 27 Mayıs 1999’da başta benim oğlum Mehmet Emin Altındağ dâhil olmak üzere diğer bazı yakınlarına karşı dönemin anılan DGM Başsavcısı vasıtasıyla dönemin JİTEM İstihbarat Şube Müdürü Cemal Temizöz ile meşhur Başçavuş Ali Kaya olmak üzere çok iğrenç, çok kirli, iftiralarla dopdolu sahte bir fişleme tertiplendi.

Hem de sözde PKK diliyle kaleme alınan bir iftira vesikası yüzünden o çocuklar gözaltına alındı, sahte bir sorgulama ve soruşturmayla, tutuklatılarak, cezaevine attılar.

Ama her zaman söylediğimiz gibi tüm bu olup biten kirlenmelere rağmen, yine de Türk yargısı bünyesinde hiç unutmayalım ki hukuka inanmış, vicdanına danışmış nice Savcı ve Hâkimlerimizin varlığı da tartışılmazdır.

Avukatlarımız tarafından bir hafta içerisinde itiraz edildi.

“Bu fişleme sahteciliğe dayalı keyfi ve cebri bir suçlamadan ibarettir ve PKK’nın diliyle sahte mühür basılarak, bunu PKK yazmış gibi göstermeye” çalışıldığı ortaya konuldu.

Ve bu sahte fişleme ne yazık ki dönemin DGM Cumhuriyet Başsavcılığıyla, o dönemde 7. Kolordu Komutanı olarak görev yapan Yaşar Büyükanıt adına imza altına alınarak, düzenlendi.

İşte bu tarihi utanç vesikası, Adalet Bakanlığı’na bağlı dönemin DGM Başsavcısıyla, TSK’nin şerefli üniformasını şerefsizce kullanmaya çalışan hain, Ergenekoncu bir komite tarafından organize edildi.

Hem de 7. Kolordu Komutanlığı bünyesinde imza altına alındı…

Ve bu olaydan tam bir sene sonra benim çocuğum merhum Mehmet Emin Altındağ ile Mühendis arkadaşı Münir Mennan, gözaltına alındığımız haberi üzerine Erzurum'dan Diyarbakır'a gelirken, askeri bölgede güpegündüz suikasta uğradılar.

Ne yazık ki faili meçhul olarak dosya tanzim edildiği gibi, aynı zamanda trafik kazası süsü verildi.

* * *

İşte anlatmaya çalıştığımız; tarihi kirlenmelere rağmen, ne yazık ki demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan bir devletin mağdur ve mazlum milletinin yanında yer alması gerekirken, o dönemlerde yapılan Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, BÇG ve post modern darbeler gibi daha neler neler…

Bugün ne yazık ki tüm bunlara rağmen, hiçbir şey olmamış gibi birileri suret-i haktan gösterilerek, tüm gerçekler tersyüz edilerek, yapılanların/yaptıklarının hiçbirisi suç işlememiş/suç teşkil etmiyormuş gibi başkası suçlanmaktadır.

En vahimi ve acı vereni de, bugün ortaya çıkıp "sütten çıkmış ak kaşık" misali kendilerine "kumpas" kurulduğunu iddia ediyorlar.

Ne yazık ki, devletin adalet mekanizmasını yanlışlara yönlendirmek üzere, o dönemde yapılan gayriahlâkî ve darbe teşebbüslerine rağmen, bugün hiçbir şey olmamış gibi kararlar veriliyor.

Alınan karar ve adına konulan "kumpas" garabeti, bizi üzdüğü gibi bu coğrafyada yaşayan nice vatandaşlarımızı da aynı şekilde üzmüştür.

Ve inanıyoruz ki bu kararlar tüm kamuoyunu da üzmüştür.

Zira hiçbir zaman gerçekler saklanamaz, saklansa bile tarihin tescil gerçeğinden de kendini kurtaramaz.

Yeter ki tarih yalan söylemesin.

Çünkü yalan söyleyen tarih, her şeyi tersyüz ediyor.

“Aks’ül amel” olarak bilinen ters yüzlülük millete yutturulmaya çalışılıyor.

Bu da istibdat, tahakküm eşittir cehaletin dik alası...

Günümüzdeki oluşmakta olan haksızlıklar, tersyüz edilen gerçekler, ne yazık ki 1908’lerden 1923’lere ve hatta dipçik ve şeflik dönemi olan, istibdat ve mezalim dönemine kadar, yani 1950’lere kadar olup bitenlerin bir uzantısı olarak bilinmektedir.

Artık bu millet imanın nurlu sabahında uyanmıştır.

Akif’in dediği gibi; hem de “Asımın nesli olarak uyanmıştır”

Anılan bu süreçte nice sahte kahramanlar, nice uyduruk kurtarıcılar, nesep ve hasep olarak Türklükle uzaktan yakından alakası olmayan belirsiz bir kana sahip olmalarına rağmen, nice piyon kahramanlarla karşılaştı.

Devamı yarın.

Bu anlattıklarımızı yarın ki sohbetimizde kanıtlayıcı belgelerin kupürleriyle sizlere aktaracağız.

En derin saygı ve sevgilerimle.