Dün; gün boyu düşündüm! Bugünkü, atmosfere nasıl bir hamur yoğurabilirim diye! Çünkü ağır bir misafirimiz var. Başkomutan kendisi... Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Cumhurbaşkanı. Evet, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bugün; Şehr-i Diyarıbekir'e geliyorlar... Peygamberler, Şehitler. Ve Sahabeler kenti Diyarbakır... Güler yüzlü, Sevgi yürekli, Barış dilli Gül'ü ağırlıyor. Bağrında, Onlarca medeniyeti yeşerten Mezopotamyanın Parisi, Diyarbakır'a teşrif ediyor kendileri. Şiddetin, Terörün, Kavganın ve Çatışmanın, Kan ve Gözyaşının oluk gibi aktığı, Huzurun, güvenin ve istikrarın sıtma geçirdiği, Barışın, kardeşliğin, sevgi ve muhabbetin "sosyal travma" yaşadığı, İşsizliğin, Yoksulluğun, Geri kalmışlığın, Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanda tahribatlar yaşayan. Halklar ve haklar açısından; ağır bedeller ödeyen. Bölgesel eşitsizliğin acı resimlerine sahip Diyarıbekir!
* * *
Tam; Üç yıl aradan sonra yeniden Cumhurbaşkanına "hoş geldiniz" diyor. Yani, "Hûn bi xêr-ü xeşi hatin!" diyecek! Evet. Hala düşünüyorum; Cumhurbaşkanı Gül'e buradan ne mesajlar verebilirim diye. Bugün ve yarın. Ki daha önce de; anlatılan, ifade edilen, raporlarla klasörler oluşturulan "klasik" ifadeler ihtiva etmesin buradan yükselen sesin çığlığında. Öyle bir duygu fırtınası gelişmeli ki; Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül. Eşi, Saygıdeğer Hanımefendi Hayrünnisa Gül. Ve beraberindeki zevat başta olmak üzere, Pek tabi ki; Siz sevgili okurlar da, "işte gönül birlikteliğimiz" ve sevgi deryasındaki gönül payımız diyebileceğimiz; en önemlisi "insanı" noktada, insanlığımızı hatırlatan bir yazı olsun. Birden; Üç yıl önce, yine bugün gibi, Cumhurbaşkanı Gül'ün, Güneydoğuya yönelik 4 günlük gezinin son durağı olan Diyarbakır'a gelişinden bir gün önce kaleme aldığım yazı aklıma geldi. "Gül ve Sevgi Ağacı" başlığıyla; yazdığım yazı.
* * *
Malum; Şu an yaşanan ve yaşatılan sürecin "geliştirdiği hadiseler belli. Demokratik Özerklik. İki Dilli Hayat. Ve dün yine Cumhurbaşkanı Gül'ün başkomutan olarak başkanlığında toplanan MGK'dan çıkan "muhtıra" ihtiva eden mesaj. Yani; Gergin, kritik ve hassas bir atmosfer şu an hâkim. İşte bu durumlarda; Tansiyonu düşüren, ortamı yumuşatan, gönüllerde hoş seda oluşturan bir anlatım şart. Hani deriz ya; "Ateşe körükle" gitme zamanı değil diye. İşte böylesi bir duruma vesile olma noktasında; Kaynaştıran, Duygu ve vicdani kanaati öne çıkaran bir fikriyatla, "Gül ve Sevgi Ağacı" başlıklı yazımı arşivden çıkardım. Okudum! Galiba en doğru olan da, bu hikâyenin paylaşımı olacak. Çünkü vereceği ders-i ibret şu an ki yaşadıklarımıza duygu yükleyecektir. İnanıyorum ki; Kelimelerin kifayetsiz kalacağı bir duygu paylaşımı olacak. Ve yine inanıyorum ki; Bu gazete eline ulaşacak ve bu yazıyı okuyacaktır. Gül'ün "kudreti", "Sevgi Ağacı'nın" anlatımı "birleştiğinde", "umutların", yeşermemesi imkânsızdır diyorum.
* * *
SEVGİ VE ÖZGÜRLÜK AĞACI Kimseye ait olmayan bir arazide kocaman mı, kocaman bir ağaç varmış... Çocuklar o ağacın adını Özgürlük ağacı koymuşlar. Dostluk ve sevgi yemişi verirmiş her yıl bu ulu ağaç. Her bahar bembeyaz çiçeklerle süslenen dallarını, renk renk barış kuşları doldururmuş... Her yıl sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu özgürlük ağacı. Sevgi, dostluk ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan sevgi meyvesi, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona "Dostluk ve Sevgi Ağacı" denilmesinin nedeni tüm canlıları dallarının altında ve üstünde barındırmasıymış. Soğuktan yağmurdan kardan tutun da tüm kötülüklerden korur ve meyvesiyle beslermiş onları. Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, altında serinlenen yaşlıların, çocuklarını emziren annelerin mutluluğu özgürlük ağacını sevindirirmiş. Tüm varlıklar bu ağacın önünde saygıyla eğilir rüzgâr bile selam dururmuş. Özgürlük ağacı her gün biraz daha yöredeki canlı cansız varlıklara sevgisini paylaşırken tüm hayvanları ve insanları da yemişiyle doyururmuş.
