OSMANLIYI SUKUTÂ DÜŞÜREN FAKTÖR NEDİR ?!
Eklenme: 4/7/2016 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Günün, mevzusuna girmeden önce.

Malumunuz üzre;

Bu akşam "Regaip Kandili.."

Yani, Üç ayların başlangıcı.

Mübarek Ramazan-i Şerif'in de, müjdeleyicisi..

Bu vesileyle.

Bu akşam idrak edeceğimiz; Regaip Kandilinizi kutluyorum…

Tüm inananlara hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.

***

Sevgili okurlar...

Daha önceki altı günlük seri yazımızda ‘’ÜLKELERİ BATIRAN BATIL REJİMLER’’ başlığını kullanmıştık.

Ve altı gün boyunca bu kavramı detaylı ve açılımlarıyla birlikte, siz değerli okurlarımızla paylaşmıştık.

Ondan sonra ki iki gün üst üste ‘’OSMANLIYI OSMANLI YAPAN FAKTÖR NEDİR?’’ başlıklı yazımızın açılımını da detaylı sizlere sunmuştuk.

Geride bıraktığımız başlıklı yazımızdaki kavramlar yerine bugünde ‘’OSMANLIYI SUKUTÂ DÜŞÜREN FAKTÖR NEDİR?’’ başlığı ile siz değerli okurlarımızla yeni bir fasıl açıyoruz.

Bu itibarla daha önceden belirttiğimiz gibi gerçekten ‘’ÜLKELERİ BATIRAN BATIL REJİMLER’’ yani insanları, Allah kulluğundan, ubudiyetinden alıp, insanlara kul, köle durumuna düşüren inkârcı, materyalist, inanç dışı rejimlerin akıbetinde, kendi milletlerine ve ülkelerine kazandırdıkları bir şey yoktur.

"Sömürücülüktür, küfürdür, zulümdür, inattır, şımarıklıktır, edepsizliktir, inkârcılıktır" diye daha önceden de bunların hepsini sıralamıştık.

Yani özetlemek gerekirse, fıtrat denilen insanlığı yaradılış kanunundan alıp, ters yüz ederek ahlaki çöküntülere maruz bırakan rejimlerin sonucu elbette ki o ülkelerin, o insanların geleceğini karartır ve yok etmeye mahkûm eder.

Bunun tam tersi, ülkeleri ve toplumları uzun ömürlü yaşattır…

Özellikle Osmanlıyı Osmanlı yapan faktör tamamen, yaradılış kanuna uygun, Allaha karşı toplumu kulluk görevine yönlendiren adalet, rahmet, şefkat ve iyi işler yapmak gibi temel ahlaki değerlere sahip çıkılmasıdır.

İşte Osmanlı da bu sayede büyümüş, uzun ömürlü yaşamış bir dünya devleti olma üstünlüğüne layık olmuştur.

***

Zira Sultan Muhammed Fatih’in oğluna yapmış olduğu vasiyetnamede şu ifadeleri kullanmıştı.

"Kesinlikle başta hak, hukuk ve adalet olmak üzere toplumun günlük hayat akışlarını devlet himayesi altına alarak bireyinden tut, toplumun tüm kesimlerine karşı oluşabilecek tehlikelerden koruyarak muhafaza altına al."

Terörden, anarşiden, kandan, cinayetten, hırsızlıktan, rüşvetten ama herşeyden koruyarak toplumu koruma altına almakla kendine uzun ömür biçmiştir...

İşte bu nedenledir ki Osmanlı, uzun ömürlü yaşamıştır…

624 yıl gibi uzun bir ömürle, dünya devleti olmuştur.

Özellikle yüce İslam dininin neşrini, yayılmasını kendine görev olarak telakki eden Osmanlı hem Allahın, hem de kendini toplumunun rızasına mazhar kılmıştır.

Mazlumların, mağdurların, yetimlerin, dulların, öksüz ve kimsesiz olanların dualarını almıştır.

