TOPLUMSAL BARIŞIN ŞARTLARI
Eklenme: 1/9/2013 12:00:00 AM

Evet, sevgili okurlar.

Türkiye; Doğusuyla, Batısıyla, Güneyiyle, Kuzeyiyle, Türküyle, Kürtüyle, Arapıyla, Acemiyle günümüzdeki olup bitenler karşısında herkes dimdik ayakta durup, mutlak bir barışa evet demelidir.

Barış daima toplumlara hayır getirmiştir, refah-mutluluk getirmiştir, toplumlarda hep ilerleme kaydetmiştir.

Hiçbir toplum, insanlık varlığı tarih boyunca kan dökmekle, birbirini öldürmekle, malları-mülkleri, ırz ve namusları talan etmekle hiçbir yere varmamıştır ve varacağı da mümkün değildir.

Onun için olmazsa olmazın temel unsuru Barıştır.

***

Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim, iki eş arasındaki anlaşmazlığın son çaresini dahi Barışa bağlamıştır.

Bu durumda toplum arasındaki kabilelerden tut, değişik renkler, diller, dinlerde dahi şiddetle barışa ihtiyaç vardır.

Yüce kitabımızdaki mesaj aynen şöyle;

Essulhu hayrun

Sulh, hayır getirir. Hayrın ta kendisidir

Barış olmazsa, toplumların varlığı da söz konusu olamaz.

Tek kelimeyle özetlemek gerekirse Barış insanlar için hayat idamesidir.

***

Ama tabii ki bu barışın gerçekleşmesi için de çok önemli koşul ve şartlar vardır.

İster bir tarafın mağlubiyeti olsun, ister diğer tarafın galibiyeti olsun, ister eşit şartlar olsun Barışın uygulama koşulları neyse sonuç da aynı olmalıdır.

Yani iki taraftan da fedakrlık ve bazı hak olarak ileri sürülen istek ve arzular olsa dahi geçici de olsa gözardı edilebilir.

Nitekim bir önceki yazımda da buna işaret etmiştim ve yüce İslam tarihinin Hudeybiye sulhundan başlamak üzere önemli bazı işaretlerde bulunmuştum.

* * *

Hiçkuşkusuz ki;

Hudeybiye anlaşmasını biliyorsunuz!

O anlaşmayı bir hatırlayalım.

Efendimiz (s.a.v) büyük bir tahşidat(Askeri donanma) ile Umre yapmak üzere Mekkeye doğru yola çıkar.

Mekkeye çok kısa bir mesafede bulunan Hudeybiye vadisinde konaklar.

Önce Mekkelilerin nabzını yoklamak üzere bir iki elçisini gönderir.

Netice itibariyle Mekke müşriklerinin ileri sürmüş olduğu ağır koşullar karşısında Evet diyemez durumda olduğu için geçici de olsa geri dönmek zorunda kalır.

Başta Hz. Ömer dhil olmak üzere, Resulullah Efendimiz (s.a.v)e karşı tepki göstererek Bu geri dönüşümüz, mağlubiyet demektir, buna evet diyemeyiz ya Resulullah derler.

Ancak Efendimiz (s.a.v), onlara şöyle der:

Ben eğer Allahın Resulü isem, bana inanıyorsanız, bana uymanız gerek. Bizim bu geri dönüşümüz, çok kısa bir sürede Mekkenin fethine yönelik atılması gereken bir adımdır, bu mağlubiyet değildir.

İnandırıcı bir tebliğle herkes geri dönüşü kabullenir ve Medineye tekrar geri dönülür.

O dönüş paralelinde Mekke ile Medine arasında Efendimiz (s.a.v)e ilahi mesaj olarak Mekke fethini müjdeleyen Fetih suresinin inişi hem Resulullah Efendimiz (s.a.v)i hem de ordusunu rahatlatmıştır.

Ve bir sene sonra yeni emirlerle tekrar daha ciddi ve daha metanetli İslam ordusu bu kez kavgasız, cinayetsiz, herhangi bir kimsenin kanı dökülmeden büyük bir anlayış ve barışla Mekkeye girer.

