OTORİTENİN HÂKİMİYETİ ESASTIR! (II)
Eklenme: 12/31/2014 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.
Dün sizinle yapmış olduğumuz sohbetin ana çizgisi; devletin, otoritenin, hükümetlerin, iktidarların, devlet işlerinde hâkimiyetinin esas olduğuydu.
Elbette ki devlet mefhumu, millet kavramı, her ne kadar kelime itibariyle birbirinden değişik görünüyor ise de aslında mana değeri olarak aynıdır.
Biri diğerinden ayrı düşünülmez.
Devlet, kavram olarak manevi ve soyut olarak görünüyor ise de somut (maddi) bir varlık olarak, milletin gücü demektir.
Millet de toplum olarak, inanan bir ümmet fertlerinden oluşan manevi bir kavram ise de bu bireylerden oluşan maddi bir güçtür.
Bu güç demek, otorite demektir.
Milletin otoritesi=Devletin otoritesi ve iktidarın hâkimiyeti, bunlar birleşince devlet hâkimiyeti meydana gelir.
O hâkimiyet hiçbir zaman bireylerin, kişilerin özel halleri değil, inanan bir ümmetin gücüdür ve iradesidir.
Elbette ki buna milli irade denir.
Bu milli irade, devlet zirvesinde oluşur ve devletleşir.
Bu paralelde, yani bu manayı ifade eden ve pekiştiren kelime telaffuzu; İstihlaf ve Temkindir.
Yeryüzünde milleti temsilen devlet zirvesinde oturtturulmuş milli bir güçtür.
Bu milli gücün, milli hâkimiyet ve otoritesinin gücü olarak idame edilebilmesi için, yeryüzünde devam edip güçlü bir devlet durumuna gelebilmesi için, kesinlikle Şeair-i İslamiye denilen İslamın ana ilke ve prensiplerinden ayrılmama şartıyla, ters düşmeme kaydıyla olur.
Zira Şeair denilen bu ilke ve prensipler, İslamdan gelen, topluma mal olan Kanun-i Esasi gibi kanunlar silsilesidir.
Bu kanunlar silsilesinden çıkan örf, adet, gelenek, görenek, yaşam tarzları, yüce ahlak ilkeleri, gencinden yaşlısına kadar, deyim yerindeyse toplumun 7sinden 70ine kadar, bu ilkelerle oturup kalkması, günlük hayat akışlarını bununla dengelemesi, milletin ülke çapında İslam ruhuyla yaşaması, bireyinden tut aileye kadar, ev işlerinden tut çarşı-pazardaki günlük yaşam tarzlarını bünyesine taşıması gereken birtakım ilahi hükümler manzumesi olması gerekir.
Osmanlı imparatorluğunun bunca yücelmesi, 624 yıl gibi uzun bir ömürle yaşaması, yukarıda anlatmaya çalıştığım hükümler ve ilahi kanunlar silsilesiyle oldukça büyümüş ve yeryüzüne hükümran olmuştur.
Yeryüzündeki birçok milleti İslam inancı paralelinde bünyesine taşırken, gayrimüslimleri dahi bünyesinde adilane bir biçimde barındırmıştır.
Toplum arasında dinden, ırktan, dilden dolayı hiçbir zaman kavga söz konusu olmamıştır.
Tefrika, bölünme kimsenin aklından geçmemiş.
Zira devletin bünyesine taşıdığı milli irade hâkimiyeti esas olarak tutulmuştur ve herkes de ona bağlı kalmıştır.
O çizgiden çıkamamıştır ve o kanunların, o milli iradelerin, birer ilahi anayasa maddeleri gibi hükümranlığı sürmüştür.
Ne vakit ki İslamiyetten sırtını çevirmiş, İslam ahlakından oluşan milli iradeyi gevşek tutmuş, hatta geri planlara atmış, işte o zaman feleğini şaşırmıştır.
Devlet ve millet bünyesi alt üst edilmiş.
Kargaşadan, kavgadan, nifaktan, şikaktan, haram yemekten, helali tanımazlıktan kurtaramamıştır.
Ve böylece kendiliğinden çözülmüş, darmadağın edilmiş.
Tıpkı bugünkü halimiz gibi
* * *
Evet.
Gerçekten bugünkü İslam dünyası, acınacak bir duruma girmiştir.
Toplumun arasına bidalar, İslam dışı olan düşünceler, İslamla ters düşen ve gelenek-görenek durumuna giren ne kadar hurafeler varsa, ehliyeti olmayan, İslam gerçeğinden habersiz olan herkes, birçok şeyi İslam kılığına büründürüyor ve İslama sahip çıkıyor.