Ayrıcalık yapmadan, toplumun her kesimine adaleti götürmüştür…

İslamı götürmüştür…

İnancı götürmüştür.

Ne vakit ki kendi parolasını şaşırmış, ecdat çizgisinden dönmüş, devlet olarak yanlış yollara girmiş, toplumuna adalet yerine; zulüm, ahlak yerine ahlak dışı unsurları dikte etmiş, toplumda var olmasına göz yummuş, işte o zaman hem devletin, hem ülkenin, hem de milletin başına "felaketlerin" gelmesi kaçınılmaz hale geldi..

Kıyametler kopmaya başladı.

Özetlemek gerekirse; Osmanlıyı sukuta düşüren ve yeryüzünden silip götüren, tüm Memalik ki İslamiyey-i yani İslam ülkelerinin varlığını, haçlı ve Siyonist ajanların eline bırakması, küfür dünyasına teslim etmiş olmasıdır.

Nitekim, Osmanlı sukuta geçmiş, çökmüş, dağılmış ve sonunda bugün, arkasında cumhurun olmadığı bir cumhuriyet olarak kalmıştır..

***

Evet, Osmanlı sukutunun düşüşünün başlıca nedenlerinden birisi toplumu Allahın adalet kavramlarından ve toplumun tüm bireylerinin hukuk dengelerinden uzaklaştırılmasıdır..

Devleti ve toplumu, dini inanç gerçeklerinden uzaklaştırarak, sosyal, siyasal ve ekonomiksel olarak hayat gerçeklerini alt üst ederek, ülke sukuta doğru yani inişe doğru geçmeye yüz tutmuştur.

İşte vaziyet böyle olunca, ülke, devlet ve toplum kendini fitne, fesat ve bozgunculuk unsurlarından kurtaramamıştır. Pey der pey, kesintisiz olarak şiddetli yağmur gibi yağan fitne, terör, kan ve mezalim her tarafı sarmış ve ülkede tüm alanlar zer-ü züver olmuştur.

Yani altını üstüne getirmiştir.

Bundandır ki yüce Allah-u Teala ‘’NUR’’ suresinin 63. ayetinin son bölümünde mealen şöyle buyurmaktadır;

‘’ONUN EMRİNİ YANİ RESÜLLAH’IN (S.A.V) EMRİNİ ÇİĞNEYENLER YA BAŞLARINA BİR BELA GELMESİNDEN, YA ACIKLI BİR AZABA UĞRAMASINDAN KORKMALIDIRLAR.’’

Ayetteki geçen bu ifade Hazreti Muhammed'in (s.a.v) hayatını, sünnetini ciddiye almayanlar için uyarı niteliğindedir.

Demek ki devlet, ümmet ve toplum Hazreti Peygamberin (s.a.v.) yolundan getirmiş olduğu insanlar arasındaki adalet ve hukuktan sırt çevirenlerin sonucu fitnedir, fesattır, bozgunculuktur ve sukuttur.

Yani düşüştür ve dağılıştır..

***

Bakınız sevgili okular.

Osmanlı gitti, hilafet bitti, İslamiyet’te sadece lafta kaldı…

Şimdi cumhuriyet döneminde yaşıyoruz.

Cumhuriyetin kuruluşunun 95. yılındayız.

Cumhursuz kurulan bir cumhuriyet…

Yani ittihat ve terakki cemiyeti olan bir hıyanet şebekesinin uzantısı durumundaki bir rejimin tahakkümü altında yaşıyoruz.

Bunun adı çoğulcu demokratik parlamenter sistemidir.

Yani demokratik parlamenter sistemi diyince akan sular durur(!)

Bunun altında beklenen bir çok şey var.

Toplumun bu rejimden bekledikleri adalet, hukukun üstünlüğü, demokrasi, milli siyaset, milli ahlak, çağdaş muasır medeniyet seviyesine ulaşma beklentileri gibi kavramların yaşantısıdır.

Yani toplumsal bir adalet ve hukuk dengesinin silsilesidir.