Orada Efendimiz (s.a.v), daha iki sene öncesinde İslam ordusunun aleyhine neticelenen Uhud savaşındaki geçici bir mağlubiyeti unutarak müşriklerle barışı sağlayarak Mekke fethini gerçekleştirir.

Ve o fetih neticesinde gün gittikçe yüce İslam dini yeryüzüne yayılır, yayılıyor da yayılıyor.

***

Ama bu barış nasıl bir barış?

Uhud savaşında Ebu Sufyanın eşi Hint tarafından kiralayıp, Hz. Hamzayı katleden bedevi bir vahşiyi dahi Resullah Efendimiz tarafından af edilerek, sahabi olarak cemaati içerisine kabul etmekle bu barış gerçekleşiyor.

Hz. Hamzanın ciğerini çıkarıp emen Ebu Sufyanın karısı ve Muaviyenin annesi olan Hint ile biatini gerçekleştiren o yüce İslam Peygamberi, barışın hatırı için her şeyi bir çırpıda unuturcasına siliyor.

Kin ve nefret unsurlarını ortadan kaldırıyor.

çünkü atılan bu ciddi barış adımı, büyük bir kardeşlik ve samimiyet noktasına dayanıyor.

Düşünün, savaşta Müşriklerin ordusu içerisinde yer alan hatta Uhud savaşında Müslümanlara çok büyük zarar veren Halit bin Velid ve Amr İbnül-Asları İslama kazandırıyor ve daha sonra ordu komutanları olarak her şeyi Halit bin Velidin eline veriyor.

Siyasi ve idari alanı da Amr İbnül-Asa veriyor.

Efendimiz (s.a.v)in vefatından sonra dahi Şamdaki Roma İmparatorluğuyla, İrandaki 2000 yıllık ateşperestlik rejimiyle yaşayan Kisra ordularını yenerek İslama dhil ettiriyor.

Bugünkü Diyarbakırın Hz. Süleyman Camiinde yatan 450 sahabenin varlığı bu tarihi gerçeğin kanıtlayıcı bir delilidir.

Hatta fetih eden orduların başında Hz. Halit bin Velidin oğlu Hz. Süleyman olmuştur.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bize göre insanlar arasındaki gerçek Barışı simgeleyen üç ana kavram vardır ve bu kavramlara inanmak kaydıyla Barışlar gerçekleşir.

Aksi takdirde bir an için Barış şekillendiriliyor ise de bu üç ana kavrama inanmayan taraflar hiçbir zaman bu barışı idame edemezler.

Bu kavramları burada şöyle özetleyebiliriz;

Şeriat Millet ve Din..

Bu her üç kavramın kelime telaffuzları her ne kadar değişik görünüyor ise de mana itibariyle biri diğerinden hiç farklı değildir.

Zira Şeriat kavramının terim olarak mana değeri;

Allahın toplumlara göndermiş olduğu birtakım inanç hakikatlerine inanıp, onunla yaşamaktır

Millet ise;

O inanç silsilesini kabullenip, onunla bir dine yani İslam dinine kitlesel inanmak ve intisap edene denir

Din ise;

Peygamber Efendimiz (s.a.v)in getirmiş olduğuna intisap etmek ve o kavramı toplumun günlük hayat akışlarına yansıtmasına denir

***

Demek anlaşılan odur ki;

Bu her üç terim İslama mal olmuş, olmazsa olmazı olan kavramlardır.

Bu yüce değerlere inanan bir toplum, bireyinden tutunda ailelerine kadar, ailesinden tutunda kabilelerine kadar, coğrafyalarına kadar, örf adetlerine kadar, devlet ve milletlerine kadar

Her ne olursa olsun, aralarına giren bir anlaşmazlık veya gizliden aralarına atılan bir nifak tohumu söz konusu olursa illaki kan dökmesiyle değil, Allah Resulü vasıtasıyla ümmetine getirmiş olduğu hükümler manzumesine inanarak ve yekvücut olarak sarılmakla her şey gerçekleşir.

