MÜNAFIKÇA BİR SİSTEMİN UYGULAMASI?!
Eklenme: 6/24/2015 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği üzere dün saat 15.00’te başlamak üzere 25. Dönem yenilenen TBMM üyelerinin anayasanın 81. maddesini yemin diye okuyarak, milletvekilliği vasıflarını tamamen resmileştirdiler.

Tabii ki yeni bir Türkiye’de yenilenen Millet Meclisi üyelerinin yapması gereken görevler, seçmenlerin pür dikkatle bekledikleri açıktır.

Edilen yeminin insan temel hak ve özgürlüğüne uygun olup olmadığı sorusu da gündemde olmalıdır.

Zira bu yemin 1924 yılından beri süre gelen bir anayasanın hükmüdür.

Bu anayasa artık, çağdaş bir anayasa olmaktan çıkmış, vaktini-miadını doldurmuş bir anayasadır ki ne kendisi milli iradeye uygun sayılabilecek bir anayasadır ve ne de içindeki maddelerin hiçbirisi.

Zira her maddesi; partiler arasında değiştirilmesi tartışma konusudur.

Hindistan’daki "Sağır Sultan" dahi biliyor ki 90 yıldan beri Kemalizm’e bağlı rejim, Atatürk ilke ve inkılâpları adı altında yürütülmekte olan sistem bu topluma hiçbir hayır getirmemiştir.

Bırakın hayır getirmesini, hep zarar vermiştir.

Tarih boyu bu ülke kendini kandan, gözyaşlarından, kargaşadan, kavgadan ve terörden kurtaramamış bir sistemle yönetile gelmiştir.

Kamuoyunun ekseriyeti galip ve hâkim görüşü şudur ki;

“Artık yeter, halk yenilik istiyor, çağdaşlık istiyor, hukuk istiyor…

Batı dünyasının istek ve arzu paralelinde değil, gerçek hukukun tartısına uygun bir hukuk ki artık tamamıyla şunu-bunu kutsamak üzere yemin etmek değil, milletin inancı paralelinde, yani toplumun ve seçmenlerin yekvücut olarak hukuka, insan temel hak ve özgürlüğüne paralel yemin edilmesi gerekir…”

Şu halde bugün artık herkes başını iki elinin arasına alıp, önüne bakması ve derin düşünmesi gerekir.

Gerçekten anayasanın böyle bir maddesinin hukuksal olarak geçerliliği var mıdır, yok mudur?

Bence yoktur.

Tüm dünya hukuk literatürüne bakıldığında böyle bir "hukuksal geçerlilik" söz konusu bile değildir.

1950’lerden beri TBMM kürsüsünden kamuoyuna hitaben edilen bu yeminlerin Türkiye’yi bugüne kadar nereye götürdüğü hepimizin malumudur.

Neler yapabilmişler, ne yapabilecekler, düşüncesinden de kimse kendini kurtaramaz.

Sormak lazım.

Hukuksal olarak yüzde 99’u Müslüman ve inanan bir ülkenin yemini bu mu olmalıdır?

Bu yemin sahiplerini maddi ve manevi ne derecede sorumlu tutmaktadır?

Aslında yemin etmenin manası sahibini her alanda milli mefkûre paralelinde hareket edilmediği takdirde o insanın ettiği o yemin karşısında büyük bir sorumluluğun taşınması lazım.

Eğer bu sorumluluğu taşımıyorsa veyahut yemine uymuyorsa, o ettiği yeminin karşılığını da vermesi gerekmez mi?

Mahkemede dahi bir tanık yalandan yemin ettiği zaman, onun o yemini geçerli sayılmadığı gibi, yalan ve iftiradan dolayı o yemin eden kimse sorumlu tutulur.

Hukuksal ilke budur.

* * *

Tam 65 senedir gelen giden parlamentonun yenilenen dönemlerinde üyeler hep bu yemini etmiştir.

Hiç kimse sorumlu tutulmamakla beraber, ettiği yemin de topluma bir hayır getirmediği gibi maalesef zarar getirmiştir ve gün gelmiştir, o yemin eden meclis kendini askeri vesayetten ve darbelerinden kurtaramamıştır.

Evet, sevgili okurlar.

Anayasanın 81. maddesinin okunması, hukuken yemin sayılır mı sayılmaz mı, o kesinlikle tartışılır ve tartışılmalıdır da.

Diyelim ki yemin sayılıyorsa, peki bunca parlamento ve yenilenen üyeleri şimdiye kadar “Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına sadık kalacağına” dair ettiği yemin halkın inancına paralel midir değil midir?

Kemalizm’in, Atatürkçülüğün, devrim ve inkılâplarının, bu toplumun gelişmesine ne gibi katkısı olmuştur ve olacaktır?

Hukuksal mı, ekonomiksel mi, tarihsel mi, kültürel mi, teknolojik gelişmeler mi?

Hangi alanda bu gerçekleri, bu sistemin, bu inancın doğrultusunda hareket eden bir Türkiye kendini bugüne kadar nereye getirebilmiştir.

