Eee! Ne yapabiliriz ki; "yıllar" bu. Tutulur mu, ya da "dur" denilebilinir mi? Mümkün mü? Seyri açıktır; su gibi akıp gitmeye mahkûm! Yalnız "tazelenir" giden seneler, seneyi devriyesinde. Hele o yıllar tarihin sayfalarına "hikmetli" yazılmışsa. Yaşanan ve yaşatılanları "hafızalara" nakış olmuşsa. Kanın, gözyaşının, şiddetin, ihanetin. Kısacası yürekleri dağlayan hadiselere "şahit" edilmişse. Ülkenin ve toplumun yarınlarına "halel" getirici mevzuları barındırmışsa. Değil yıllar! Onlarca, yüzlerce ve binlerce yıl geçse. Yine de; unutulmaz!
* * *
Ne yaşayan nesil, ne de ardından gelen nesil? "Hep" yüreğinde "hançer" gibi; unutmadan hisseder. Kahrolur o günün ardından bıraktığı resme. Evet! İşte o unutulmaz tarihi bir günü dün Türkiye "devirdi". Hem de 50'inci yılını yaşayarak. Doğrusu; bu yazıyı "dün" kaleme almayı düşünüyordum. "Darbelerin, Yassıadanın" ve "İdamların" temelinde yatan gerçekleri. İhanetlerin ve hainane düşüncelerin "nasıl" inşa edildiğini. Ama ne var ki; hani demişler ya "Önce can, sonra canan" diye! Dün; Diyarbakır'ın özeliydi. Amed'in, Diyaribekir'in, Mezopotamyanın "Kadim Şehir" olma unvanına nail olduğu gündü. Çünkü; İslam Orduları tarafından "Fetih" edilip, bir daha da "işgale" maruz kalmayan Diyarbakır'ın; 1371'inci Fetih günüydü. Bu münasebetle "27 Mayıs" başlıklı yazı bugüne ötelendi.
* * *
Eee! O günden bugüne uzanan "seneyi devriye" tam da 50'nci yılında. Ve halen "o yılın" haşmeti konuşuluyor, hafızalarda taze. Nedeni de; Türkiye'de "demokrasinin" sürekli kesintiye uğraması. Kolu-kanadı, ayağının "kırılmasına" vesile olan girişimlere "yol açtığı" içindir. Tıpkı trafikteki "yeşil ışık" gibi! 27 Mayıs'ın açtığı yolda; 12 Mart geçti. Ardından 12 Eylül. Bir adım sonrası 28 Şubat. Ve bugünlere gelindi. Dikkat edin; "aralarındaki" sene farkı. Bugün; 27 Mayıs 50'nci yılında. Peki, 12 Mart. O da 40'ıncı yılında. 12 Eylül; 30 yıl devriyesinde. Yani Türkiye her 10 yılda bir "demokrasiyi" kolsuz, kanatsız bıraktı. Ve bu yolda; binlerce "kan döktü?".
* * *
Ne hazindir ki; yaşanılan süreç "toplumsal" dengesizliği de körükledi. Çünkü "sınıflar" oluşturdu. İşte şu anki hali durum. Hala da; "darbeleri savunan ve darbelere karşı" çıkan bir grup vaka var. Aslında en büyük "darbe ve tahribat" bu ikilemdir. Dün Menderes ve arkadaşları anıldı? Yassı Adadaki "İnsanlık dışı" sürecin anıları ifşa edildi. Ses bantları yayınlandı? Hepsi akla ziyan bir dönem. Kimse "o günü" ve o günün müsebbiplerini ne yazık ki "sağlıklı" değerlendiremez? Neden derseniz? Cevap "adama" bağlı. Yani sorduğun kişidir zihniyetin yanıtı? Silivri'deki zihniyet! Cumhuriyet meydanlarında "arzı endam" eden Cumhuriyet mitingleri. Ve organizasyonlarda açılan pankartlar; "Ordu göreve" diye!
* * *
Malumdur; "Darbeler" kanla var olurlar. Ve kanla büyürler. Peki, "kanın aktığı" atmosferde "insan doğası" sahil mi? Mümkün mü? Diyebilir miyiz; Türkiye "darbelerle" demokrasiyi inşa etti? Ya da, Menderes'e ve Arkadaşlarını "Yassı adada" tutup, asarak; sahip oldu? Veya "Denizleri?". Tam aksine; zayıflattı. Onun için; "darbenin, ihtilallerin, müdahalelerin" iyisi-kötüsü olmaz? Olmamalı?
* * *
Şükürler olsun ki; İki yıl öncesine kadar "darbe havarilerine" kanan bir askeri anlayış yok? Asker "Demokrasi" rotasında. Her ne kadar; "halen sivil" düşünceler avuç ovuyorlarsa da. Asker; "Çözüm yolu" demokrasi diyor? Sonuç itibariyle; Bugün millet "iradesine" sahip. Ve kendini "devletin objesi" değil, "subjesi" olarak görüyor. Ve diyor ki; "Yeter artık söz milletindir". İşte bu "söz yeter artık milletindir" vecizesi yaşadığı ve korunduğu müddetçe; "halkın iradesi" hâkim olur. Demokrasi de, Cumhuriyetin "ilkeleriyle" payidar olur. Bedeli ağır olsa da!