Başlıksız bir yazıya odaklanmak ve ona göre 'beyin' hazinesindeki malzemeyle 'kurgu' geliştirmek; çok zor!
Hele bir de 'hadiseyi', güncelden çıkarıp, 'pazar yazısına' harmanlamak; zor olan hamura farklı bir kıvam getiriyor.
İşte o zaman da; 'sohbetin' mevzusu zorunlu bir istikamet kazanarak, 'yaşama' odaklanır. Ki o da hayatın kendisi.
Çünkü 'insan' kumanda edilmemiş yeryüzündeki 'ender' varlıklardan olduğu için; günlük hayatı da 'değişiktir!
***
Hani bazen 'insan' yaşamı için telaffuz ederiz ya; 'sözler ve kelimelerin' ne anlam taşıdığını?
Sonra da 'dalarız', hayatımızdaki yeri ve önemi nedir diye? Şayet yol haritasında 'doğru' kulvardaysak 'algılama' kolaydır.
İşte o zaman 'hayatın' ruh iyesi insanın 'kendisinde'! İşte başlıksız yazı da; böylesi bir hayatın 'yol haritasıdır'!
Bakınız ustad ne güzel ifade etmiştir; hayatın idamesinde bazen 'sözlerin özgün, kelimelerin de kifayetsiz' olduğunu.
***
Neden demeyin? Çünkü 'yaşadığımız' hayatın her anı ve salisesi 'kırılgan' zemine sahiptir. Öyle ki bir bakarsanız 'ışığınız' sönmüş!
Hayatın 'dalları' kırılmış, açılan filizler 'kurumuş'. İşte o an bilirsiniz ki; 'yaşamın' son nefesini vermişsinizdir.
Birden 'yüreklere' kor bir ateşi düşürürsünüz. Çünkü 'dehşetengiz' bir kaçışla, yaşayanların arasından 'kopup gitmişsinizdir'!
Bir daha 'dönme' şansınız yok. Artık 'hayat ve acı' geride bıraktıklarınız için devam eder.
***
Ve tabi ki 'geride' kalanların 'hali ruh iyesi' belli bir zaman; dağınık, şaşkınlık ve acıyla vuku bulur.
Bazen de 'öfke' gelişir, hayatın 'acımasız' kanuna karşı. Dersiniz; 'O güzel' insandı, neden gitti diye?
Çok görüldü, 'hayatı ve bizlerle' olmayı. Bak 'yüreğimize' kor ateşi düşürdü. Yalnız ve üzgün.
İşte o zaman 'ağızdan' sözcükler ve kelimeler dökülür. Ve birden; ' güzelim' yürekleri okşayan sözler farklılık kazanır.
***
Hani bazen, 'yaşadığımız' hayatın normlarına karşı 'kahrolsun' sözcüğünü kullanırken, hiddetleniriz.
Tam o esnada 'sözcükler' üzüntüyle buluşurken, kelimelerde kifayetsiz kalır. Boşluk gelişir, dengesizlik hâsıl olur.
Dövünürüz bir o kadar da dertleniriz 'zamansız' gidişin, bıraktığı acıyla. Ve deriz gidene; 'hani güle güle bile' demedin diye.
Küskün bir varlık gibi kapı 'vurup' çıktın, bir daha dönmemek üzere.
***
Açık kapının yüzünüze vuran loş ışığına bakarken, düşünürsünüz beraberinde 'götürdükleri' ümitlerin bir daha geri gelmeyeceğini.
Belki bir gün 'çıkar' gelir sanal ümit besleneniz bile; bilirsiniz ki 'dönmez' ve arkasında bıraktığı ümitlere katkı sunamayacağını.
Onunla alakalı her söz size 'bir üzüntü', her kelime de size bir 'tarifsiz' gelir.
Şairin dizelerinde yer aldığı gibi; sesiz bir şekilde iç dünyanızda mırıldanırsınız onun için;
***
"Bitmemiş öykülerini yüzüstü bırakıp bir amansız kavganın, yıldızların kayışı gibi sessizce gittin' diye!
