UZLAŞI, SAMİMİYET VE DOĞRU!
Eklenme: 6/24/2008 12:00:00 AM

Uzlaşabilmek! Bir başka ifadeyle; "toplumsal" bütünlükte, aynı paydada buluşmak. Fikirler, görüşler ve yaşam. Dil, din, renk ve cinsiyet. Farklı bir yapı, farklı bir anlayış ve kriter. Tıpkı, Dünya'nın bağrında yaşattığı, benzersiz kılan farklı canlıya "hayat" veriyor olması gibi. İşte "uzlaşı" bu bütünlükteki yapıdır. İnsandan, Kuşa, bakteriden, "hareket" eden, hava soluyan, düşünen, düşünemeyen ama canlı olan tüm varlıklara yaşam imkanı veren bir evren. Ama ne var ki, karıştırdığımız bir karakter vardır. O da insan karakteri.

***

Uzlaşı ve İnsan. Birbirine çok yakın. Ama bir o kadar da uzak. Takdir edersiniz ki; "olumsuz" bir fikriyatın ilk ifadesinde kullanırız. Bir atasözü gibi söyleriz. Ve deriz ki; "İnsanın doğasında" vardır diye. Ya da "geninde". Aslında bu vahim denilecek şekilde "yarattığımız" yarattık, kendi iç dünyamızı karartmıştır. İnsan düşünen, konuşan ve gören bir varlık. Öyle ise, yaşadığı doğadan olması gereken dersi "O" kendi doğal yapısından yaşam karakteri çıkarması ne kadar doğrudur? İşte bu doğruluk sözünde duraksıyoruz. Uzlaşı noktasında uzlaşmamızın temel nedeni de; "doğrulukta" herkesin kendi doğrusunu kabullendirme anlayışında diretmesidir.

***

Son günlerde; Türkiye'nin "başını" döndüren, siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmeler. İçyapımız öylesine "kaygan" bir hale geldi ki; bir saat sonrası bile belirsiz. Asker mi? Yargı mı? Hükümet mi? Toplum mu? Herkes bir denklem içerisinde. Ama aranın ve söylenen tek bir söz var; "Uzlaşı" ilk şart. İyi de; kimin "doğrusunda" uzlaşı. İşte uzlaşıyı "kilitleyen" de kimin doğrusunda, karar kılınacağı. Çünkü herkes dayatıyor. "Benim doğrum" en doğru doğrudur diye.

***

Dedim ya, "doğanın" değil, insanın kendi iç dünyasında "yarattığı" insan doğası teriminde, bu anlayış hâkim. Ne yazık ki, "hiç, gayri" bin para ediyor. Kavganın, gürültünün, çekişmenin ve değerleri hiçe sayan "söylemler" akıl almaz bir tabloya dönüştürülüyor. İşte ben, işte o diyerek. Oysa "uzlaşı" tarafların "ortak" paydada buluşma gayretidir. Özveride bulunmak. Farklılıkları da koruyarak. Kimi yerde bir, kimi yerde iki, kimi yerde üç olmalıdır. Ama hepsinden özel olanı; "hakların" buluşabilecek, noktaya gelebilme anlamında; "samimiyet" göstermeleridir.. Bugün acil ve ivedi olarak; "sağlamamız"  ve etrafında toplanmamız gereken "ana karakter" samimiyet yapısının herkes tarafından benimsenip, hayata geçirilmesidir.

***

Bakınız; İnsan Hakları Bildirgesi'nin ilk maddesi şöyle der: "Bütün insanlar hür haysiyet ve haklar bakımında eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler". İkinci maddesine gelince; "Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin iş bu beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir."

***

Demek ki; kim olursa olsun. İster, Asker, İster Hakim, İster Savcı, İster Siyasetçi, ister sıradan bir vatandaş. Önemli değil. Önemli olan, hem birey, hem toplum hem de ülke yapısı için "en doğru" olanda, bütünleşmektir. Uzlaşı içerisinde "çözümü" yakalamaktır. Irkı, fikri, cinsiyeti "bu uzlaşı"nın hayat bulmasında; "kaçış" nedeni olamaz.

***

Tüm bu aleni durum noktasında diyorum ki; Gerçek. Sizce gerçek midir? Ya da hangisi gerçek? Doğru mu, yalan mı "gerçek"! Aslında ikisi de gerçek. Çünkü doğru da bir tanım, yalan da. Aralarındaki tek fark "varlıklarının" ifadesidir. Zıt kutup teşkil etmelerinden dolayıdır; "doğru ile yalan" vasfını almaları. İşte; hayatın ak damarı da bu; gerçeğin "idrakinde" saklıdır. Önemli olan; "ince" nüansın idrakine varılmasıdır.

***

Lakin "doğru" yürür. Yalan ise "koşar"! Taktir edersiniz ki; "yürüme" ile "koşma"nın arasındaki fark; durumu icra edenin "sarf" ettiği efordur. Yani "güç" kaybıdır. Doğru'yla bütünleşip, yürüyen kişinin "yorulması" pek güç olur. Ama Yalan'ın peşinde "koşanın" nefesi tez kesilir. Güç kaybı kısa sürede kendisini gösterir. Bu gerçek noktasında; büyüklerimiz boşuna dememişlerdir; "Yalancının mum mu, yatsıya kadar yanar" diye.

***

Ama ne var ki; "tüketilen" zaman. Hayat koşulları. İnsani değerler; beşeri ilişkiler. İnancın, ibadetin ve örf, adet, gelenek ve görenekler. Siyasi yelpazeye "kurban" edilmiş vaziyette; erozyona uğramış durumda. Bundan dolayı da; "doğru ile yalan" bir ikilemden çıkmış; "bacı-kardeş" misali. Faaliyet göstermekte. Ve giderek te, "toplumsal" bir bağımlılık teşkil etmektedir. Öyle ki; "artık doğu ile yalan" arasındaki fark pek önem arz etmez. Doğru da doğrudur, yalan da doğrudur?

***

Yani "bukalemun"  bir yüz hâkim. Kim gerçek, kim gerçek değil? Bilinmez bir denklem gibi. Sonuçta; yalanla elde edilen, doğruyla geri verilir. Onun içinde; Bugün; Yasama, Yürütme ve Yargı "mekanizması" gerçek kimliklerinde "doğruyu" bulmaları gerekir. Samimiyet çizgisi içerisinde; "uzlaşı" noktasında buluşmaları lazım. Aksi taktirde; "gerçek te" gerçekliğinden sapar.. Doğru da "yalanın" kimliğini alır.. Samimiyet ise "samimiyetsizlikte", tufanı yaratır.. Çünkü; hava giderek "bu alana" doğru bozma gösteriyor.. Yoksa; İstanbul'da, Taksim de "Darbeye" hayır mitingi boşuna yapılmaz.. Hele organize edenlerin içerisinde "düşünce" üretenler var ise..