MEŞ’UM VE MENFUR BİR YILDÖNÜMÜ!!!
Eklenme: 3/1/2010 12:00:00 AM

Evet, sevgili Diyarbakır Söz okurları. "Tarih tekerrürden ibarettir" deniliyor ya! Gerçekten tarihi ve yerinde bir söz.. Her ne kadar hafıza-i beşer nisan ile malul (Unutkanlık hastalığı ile karşı karşıya) ise de! Ama bazı olayların bıraktıkları derin izler var ki unutulmaz.. Tıpkı yaralar gibi hafıza-i beşer olup-biteni unutturmuyor. Çünkü yara derin olduğu için tedavilerle üstü kapanırsa bile yaranın dibi birçok yönüyle bu acıyı içinde yaşamakta.. Onun için 'yara' derindir. Bu nedenle milletlerin bünyesini derinden tahrip eden olumsuzluklar, zulüm ve istibdat oyunlarınin izleri bir türlü silinmiyor. İllaki tarih levhalarına nakşediliyor ise de; unutulmuyor. Zihinler, kalpler, taşlar üzerine yazılan ve bir daha silinmeyen yazılar gibidir. Gönüller de beyinler de bu tür olumsuzlukları bünyesinde saklar. Depolar günü gelince açığa verir. Evet, başlık olarak dedik ki, "Meşum ve menfur bir yıldönümü". Dün 28 Şubat 1997nin  yıldönümüydü. Bu meşhur 28 Şubat'ta neler oldu? Refah Yol iktidarını cebri olarak yasa dışı yöntemlerle Çevik Bir'in diktası altında milli irade hükümeti alaşağı edildi. Yerine Ecevit, Bahçeli ve Yılmazın yani "Ana-Sol-MHP" hükümeti kuruldu. Ama kurulan hükümet zaten şekliydi. Aslında Başbakanı deviren, yönetimi ele geçiren cunta söz sahibiydi. Artık milli iradeye yer yok, yönetim tümüyle askeri vesayet altındaydı. Ülke sahibi artık milli irade değil, demokrasi değil, mutlak bir faşizan, jakoben bir diktaydı. Bu diktanın başını çeken de bir çetevari mafya tipi TSK'nin içine sızmış 'bir-kaç' cuntacı generaldi. Post modern Batı Çalışma Grubuydu. Mutlak suretle bir askeri vesayet cuntasının meslek taassubu ile varlığını ülke üzerine demoklesin kılıcı gibi sallıyordu. Astığı astık, kestiği kestik misali. Ne çare ki çağdaş, evrensel bir demokratik hukuk dünyasında bu insanlık dışı uygulama Türkiyeden geçiyordu. Cunta başındaki generallerin birçoğu TSKnın şerefli, kalabalık yıldızlı üniformasını omuzlarında taşıyan bir kaç kişi, TSK'nın misyonuna gölge düşürerek, Türkiyenin her köşesinde şerefsizce bir mezalim yağdırıyordu. Cunta öyle bir hal almıştı ki cuntanın başı olan generallerin birçoğu zaman zaman; "Bizim bu yaptıklarımızın temel amacı ve ana stratejisi irtica terörüdür, mültecilerdir ve laikliğe karşı dini unsurlardır" diyerek bahene üretiyordu. "Hiç de diğer terör örgütleri ise bizim için solda sıfır gibidir" diyorlardı.. Örneğin; "gerekirse ülke çapında bu devrimi tamamıyla yerine oturtturarak istikrara (!) kavuştuğu zaman terör odaklarının başındakilerle oturup masada kadeh bile tokuşturabiliriz."  "Onlar bizim için İslamcılar gibi tehlikeli olamaz" bu ifadenin ana stratejisi bugün artık gün yüzüne çıkıp aşikâr bir duruma gelmiştir. Ülkeyi yıllar yılı kan gölüne çeviren sisli bulanık havaya boğdurmaya çalışanlar terör odaklarının başını çeken cuntaların varlığı artık aleni bir şekilde söz konusu olmuştur. Post modern darbelerin heyet-i mecmuası bu kirlenmenin başını çekmiştir. Bunun canlı şahidi başta Bingöl-Elazığ yolundaki 24 Mayıs 1993te Şemdin Sakıkın kumandası