* * *
Yıllar yılı hayvanlar ve bu yöre halkı barış, dostluk, mutluluk ve güzellik içinde yaşayıp gitmişler. Çalışkan, başarılı, sevecen, dürüst insanlarmış bunlar. Özgürlük ağacının bereketli yemişi o yöredeki bütün kuşlara, hayvanlara, insanlara ve çocuklara yeter de artarmış, bütün canlılar faydalanırmış yemişinden. Her yaz sanki bereketlenir bitmek nedir bilmezmiş, artan yemişler de saklanır bütün kış mevsimi yenirmiş. Köyde istemeyerek iki kişi arasında bir anlaşmazlık çıksa. Köyün Cafer Ağası hemen devreye girer, bu iki dargın insana dostluk ve sevgi yemişi sunarak barış şerbetinden içirip olay hemen tatlıya bağlanırmış. Tüm gücünü ve hakseverliğini özgürlük ağacından alan Cafer ağa "dur" dedi mi sular dururmuş, "yürü" dedi mi dağlar yürürmüş o zamanlar. O nedenle köyde kimse dargın, kızgın durmazmış, sevgi ve dostluk içinde yaşayıp gitmişler yıllar yılı. Kimse kimsenin malına göz dikmez, kimse kimsenin hakkını yemez, her tarafta barış, dostluk, sevgi, dürüstlük ve kardeşlik hüküm sürermiş... Bu toplumu kıskanıp çekemeyen komşu köylerin ağaları ise bu köyün huzur ve mutluluğunu bozmak için çeşitli planlar yapıp, tuzaklar kurar dururlarmış. Amaçları ise bu köyün birlik ve düzenini bozup göz diktikleri verimli arazilerini ve dostluk ağacını ellerinden alıp işgal etmekmiş.
* * *
Hemen işe koyulmuşlar tabi. Araya casuslar koyup Cafer ağanın sırrını anlamaya çalışmışlar ve avuçlar dolusu altın vaat etmişler bu sırrı çözeceklere. Bu köydeki hikmetin o özgürlük ağacı olduğunu öğrenen çevre köylerin ağaları bir plan hazırlayarak bir gece gizlice gelip bütün dallarını kesip götürmüşler, özgürlük ağacının... Artık meyve vermez, kuşlara, çocuklara gülmez olmuş özgürlük ağacı, altında çocuklar oynamayan, kuşlar konmayan özgürlük ağacı üzülmüş, üzüntüsünden hastalanmış ağlamaya başlamış kökleri. "Özledim" demiş onları, "dallarıma konan rengârenk kuşları özledim, altımda oynarken çocuklar cıvıl cıvıldılar neşe bulurdum onlarla, dallarımı kestiklerinden bu yana gölgeme yaşlı nineler, dedeler de gelmez oldu. Anneler o güzelim çocuklarını emzirmez oldu dallarımın altında" deyip derinden derine iç geçirirmiş...
* * *
Derken köylüler bir bakmış ki, özgürlük ağacı kurumuş, cansız, bir odun parçasından farkı kalmamış... Köylüler toplanıp ağlamış, adaklar adamış, ağıtlar yakmışlar, dualar etmişler ama fayda etmemiş, özgürlük ağacı yeşermemiş bir daha. Bir daha dostluk ve sevgi yemişi yenmemiş o köyde, barış şerbeti içilmemiş. Kısa bir zaman sonra bu mutlu toplulukta isyanlar ve kavgalar başlamış. Bunu fırsat bilen diğer köyün ağaları ise hemen savaş açmışlar. Kendi iç kargaşaları yetmezmiş gibi bir de diğer köylülerle yıllarca savaşıp iyice yılan bu insanlar, değişik kentlere göç etmeye karar vermişler. O günden sonra herkes birbiriyle küs ve kavgalı olmuş, o gün bu gündür ne barış, ne huzur, ne de bereket kalmış o köyde. Mutluluk ve huzur da orda yaşayan insanlar gibi terk edip gitmiş buraları... Ve diğer kıskanç çevre köylerin de o yıl bütün ekinleri, ağaçları kurumuş onların da çoğunluğu göçüp gitmiş uzaklara...
* * *
Hikâyenin "sonu" her ne kadar hüsranla son buluyorsa da. Biz bir fırsat diye, bir umut diye, henüz "tam kurumamış" olan, "Sevgi ağacımızın" yeniden filizlenip, yeşermesi için mücadele edelim... Bugün, kucaklamak, sevgiyi ve umudu hissettirmek için "bariyerler" aşılmaya çalışıyorsa... Uzatılan "sevgi" eli, "sımsıkı" tutulmalı... Bir daha hiç bırakılmamalı... Bugün, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den, "bu mesajı" bekliyoruz. "Sevgi ağacı" bir daha kuruma tehlikesi yaşamayacasına, yeşerip, kök salsın. Evet! Sayın Cumhurbaşkanımız Şehr-i Diyarbakır'a hoş geldiniz. "Hûn bi xêr-ü xeşi hatın! Bizim duygularımız bu... Siz duygularımıza ne diyorsunuz?