OSMANLI'YI SÜKÛTA DÜŞÜREN FAKTÖR NEDİR (II)
Eklenme: 4/8/2016 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği üzere, Devleti Aliye-yi Osmaniye’nin kıssadan hisse olarak uzun ömürlü yaşamasının sebebini sizinle paylaşmaya çalıştık.

Gerçekten, bir devletin uzun ömürlü olabilmesi için, bünyesini gerçek ve sağlam temellere dayandırması lazım.

O temeller ise yegâne "İslam’ın emir ve yasaklarıdır."

Kurana bağlılıktır.

Herhangi bir sapma ve değişime girmemesi gerekir.

Zaten bunları bir haftadan beri bu köşemizde siz değerli okurlarımıza sunmak üzere kaleme almıştık.

Ne zaman ki, devlet batılılaşmaya yönelik, dışardan ithal edilen, gizli ajan ve casusların ortaya koymuş olduğu garplılaşma fikrini, devletin içine koymaya başladıkları zaman, işte devlet o günden itibaren gerilemeye başladı ve çökmeye mahkûm oldu.

Zaten tıpkı devr-i saadetten sonraki Yahudi Yemen asıllı bir münafık olan Abdullah İbn-i Sebe büyük fitne unsurlarını sahabeler arasına sokmuş ve böylece geçici de olsa sahabeleri birbirine düşürebilmişti.

Hem de kendini Müslüman olarak göstermişti.

İçimizdeki nice devşirmelerin de hali öyle değil midir?

Onun ana hedefi İslam ile biriken, birleşen, bir araya gelen gücün dağıtılmasıydı.

O gücü dağıtabilmesi için, İslam’ın içine çok büyük nifak tohumlarının ekilmesi gerekiyordu.

İşte, o gün ekilen fitne unsurları günümüze kadar gizli dış unsurlar tarafından hep kendilerine düstur olarak kullanmışlardır.

Hep aynı işleri yapıp fitne ve nifak tohumlarını devletle ile milletin arasına sokmuşlardır.

Bir nebze de olsa kazanabilmişlerdir.

Bunları saymaya kalkarsak sayfalar bile yetmez.

Ama İngiliz casusu olan Lavrence’nin bazı itirafları var.

Bu itirafların hepsini bu köşeye sığdırmamız mümkün değildir.

Ama Allah nasip ederse pey der pey yazacağız.

Bunlar arasında en dikkat çekici olanı ve de en önemlisi olanı İngilizlerin İslam dünyası içerisindeki ulema kesimlerinden çok korkmalarıdır.

Ki bunu da itiraf etmektedirler.

Lavrence diyor ki;

İstanbul’da, Mısır’ın Ez-Her Üniversitesinde, Irak’ta, Şam’da bulunan yüce İslam dinine mensup olan ulema kesimleri olmuştur.

İngiliz siyasetinin korktuğu ve en büyük tehlike olarak gördüğü ulema kesimleriydi.

Ulema kesimleri daima İngiliz siyasetinin gözü önünde görünen en büyük tehlikeydi ve bu casusun itirafı da bu yöndeydi.

Ne yapıp yapıp bu ulema kesimini sindirmek, susturmak ve toplumdan dışlamak gerekiyor ki İngiliz devletinin siyaseti, Osmanlının içine rahatlıkla sızdırılsın ve oraya yerleşsin.

Ulema kesimlerini gizliden gizliye, "devlet" düşmanı olarak gösterip, susturmaya çalışıyorlardı.

Devlete karşı zararlı birer akım olarak gösterilmeleriyle İngilizlerin "ulema" kesiminden kurtulabileceğine dair anlayışını dile getiren Lavrence aslında çok büyük itirafları dile getiriyor.

Zira ulema kesimleri Kuranın gerçek temsilcileridir.

Kuranın ruhunu bünyesine taşıyan ulemalar İngilizlerin ve Siyonistlerin hedeflerine ulaşmasında en büyük engel teşkil ediyordu.

Bu nedenledir ki;

Bundan neredeyse 115 yıl önce Van Valisi bir gün Üstad Bediüzzaman hazretlerini, henüz daha 25 yaşındayken onu huzura çağırır ve der ki;

‘’Molla Said, bak bugünkü gazete haberlerinden göze çarpan bir haberde İngiliz sömürgecilik bakanı (Kuran-ı Kerim’i eline alarak) Avam kamerasında şöyle bir konuşma yapmış.