altında (!) Mendo deresinde meydana gelen 33 askerin hunharca katledilmesi. Aktütün, Dağlıca, Şemdinli.. Bunların yanısıra, Diyarbakırdan Siirtte, Şırnaktan, Batmanda kadar.. Yani Güneydoğu illeri arasında meydana gelen menfur kirlenmenin, katliamların, rüşvetlerin, yolsuzlukların odak noktasının gerçek yüzü artık gün gibi aşikârdır. Günümüzdeki internet imkânlarıyla, tüm medyanın sicil defterlerine tescil edilmiş birer vesika niteliğindedir. Evet, evet, evet sevgili dostlar. Başta dedik ya hafıza-i beşer, nisyan ile maluldur. Yani insanoğlunun hafızası unutkanlık hastalığıyla zaman zaman illetli ise de ama bazı olayların bıraktığı derin yaralar unutulmaz. Hele hele demokratik hukukun üstünlüğüne saygılı, insan temel hak ve özgürlükler felsefesini kimseye bırakmayan bir devletin bünyesinde yapılan suçların bıraktığı derin yaralar ve o yaraların etkisi hiçbir zaman unutulmaz. Bakın sizi 13 Temmuz 1997de Siirtin Botan Çayı kenarında inşaat şirketlerinin kum ocaklarından kum taşıyan kamyon ve inşaat makinelerinin yakılması olayı.. Bu olay hem de güpegündüz saat 15.00 sularında meydana geliyor. Bir de Jandarma Karakolunun yanı başında. Tepeden bakıldığında Jandarma Karakolu ile yakılan kamyonların arasındaki mesafe 500 metre, 1 kilometre bile değil. Kamyonları yakan teröristler kamyon şoförlerini bir araya getirip bir saatten fazla propaganda yaptıktan sonra elini kolunu sallayarak ortadan kayboldular. Karakoldaki görevliler süt dökmüş kedi gibi böyle arkasından dönüp yanıp göklere yükselen kamyonların dumanını seyrediyorlar. O araçlar, bizim firmamıza aitti. Suçumuz neydi? Siirtte müteahhit olarak 3. Komando Tugayının inşaatını yapmamızdı. O sırada 7. Kolordu Komutanı Yaşar Büyükanıttı. Asayiş Bölge Komutanı ise kahraman ve kurtarıcı Paşası (!) ise Orgeneral Çetin Doğan Paşaydı. Ertesi gün olayın aynı şeklini Diyarbakır Söz Gazetesinin manşetine taşıdık. Yakılan kamyonların ve inşaat makineleri ile karakol arasındaki mesafeyi 500 metre olarak belirttik. Bize el altından tehdit geldi. Vay siz misiniz bunu yazan? Hem de kimden? Evet, Kolordu Komutanı Yaşar Büyükanıttan. "Siz bunu yazamazsınız. Zira bu şekilde yazmanız TSKyı terör örgütüne karşı küçük düşürmüş oluyorsunuz. Bizzat sevgili Paşam (!) beni makamına çağırdı bir gün. "Bir daha böyle şeyleri yazmayın, sizin için iyi olmaz" dedi. Ondan sonra önümüzü göremedik. Yazıp manşetlere taşıdığımız bölgede olup bitenlerin tümünün yüzünden artık kendimizi Kıdemli Org. Çetin Doğan ile Yaşar Büyükanıt ve DGM Başsavcısı Nihat Çakar'dan kurtaramadık. 10 Mayıs 1998de hayali bir Hizbullah senaryosuyla ben ve iki arkadaşım gözaltına alındık. Bundan bir şey elde edilemeyince tam 15 gün sonra benim iki tane çocuğum bu kez PKKya yardım ve yataklıkla suçlama getirildi. PKKnın diliyle sözde yazılmış gibi sahte bir fişleme bahenesiyle gözaltına aldılar. Ve bu olayı gerçekleştiren temel unsur 7. Kolordu Komutanlığı ile JİTEM İstihbarat Başkanı Yüzbaşı Ali Osman Calasın ve Jandarma Astsubay Ali Kayanın hazırladıkları fişleme.. Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakarın yazılı emriyle çocuklarım gözaltına alındı. 