Ama kişisel rant ve çıkarını ön planda tutuyor ve İslam adına yola çıkıyor, muhafazakârlık adına yola çıkıyor ve gününü gün ediyor.
Olan da devlete, millete, ümmete oluyor.
Evet, sevgili okurlar.
Fazla uzatmaya gerek yok.
Sözün en güzeli kıssa olanıdır prensibiyle Kurandan gelen şöyle bir hükmü sizinle paylaşmak istiyoruz.
Sohbetimizin başında İstihlaf ve Temkin kavramlarından bahsettik.
Osmanlı, bu her iki kavramı devlet bünyesine taşımış ve ahlaken yeryüzünde ne kadar yücelmiş ve ilerlemişse de o kadar da dünya kamuoyu nezdinde itibar sahibi olmuştur.
Bu her iki kavram, Kuran kavramıdır.
Zira o yüce kitabımız, Nur suresinin 55. ayetinde İstihlaf denilen yeryüzündeki İslam hâkimiyetini ve İslam Temekkününü söz vermiştir.
Bir ümmet Allahın onlara bildirmiş olduğu gerçekleri yaşadıkları müddetçe, o yeryüzünün hâkimiyetini elinde tutmuş demektir.
Daha temkinli olmuş, daha güçlenmiştir.
Evet, bu ayeti kerime İslam ümmeti gelmeden önce İsrailoğullarına da aynı biçimde vaat etmiştir.
Yani İsrailoğulları yeryüzünde, Tevratın Hz. Musanın gerçek ruhaniyetine bağlı kaldıkları müddetçe daima hükümran olma sözünü vermiştir.
Ama zaman gelmiş, büyümüşler, yeryüzünün hâkimiyetini elde etmişler, fakat pusulasını şaşırmış, o güç Allahtan değil de kendisinden gelmiş gibi davranmış, Allah onların bünyesini darmadağın etmiştir.
Dünya tarihine bakıldığında lanetlenmiş bir kavim olarak önümüze çıkmaktadır.
Yani İsrailoğulları tarih boyunca bir kalkış/bir inişle yeryüzünde daima hâkimiyetlerini kaybetmişlerdir.
İnşallah günümüze dek İslam dünyası üzerine yapmış olduğu mezalimden dolayı, er geç bu zulüm çok ağır bir fatura olarak onlara dönecektir.
Aynı sözü İslam ümmetine de vermiştir.
Bakınız, ayetin yüce meali aynen şöyledir;
Allah sizden iman edip güzel işler yapanlara, kendilerinden öncekileri yaptığı gibi onları da muhakkak yeryüzünün hükümranları yapacağına, onlara kendileri için hoş gördüğü dinlerini kuvvetle icra etme gücü vereceğine, kesinlikle onları korkularının arkasından güvenceye erdireceğine dair, yeminle söz verdi. Onlar, hakkımda hiçbir şeyi ortak koşmayarak yalnızca Bana ibadet edeceklerdir. Artık bundan sonra kim nankörlük ederse, onlar fasıkların ta kendileridir!
Allah, bu sözü sadece şimdiki İslam dünyasına değil, öncekilere de vermiştir.
Tıpkı İsrailoğullarına verdiği gibi.
Ama ne yazık ki insanlar sözünde durmayınca, yeryüzünün hâkimiyeti yerine, yeryüzünün mahkûmiyeti durumuna düşecekler.
Bu bir kaidedir.
Bir hükümdür.
Hem bilimseldir, hem de tarihi gerçektir.
İslam ümmeti, inanmış olduğu İslamın ana çizgilerinden çıktığında, insanlar arasında ahlaki çöküntülerle karşı karşıya gelindiğinde, ne milli birlik-beraberlik söz konusu olur, ne de devletin hâkimiyeti tesis edilir, gerçekleşir.
Zira ortada maddi-manevi bir gerçek vardır.
O gerçek, tarihi Kuran gerçeğidir ve ilahi sözleşmedir.
Yoksa bunları arka plana atıp da toplumun arasına sokulan bölünme nifakı, ırkçılık şikakı, helal-haram demeden barışçı bir toplum yerine saldırgan, acımasız bir toplum haline getirilir.
Birbirini yemekten başka hiçbir şey elde edemez ve bunun sonu da yok olma tehlikesidir.
* * *
Evet, sevgili okurlar.
Dün, e-mail adresime bir okurum tarafından şöyle bir mail gönderilmiş.