* * *

Hulasa olarak özetlemek gerekirse;

Allahı bir, Peygamberi bir, kitabı bir, kıblesi bir, tarihi bir, örf adet, gelenek-görenekleri bir olan bir toplum hangi coğrafyada olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun, hangi rengi taşıyorsa taşısın, hangi kabileye, kavme mensup olursa olsun

Anılan üç ana gerçeğe inanmakla kardeşlik simgesini pekiştirirler.

Madem öyleyse hiçbir zaman kardeş kardeşle, süfli ve geçici dünya menfaatleri için çarpışmaz, kan dökmez.

Masum-mağdur suçsuz insanları siyasi gelecekleri için malzeme olarak kimse kullanamaz ve kullanmaya da hakkı yoktur.

İnsan kanını malzeme olarak kullanan her kim olursa olsun, ister devlet olsun, ister millet olsun, ister ağalık-paşalık olsun, kesinlikle geleceğine hayırlı bir iş kazandıramaz!

Öylesine inanıyoruz ki her ne cihetle olursa olsun geleceğine refah-mutluluk getirmez, yerine yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Nitekim milletlerin tarihi orta yerdedir.

Yeryüzünün hkimiyetini en büyük güçle eline geçiren Doğu Roma İmparatorluğunun bugün unutmayalım ki esamisi okunmuyor.

2500 senelik İran Sasani devletinin yok olup, İslamı kabul etmesi inkr edilmez tarihi gerçekler arasındadır.

Moğol Türklerinin 700 sene önce Bağdata girip, çok büyük kan dökmelerinin sonucunda nihayet İslamiyeti kabullenmek zorunda kalması

Bu da tarihi gerçekler arasında yer almaktadır.

***

Sonuç itibariyle tek kelimeyle şunu diyebiliriz ki;

Hiçbir zaman ne kör kavmiyetçilik taassubuna dayanarak bir yere varabilmişler ve ne de Siyonizme dayalı Yahudi felsefesinin ürünü olan Marksizme, Sosyalizme, inançsızlığa ve ne de Haçlı bir zihniyetin anlayışıyla toplumlar bir yere varamamıştır varma şansına da ulaşmamışlardır.

Ulaşamazlarda!

Bu itibarla diyoruz ki;

Yegne kurtuluş çaremiz, inandığımız yüce İslam dininin ana hukuku paralelinde kardeşlik elini birbirimize uzatıp, o inançla birbirimize sarılmaktan başka çaremiz yoktur.

Abdullah Öcalan yıllardan beri eğer İmralıdaysa, devlet geçmişi unutarak yeniden topluma kazandırabilme şansını ararsa, bize göre en büyük başarıdır.

BDP olsun veya Kandil olsun, bu cenahta her kim olursa olsun, kendi siyasi geleceğini masum insanların kanıyla temin etme anlayışından artık vazgeçmelidir.

Siyasi hayatlarında bir baltaya sap olamayacak kadar başarısız olanların, başarısızlıklarını bu alanda başarıya çevirip, bir yere gelme düşüncesine artık prim verilmemelidir.

***

İşte o zaman gerçek bir Barış elde edilebilinir.

Nitekim tarih sayfalarına baktığımızda;

Bugüne kadar tüm denenmiş yollar hep tıkanıklıklarla sonuçlanmıştır.

Onun için coğrafyalarımızı bölünme tehlikesinden arındırıp, daha güçlü müreffeh bir Türkiye olabilme şansını yakalayabilmemiz ancak ve ancak anlattıklarımızla gerçekleşebilir.

Yoksa işte kulağımızın dibindeki Suriyenin halini görüyorsunuz.

Yıllardan beri hep insan kanından nemalanan Irakın dramını görüyorsunuz.

Afganistanın bugün Haçlıların çizmesi altında inim inim inlemekte olduğunu da unutmamalıyız.

Suriye ile Iraktaki baasçı, inkrcı, kavgacı, Marksist rejimin sonucu itibariyle bu her iki millet bu hale gelmiştir.

Keza Afganistanın da, Pakistanın da, Keşmirin de, daha nice ülkeler var?

Duamız;

Yüce Allah bu milleti, Kuranın buyurduğu gerçek barış inancından ayırmasın.

En derin saygılarımla.