3 günlüğüne olsa dahi tutuklandılar. Ama hak tecelli etti, yargı bu sahtekârlığı yutmadı. Vicdanlı ve şerefli mahkeme hâkimlerinin adil vicdanları sayesinde orada hukuk gerçekleşti, çocuklar beraat ettiler. Bu beraat kararı veren mahkeme heyeti de artık kendini Başsavcı Çakarın hışmından kurtaramadı. Vay siz misiniz bu karanlık tabloyu aydınlığa getiren? Vay siz misiniz burada gerçek adaletin uygulanmasını isteyen? Mahkeme Başkanı Ali Çağan, üyelerden Askeri Hakim Albay Tarık Senkeri ile Duruşma Savcısı bu 4 Nolu DGM heyetini HSYKya şikayet ettiler. Tıpkı Şemdinli olayından dolayı Astsubay Ali Kaya ve arkadaşlarına verilen ceza yüzünden çil yavrusu gibi dağıtılan mahkeme üyelerinin başına geldiği gibi. Diyarbakır 4 Nolu DGM Hakimleri ve duruşma savcısı da dağıtıldı. Ve bunda başrol oynayan da Başsavcı Nihat Çakar ile Cemal Temizöz idi.. Bunla alakalı elimizde imzalı belgeler mevcuttur. Gerçekten Nihat Çakarın sözü HSYKnın yanında çok geçerliydi. Adalet Bakanlığında toz kondurulamıyordu. Onun izinden gitmeyen her Hakim ve Savcı suçlu durumuna düşüyordu. Tıpkı bu anlattığım olay gibi. İşte o gün de fişlenen bizler yani Altındağ ailesinin tam bir seneyi devriyesinde yani 24 Mayıs 2000 yılında Jandarma Genel Komutanlığının resmi bir yazı ile takip ve gözetime tabi tutulan oğlum Emin Altındağ  Nisan'ın 25i 26ya bağlayan gecesinde Bingöl-Diyarbakır arasında askeri bölgede sözde termal kameraların kuş uçurtmadığı bölgede trafik süsü verdirilerek arkadaşı Münir Mennan ile beraber bir suikaste kurban gitmesiyle neticelendi. İşte bakınız sevgili okurlar. İki yıldan beri Ergenekon, terör odaklarına inen devlet ve olaya bakan Özel Savcılar ne çare ki, hep İstanbul ve Silivride münhasır kalındı. Doğu ve Güneydoğuya bir türlü el atılmadı. Her ne kadar iki aydan beri eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğanın 2003teki Balyoz harekatına yönelik bir çalışma olmuş ve nihayet 3 gün evvel Çetin Doğan yakalanıp sorgulamadan sonra tutuklanmışsa da.. Aslında olay İstanbuldaki Balyoz darbe girişimine yönelik dar çerçevede tutulmaması gerekir. 1997 98 99 ve 2000li yıllara kadar bölgede olup bitenlere de el atılması lazım. Her ne kadar Diyarbakırda da Özel Savcıların(!) dün atanması sağlandı ise de; fakat her nedense çok sönük geçmekte yalnız ve yalnız Cemal Temizöz ile Cizre eski Belediye Başkanı Kamil Atakta odaklanması ve sadece meçhul cinayetler üzerine odaklanıp durulması apayrı bir  biçimde düşündürücüdür. Yaklaşık bir yıldan beri tutuklu durumda olan Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı ve 1990lı yıllardan 2000li yıllara kadar Şırnak ve Diyarbakır'da görev yapan Cemal Temizözün tutuklanması ile yargılama süreci devam ediyor ise de çok dar çerçevede tutulması manidardır. Diyarbakırda  görev yaptığı süreyle alakalı olup bitenlerin üzerine gidilmemesi insanı tıpkı Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı ile 3. Ordu Komutanının olayına götürmüyor değil. "Bu hamur daha çok su götürür" gibi geliyor bana. Bizden söyleyip yazılması. Bize düşen görev bu.. Olayların üzerine gidip uygulaması da, devlete düşüyor. En derin saygılarımla.