Ve toplum bu umutla beklenti içerisinde yaşamını sürdürürken, ama hey hat ne yazık ki yukarıda saydıklarımız, toplumun bu beklentileri, bu umutları ansızın alt üst olup "ke enlem yekün" durumuna düşürüldü.

Terör, kan, gözyaşları, şehitlerin kanı bunların yanı sıra eşkıyalık, zorbalık küfürbazlık, edepsizlik diz boyu.

***

Bakınız sevgili okurlar.

Bir zamanlar TBMM binasının varlığına milli kabe deniliyordu.

Her ne kadar, dini bir mekan değilse de, milletin hukukunu arayıp kutsallaştırılan bir mekân.

Ve meşhur, kültürümüze mal olmuş bir atasözü var;

Şeref-ül mekân-i

Bil- mekini !

Yani mekânların kutsiyeti, şerefi haysiyeti, izzet ve üstünlüğü, oturanlar iledir. Yani bir mekânın şerefi, onu işgal eden kişinin şerefine bağlıdır.

Bu ifade Osmanlıdan kalmış bir ifade. Bunun mefhum-i muhalifi yani ters manası budur ki eğer oturan o mekânın şerefini koruyamıyorsa, ne mekânda şeref kalır, ne de oturanda.

***

Bakınız sevgili okurlar…

Fazla da uzağa gitmeyelim.

Öyle inanıyoruz ki Osmanlının çöküşünün ana nedenlerini sizinle paylaşırken artık Türkiye’de neredeyse çöküşe, dağılmaya yüz tutmuş durumda.

Bu meclis ve bu iktidar ne yaparsa yapsın artık dikiş tutturamıyor. Eğer bir parlamenterin diğer bir parlamentere ağza alınmayacak hakaretler yapıyorsa, parlamentoda değil de sokakta kavga eden avare tip kavgacı iki kişi bu lafları birbirine kullanabiliyorsa, artık buna ne diyebiliriz ki.

Edep yahu demekten başka..

Demokratik parlamenter sistemi(!) bir Kemal Kılıçdaroğlu tarafından hakarete uğrayıp adeta haysiyet ve şerefinin ırzına geçiliyorsa, yani şerefli izzetli namuslu, bir parlamenter bayana yakışmayacak kelimeleri küfür olarak saydırarak kamuoyu karşısında edepsizce, hayâsızca, utanmadan bu kelimeleri kullanabiliyorsa….

Devamla "ben sözümün arkasındayım" diyebiliyorsa...

Hak ettiği karşılığı alamıyorsa ve ya da gösterilemiyorsa..

Hak ettiği bu terbiyesizliğin karşılığını veremeyen bir parlamento vaki ise…

Artık bu halk, bu millet, bu parlamentodan neyi bekleyebilir ki?

Bize göre hal-i vaziyet, ahlaken meşruiyetini yitirmiş bir parlamento ile karşı karşıya kalan bir ülke haline geldik.

Bu olay yalnız bu güne münhasır değildir.

1999’lu yıllarda Refah Partisinden İstanbul milletvekili olarak seçilen başı örtülü Merve Kavakçının üçlü koalisyon döneminde parlamentoya girerken sözüm ona hükümet başkanı durumunda olan başbakan görevini üstlenen zahmetli Bülent Ecevit’te tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu gibi patavatsızca, yasadışı, hukuk dışı, anti demokratik dayatmaları ile Merve hanımı meclisten dışarıya çıkarmıştı.

Ona yemin ettirilmedi. Ve meclis kürsüsünden bağırarak şöyle demişti.

"Bu kadına haddini bildirin!.."

***

İşte bunu diyen, o dönemin sözde başbakanı idi.

Sözde diyoruz..

Zira gerçek manada hukuksal olarak demokrasi zemininde inanan kesimlerin nezdinde o Ecevit başbakan değildi.

Zira zulüm yapıyordu, hukuk dışına çıkmıştı, anti demokratik uygulamaalarıyla tanınmış bir insandı.

En derin saygı ve sevgilerimle.