Koskocaman 550 milletvekilinden oluşan iktidar ve muhalefet partileri hep ihtilal ve ihtilaf kargaşası içerisinde olup, günlerini hep kavgalı geçirmekle beraber, bunların bu tür anlaşmazlıkları toplumun her kesimine sirayet etmiştir.

Hizipleşme yaratmıştır.

Toplum artık öyle bir hal almış ki aynı meclisteki partilerin ve liderlerin kavgaları artık kahvelere, evlere, toplumun her kesimine kadar sirayet etmiştir.

Sormazlar mı, bu devlet nereye gidiyor?

Bu yanlışlıklar ne zamana kadar devam edecek?

Katmerleşmiş bir cehalet ne zaman bu toplumun yakasından elini çekecektir?

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Yıllar öncesine Türkiye’nin bünyesine taşıdığı düşünce şu idi;

"Milli birlik, beraberlik, ülkenin bölünmez bütünlüğü, dini inanç hürriyetinin sağlanması, devletin ve hukukun teminatı altında" olduğu söyleniyordu.

Devlet o görüntüde yürüyordu.

Atatürk’ün ilke ve inkılâpları, bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu, “Ne Mutlu Türküm diyene” sloganları Türkiye’yi öylesine çetin bir zemine oturtturmuştu ki faşizan ırkçı bir ruha dayalıydı…

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ana dilini yaşayan bir Kürt toplumuna kendi dinini unutturmaya çalıştığı gibi dilini de yasaklamıştı.

Kuzey Irak’taki Kürdistan bölgesinde bulunan Mesud Barzani ve Celal Talabani’nin birer terörist oldukları devletin resmi dilinden düşmüyordu.

“Terörist başı, bebek katili” diye adlandırdıkları Abdullah Öcalan’a Sayın Abdullah Öcalan diyenler ertesi gün hemen savcılığa ifade vermeye çağrılıyordu ve büyük bir ucube uygulamasıyla “Sayın” kelimesinden dolayı birçok insan sorgulandı ve cezaevine sokuldu.

İşte böyle bir anlayışa sahip sistemden bahsediyoruz.

Ama bakın gün geldi, devran geçti, her şey unutuldu!

Dünkü Mesut Barzani’ye Celal Talabani’ye terörist diyen anlayış, bugün her iki zatı Ankara’ya çağırdığında bakıyorsun ki Irak’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla geliyor, devletin resmi töreniyle karşılanıyor ve önüne kırmızı halı seriliyor.

Keza Mesud Barzani de bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti ile beraber, barış dostluk muhabbeti içerisinde...

Abdullah Öcalan’a sayın kelimesini kullanan birçok partililer veyahut HDP’nin mensupları sorgulanıyordu.

Bugün aynı o “Bebek katili, terörist başı” dedikleri Abdullah Öcalan’ın aynı soyadını taşıyan yeğeni ve genç Bayan Öcalan soyadını taşıyor ve TBMM’nde milletvekili olarak yemini ediyor.

Daha ilginci TBMM Başkanlık Divanına genç yaşta olduğundan dolayı kâtibe olarak seçiliyor.

Yine geçmişe yönelik bir göz atarsak yıl 1999.

DSP, ANAP ve MHP üçlü koalisyonu.

Ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit Başbakan olarak atanıyor ve aynı dünkü gibi yenilenen meclisin yemin töreninde Refah Partisinden İstanbul milletvekili olarak seçilen Merve Kavakçı "başörtüsünden" dolayı; yemin ettirilmedi.

Dönemin Başbakanı Ecevit tarafından “Bu kadını dışarıya atın, haddini bildirin” diye meclis kürsüsünden bağırıyordu.

Devletin resmi dilini temsil eden bu zat tarafından halkın seçtiği başörtülü, Müslüman Merve Kavakçı gözyaşlarıyla beraber meclisten atıldı.

Bugün aynı o Merve Kavakçı’nın başı örtülü kız kardeşi artık 25. Dönem AK Parti İstanbul Milletvekili olarak mecliste.

Ve dün yemin merasiminde başı örtülü olarak yemin etti.

Bakınız, Türkiye nereden nereye geldi?

Anlaşılan budur ki; dün yapılan uygulamaların tümünün yanlış, sakat ve katmerleşmiş bir cahiliyetin ürünü olduğudur.

İşte halkın beklentisi böylece demokrasinin uygulanması yönünde iken halkla ters düşen bu sistemin, bu rejimin yanlış temsilcileri günü gelmiş, daima dayatma, zoraki Kemalizm adı altında, Atatürkçülük istismarıyla bu halka yanlış yapmışlardır.

Ve sonradan da utanması gereken yüzler, bugün artık zannetmiyorum, çoğu yoktur, hayatta değiller.

Ama sistemin yüzünün kızarması lazım…

Bize göre bu sistem artık geçerliliğini yitirmiştir.

Eski Türkiye ile değil, eski anayasalarla değil; yepyeni bir Anayasa, yepyeni bir Türkiye, yepyeni bir Demokrasi için elbirliği şart.

En derin saygı ve sevgilerimle.