Evet! O an için gece donar, yakamozları titretir kaçışları. Ama artık 'hayata dönüş' vaktidir.
Özlem ve anma 'vaki' olsa bile; hayatın dizginine sarılmak, umutsuzlukla ceddelleşme vaktidir. Çünkü hayat devam ediyor.
İrkilmeliyiz. Hem de çok derin ve yüce bir kudret anlayışıyla. Ve kendi kendimize demeliyiz ki vakit; 'ümitleri' yeşermektir.
***
Ve bütün bilgeliğiyle devam edecek hayat... Kâhinlerin kuytularında sır aradığı hayat, binlerce yılın hikmetini üfler yüreğimize.
"Hayatın kalbine vardığında, günahkârlardan daha yüce, peygamberlerden daha aşağı olmadığını göreceksin" diyor büyük bilge...
Senin-benim hayat dediğim, bazen bir hükümsüz kayıplar manzumesi, bazen bir muamma geliştirse bile; şu düşünce hep ağır gelir.
'Yaşamak en ölümcül sancı geliştiren nizamdır?' diye
***
Peki ya doğadaki 'en acımasız' yaratık! Ne yazık ki yine 'insanoğludur'! Yani 'az önceki' hislerin doğurganlık gösterdiği canlı.
Büyüklerim kimi zaman söylerlerdi 'İnsan kadar vahşi yaratık yoktur' diye! O zaman karşı çıkardım.
Ve derdim; 'Canavar var ya, Aslan-Kaplan', Yılan çıyan var ya? Diye. Çünkü okul kitaplarında hep 'bunları' görüyor ve okuyorduk.
Hayat bilgisi dersinde! Kitapta 'İnsan ile hayvanları' bir birinden ayırt eden ve üstün kılan ayrıntı 'Düşünme ve konuşma' ile yetenek olduğu söylenirdi.
***
Ama yaş ilerledikçe. Hayatın ve yaşamın 'zorlukları' ve kurallarına vakıf olunca. Kısacası 'gerçek hayatla' kucaklaştığınızda; anlarsınız.
Ben de 'öyle' kabullendim; görerek, yaşayarak ve hissederek. Çevremize bakalım. Yaşadığımız coğrafya, bulunduğumuz yer küresine.
Dahası iletişim araçlarından gelen 'hadiselere' bi bakın. Öyle ki; birey olarak değil ülke olarak 'kaygılar' içerisinde bulunuyoruz.
Çünkü en utanç verici ırz düşmanlığı, en utanç verici insan katliamı, en utanç verici onursuzluk, kin, nefret ve aldatma.
***
Şiddetin, terörün, kanın ve gözyaşının yarattığı tablo! Sevgisizlik ve güvensizlik. İnanılmaz bir kudretle büyüyor.
Düşünebiliyor musunuz bunla gelişen 'ahlaki' çöküntüyü. Amca-dayının 'yeğenine', tecavüzü. Dahası babanın evladının ırzına geçişi.
Beri yanda 'çoluk-çocuk' demeden kendi kanından olanın hayatına kast etmek. Bilge köyündeki 44 kişinin bir gecede öldürülmesi.
Bunları bir teraziye, diğer kefeye de doğadaki en vahşi yaratıkları alırsak. Hangisi daha 'vahşi' olur?
***
Yalnızca karınlarını doyurmak ve kendilerini korumak için 'saldıran ve karşı koyan' hayvanlar mı; 'vahşi yaratık'.
Yoksa az önce 'dehşetengiz' tanımını yaptığım 'sözde' insan kılığındaki yarattık mı daha vahşi.
Bakınız bir yazar; ne diyor? Hayvanlara insanlardan daha çok güveniyorum. Onların zeki, düşünen, hatırlayan ve sevmeyi bilen yaratıklardır.
Ustad Necip Fazılın bir sözü ile yazımızı bitirelim "Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur."
Sanırım bu yazıda başlık olmamasının nedenini anlamışsınızdır.