O mailin metnini olduğu gibi burada sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu gerçekten, baştan aşağıya anlattığım sohbetimizin adeta bir özüdür ve aynı zamanda yürek dağlıyor.
Toplum ve devletin birbiriyle ne kadar kopuk olduğunun gerçekten bir alamet-i farikasıdır.
Vatandaş; eğer böylesine ızdıraplarla karşı karşıya kalıyorsa, mağduriyetini devlete götürüp de devlet, devletçiliğini vatandaşa gösteremiyorsa, işte sohbetimizin bugünkü hulasasının sonucunun bir ifadesidir.
Yani, ahlaki çöküştür.
Evet.
Çağatay Yücel isimli bir vatandaş, ızdırabını dile getirirken şöyle sesleniyor;
İyi günler Sayın ALTINDAĞ. 18/12/2014 tarihinde akşam 18.00-20.00 arasında eşimle birlikte evimizden dışarı çıkıp yemeğe gittik. Bu saatler arasında döndüğümde evimize hırsız veya hırsızlar girdi. Yeni evlilik yaptım ve ben bir memurum. Borçla zar zor, kıt kanaat borçlanarak evlilik yaptım. Neyimiz varsa alıp gitmişler. Olay yeri inceleme ekipleri evde çok sayıda parmak izi buldu. Üçkuyu toplu konutta 3. Etap fg29 A blok daire no:1de ikamet etmekteyim. Bizim binanın bitişiğinde polis lojmanları var. Orada kamera görüntüleri mevcuttur. Tutanakta Polis arkadaşlar bu yönde beyan verdi. Ş.H.İ Kartoğlu polis amirliği tutanak tuttu ama şu ana kadar bir şey çıkmadı. Diyarbakırda son zamanlarda aşırı derecede hırsızlık, gasp arttı. Buna yazılarınızda değinebilir misiniz? Çünkü belli ki emniyet bu işe çözüm bulamıyor; ancak halkça, milletçe uyanarak bunun önüne geçebiliriz. Teşekkür eder saygılarımı sunarım
* * *
Bakınız sevgili okurlar.
Bu vatandaş, mağduriyetini dile getiriyor.
Gerçekten mağdur olmuştur.
Ama iki günden beri Otoritenin hâkimiyeti esastır başlığıyla anlatmaya çalıştığımız gerçekler, bunun bir hulasasıdır.
Demek ki devlet hâkimiyetinin esası mevcut değildir, bu olayın tam tersidir.
Eğer devlet, hükümranlığını adaletli ve demokratik bir biçimde toplumun her kesimine götürürse, elbette ki böyle zalimce hırsızlık, soygunculuk gerçekleşmez.
Hatırladığımız kadarıyla, bir ay içerisinde Bağlar ve diğer semtlerde Kuyumcu dükkânları soyuldu.
Medyaya verilen olay görüntüsü, adam güpegündüz kaleşnikof silahıyla kuyumcu dükkanına giriyor, adamı silahla tehdit ediyor, dipçikle vuruyor, kafasını kırıyor, kan-revan içinde bırakıp, ve vitrinden altınları toplayıp götürüyorlar.
O gidiş, bu gidiş.
Tüm bunlara rağmen, ne yazık ki devletin bir birimi olarak Emniyet Müdürlüğü Hırsızlık Bürosundan bugüne kadar olayla ilgili herhangi bir gelişme basın olarak görmedik, duymadık.
Herhangi bir bilgi resmiyetçe bize gelmedi.
Sormazlar mı, Ey devlet hâkimiyeti!
Ey devlet otoritesi!
Neredesiniz?
Millet sizden yardım istiyor.
Mağdur insanlar gittikçe daha da mağdur oluyor.
Hani Başbakan Sayın Davutoğlu diyordu Kamu düzeni esastır
Kamu düzeni sadece terörün halka saldırması değil.
Adamın güpegündüz işyeri ve evi soyuluyorsa, malı elinden gasp ediliyorsa, bu da huzursuzluğun dik alasıdır.
Adam yıllarca çalışıp, yuvasını kuruyor.
Bir çırpıda, kaşla göz arasında evi soyuluyor.
Ve kim kime dum duma?
Tıpkı birkaç sene evvel Diyarbakırda Valilik görevini yürüten bugünkü İçişleri Bakanımız Sayın Efkan Alanın dediği gibi Camda olsun da canda olmasın(!)
İşte vatandaş da Ne camda olsun, ne de canda olsun diyor.
Cam da canın yongasıdır anlayışıyla yola çıkılırsa, millet biraz huzur bulur.
En derin saygı ve sevgilerimle.