Yani İngilizlerin büyük meclisinde şöyle hitapta bulunmuştur.’’

- Sevgili avam kamarasında bulunan Meclisi Mebusandakiler.(milletvekilleri)

- Biz; topla, tüfekle, savaş teknolojileri ile Osmanlıyla başa çıkamayacak durumdayız.

- Anladığımıza göre önümüzdeki savaş göstergeleri bunu gösteriyor.

- Ne yapıp yapıp Osmanlı'yı bu Kurandan, bu kitaptan, (elindeki Kuran-ı Kerimi avam kamarasındaki milletvekillerine göstererek) uzaklaştırmamız lazım. Yapabileceğimiz tek önemli iş bu. Milleti bu Kurandan uzaklaştırabilme parolasıyla politikamızı uygulayalım.

- Biz bunu yapmadığımız müddetçe bunlarla baş edemeyiz. "

Van Valisi Tayyip Paşa bunları Bediüzzaman’a anlatırken, Bediüzzaman şöyle der;

- Allaha söz veriyorum.. Ben bütün varlığımı Kuran’ın tüm hakikatlerine feda etmeye hazırım.

- Var gücümle Kuran-ı tüm dünyaya tanıtırım.

- O keferelerin varlığına rağmen Kuran-ı dünyanın en ücra köşesine götüreceğim.

***

Evet, sevgili okurlar.

İşte, İngilizlerin bu politikaları tümüyle İslam’ın ana kaynağı olan Kuran-ı Kerime yöneliktir.

Kuran’ı yok etmeye yöneliktir ve Kuran’ın koruyucuları olan ulema kesimlerini yok etme çabasıdır.

Onun için casusun itirafı paralelinde diyoruz ki;

İngilizlerin, Emperyalist haçlıların ve Siyonistlerin en çok korktukları ulemalardır.

Bu itibarla ulemaları yok edebilmek için yani İngilizlerin ulema kesimlerine ulaşabilmesi için önce İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla iş başı yaptılar..

Taa ki Cumhuriyetin kurulmasına kadar ve günümüze kadar.

Devletin bünyesine sızdırılan devşirme ajanların ana konusu İslamı yok etme hedefleridir.

Bu paralelde de İslamı yok etmek için önce ulemalar yok edilecekti, medreseler ortadan kaldırılacaktı, ezan-ı Muhammed-i Türkçeleştirecekti, harf inkılâbı yapılacaktı, Laiklik ortaya konulacaktı ve kadın kesimi hayâsızlaştırılacaktı.

Yani utanma duygularını kadınlarda bırakmayacaktı.

Ve daha neler neler?

Bu iş için görevlendirilen Lavrence’nin itiraflarına göre, İngiliz politikasını üstlenen kesim Cumhuriyetçilerdi.

Yani İttihatçıların uzantısı durumunda olan Cumhuriyeti kuran altı oka bağlı kalan Cumhuriyetçi çetelerdi.

Bunların üstatları durumunda olan İngiliz ve diğer haçlılar taraflarından büyük meblağlar karşılığında para vererek bu işi başarmışlardı.

Ama tüm bunlara rağmen yine hiçbir şey yapamamışlardır.

Zira İslam oldukça yerinde duruyor.

İslam’a inanır gibi görünen bir kesim hainlerin de emelleri boşa çıkıyor.

Zira Allah-u Teala ‘’NUR’’ suresinin 55. ve 56. ayetlerinde şöyle buyuruyor;

‘’Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini vaat etti.’’

‘’Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bu aşamadan sonra kâfir olanlara gelince, onlar yoldan çıkmışların ta kendileridirler.’’

Bu ayette, inandıktan sonra dürüst ve erdemli davranışlar sergileyenlere ciddi bir müjde var.

Bu müjdenin muhatabı olan Müslümanların ilahi direktifleri dikkate alarak Kuran yörüngeli ve sünnet eksenli bir hayat ortaya koyması gerekir.

İnandıklarına, yaşadıklarına, yaşamak istediklerine, hedeflerini, ilkelerini, Kuran’a ve sünnete giderek sorgulaması icap eder.

***

Evet, sevgili dostlar.

İşte Osmanlıyı yücelten, hatta daha ileriye gidersek 1437 yılından beri yeryüzündeki insanlara İslamı götüren bu ses Kuran sesidir. İslam sesidir.

Hazreti Muhammed’in (s.a.v) sesidir ve dolayısıyla ona bağlı olan tüm ümmetin sesidir.

Ve unutmayalım ki, bu işin başını çekende İstanbul’u fetih etmekle, Bizans’ı kırıp ülke dışına atan Fatih’lerin, Yavuz’ların sesleri olmuştur.

Bu ses Âlem-i İslam’a sahip çıkan sestir.

Ne vakit ki bu sesi kesmeyi başaran İngiliz politikasının ajan ve köleleri, devletin bünyesine sızdılar, işte o zaman devlet bu küçücük coğrafyaya mahkûm kaldı.

Ki halen bu mahkûmiyeti bile çok görüyorlar.

İçimizdeki fitne, fesat, bozguncu unsurların varlığı ile bir türlü başımızı terör fitnelerinde kurtaramıyoruz.

Mevcut olarak bilinen anayasalarımız, yasalarımız, gelen giden hükümetlerimiz ve milli iradeyi omuzlarına alan iktidarlar ve iktidarların başındakiler bugüne kadar ne yazık ki elle tutulur, gözle görülür, hiçbir radikal değişimi başaramamışlardır/yapamamışlardır.

Dost görünen düşmanları korumuşlar himaye etmişler.

Ülkede ‘’AT İZİ, İT İZİNE KARIŞMIŞ’’ durumda.

Söz ekseriyetin, çoğunluğun olması gerekirken, ne yazık ki ekseriyetle yani yüzde 50’ler, yüzde 52’lerle iktidara gelen hükümet hiçte söz sahibi değil.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun barbarlığı ile ne yazık ki, hepsinin üstesinden geliyor.

Selahattin Demirtaş yani HDP’nin eş başkanı, açık ve net olarak, pervasızca, devlet düşmanlığı yaparak, PKK’yı destekler.

Hatta PKK’dan ötesine giderek, Ermenilerin Azerbaycan’a karşı savaşını açıkça destekliyor ve diyor ki;

‘’Azerbaycan hükümeti savaş suçlusudur.’’

Tüm bu anti demokratik, yasadışı zorbalığa rağmen ne yazık ki devlet bu insanları koruma altına almış, 1–2 polis yerine 16 tane polis tahsis edip, 24 saat vardiyalı onları koruma altına almıştır.

Ve Kemal Kılıçdaroğlu net olarak meclis kürsüsünden hakaretler yağdırarak küfür ediyor ve meclis ona karşı herhangi bir dokunulmazlığının kaldırılmasına yönelik adım atamıyor.

Demek anlaşılan o dur ki başarının sırrı ihlâstır, samimiyettir.

Milletle birlikteliktir, milletin derin ruhu inancına inmektir.

Tek kelime ile milleti her hususta milli irade şemsiyesi altında temsil etmektir.

Yoksa gerisi laftır.

Parlak nutuklarla bir yerlere gidilmez.

Bakan ve başbakanların lacivert takım elbiselerini giyip, beyaz gömlekle, lüks kravat bağlamakla, bu ülke siyaseti bir yere gidemez.

***

Bakınız sevgili okurlar.

Dün Rus lideri Vlademir Putin dünya kamuoyu karşısına çıkıp şöyle dedi;

—Terörle mücadele edebilmek için, benim kontrolümde çalışan yeni bir ordu kurdum.

Ve yönetimi benim elimdedir.’’

Zira ben İçişleri bakanının sadakatine güvenmiyorum.’’

Bu ne demektir biliyor musunuz?

Yeniden Rus devletini aktifleştirerek, yeniden dizayn edip, biçimlendirmektir…

‘’Ben İçişleri bakanının sadakatine güvenmiyorum’’ diyen bir lider demek ki önünü gören bir liderdir.

Her ne pahasına mal olursa olsun kendine, devletine ve iktidarına yeni bir biçimlendirme şeklini zorunlu görmektedir.

Bizimkilere ne oluyor da herkes birbirini devletin koruması altına alıyor, devletin tüm imkânlarını seferber edip, illaki kendi yandaşlarını himaye ediyor.

Hatta bütün memleket şehit düşse bile.

Her Allahın günü bölgede 5–6 şehit oluyor.

Bu şehitler her halde karayollarında kullanılan mucur taşlarından oluşan figüre malzemesi değildir.

Bu insan canıdır, insan kanıdır, bunun sorumluluğu TBMM’dir ve devleti yöneten iradeye aittir.

En derin saygı ve sevgilerimizle…

Hayırlı cumalar.