YETER Kİ BARIŞ DİLİ OLSUN
Eklenme: 2/13/2008 12:00:00 AM

Ruh halimiz bozuk! Sessiz ama kızgın. Derin bir uçurumun eşiğindeyiz.

Nefes alış-verişimiz bile, dağınık.

Korku ve endişe içerisinde; yarından umutsuz bir ruh haliyle!

Sonuç itibariyle, bunalım takılıyoruz. Kendimizle cebelleşiyoruz.

Tıpkı; siyah-beyaz gibi.

Evet veya hayır. Orta yolu tercihe gitmeden. Cepheleşmek, kamplaşmak, ötekileşmek.

Derin bir inatla "atmosferin" havası ha bire "körüklenmekte"!

***

Samimiyet içerisinde atılan sıradan bir adım bile; dehşetli bir teamülsüzlükle karşılık görüyor.

Cepheleşmenin karşısında; atılan adımdan "geri" dönülüyor.

Nedensiz, niçin siz, sorgusuz, sualsiz?

Sadece tahakkümün ağırlığıyla. Ülkenin mi, milletin mi, bireyin mi DNA'sı bozulmuş?

Bir türlü anlam ve teşhis getiremiyorum. Düşünüyorum; hangisinin DNA'sında, "kriz, kaos, fitne ve kargaşa" yaratıcı virüs var diye.

Çelişkiler yumağı içerisindeyiz.

Tabi bu ruh hali ve ikilem içerisinde bulunmak, sadece salt toplumun "ön kulvarında" bulunanlar için geçerli değil. Onlara özgü bir münhasırlık yok.

Yıkıcı ve yakıcı virüs; toplumun tüm katmanlarında söz konusu.

Garip bir hal.

***

Bakınız Diyarbakır'ın talihsiz ve sahipsizliğiyle alakalı bir kaç gündür "toplumsal sorumluluk" başlığı altında yazılarla; Diyarbakır gerçeğine dikkat çekmek istiyorum.

Yaşanan, yaşatılan ve olabilecekler noktasında "ders-i ibret" diye, geçmişin hatalarını tekrar etmemek için.

"Balık aklıyla", duruma çözümler üretmemek için.

Belli katmanlardan "olumlu" sesler ve destekler alıyorsam da, sorumlu ve müsebbipler cephesindeki, "ötekileştirme" düşüncesi, kafasını kuma gömmüş deve kuşu misali, ketum.

Aslında "tüm bunalımlarımızın" ana kaynağı 'toplumsal sorumluluk' ve 'toplumsal uzlaşma' ahlakını yaşatmamamızdır.

Çözümü adresi de yine kendi içinde onları yaşatmamızdır. Barışçıl, uzlaşmacı, sağduyu ve hoşgörüye dayalı "bizler" olabilme dilini kullanmamızdır.

Ama nafile.

Tahammül ve tolerans kültürünü "mahzene" atmış, vesayetle, çukur anlayışlarla, debbeleşiyoruz.

***

Ülkenin ruh hali bozuk.

Hiç bir vakadan, hiç bir afetten, hiç bir yıkımdan, kandan, gözyaşından, şiddetten, terörden, hizipleşme anlayışından ders almadığımız gibi; çelişkiler yumağı içerisinde ha babam "ateşi" körüklüyoruz.

Yarını düşünmeden.

Türk sorunu mu?

Kürt sorunu mu?

Etkin kimlik mi?

Eşit hakların talebi mi?

İşsizlik mi, yoksulluk mu?

İnanç mı, özgürlükler mi?

Bireysel mi, toplumsal mı?

İç mi, dış mı?

Laiklik mi, laiksizlik mi?

Nedenleri, niçinleri ve müsebbipleri kim?

Bilinmez bir denklem misali?

Bir muamma hava.

***

Düşüncel bir kısırlık içerisindeyiz.

Çünkü biz daha, "baş sorunumuzun" hangisi olduğunu bilmiyoruz.

Bilsek bile, ikilem içerisinde, çözüm de, fikir fakiri oluyoruz.

Mesela; Kürt sorunundan bahsedilince, hemen iki zıt kutup "üzerine", durum inşa edilmeye başlanıyor.

Alternatifsiz.

Destekleyen ya da karşısında duran. Kısacası her iki taraf için; "ötekileşme".

Garip olan da; orta yolu bulmak isteyen, ya da uzlaşma arayışına giren, sorunun taraftarlarını "çözüm masasına" taşımak isteyen, ciddi bir kesintiye uğruyor.

Davanın tarafları tarafından bir anda "uzlaşmacı" kimliğine "hainlik" damgası vuruluyor.

Durum böyle olunca da; ileriye dönük adım "sinmek" zorunda kalıyor.

***

Kürt sorunun varlığı ve çözümü noktasındaki "ötekileştirme" sendromu, bugün Türban'da da yaşanmakta.

Duruma karşı, siyah-beyaz hakimiyeti söz konusu. Düşünün İslam ülkesi olmakla bilinen ve övünmesi gereken Türkiye, "İslami İnancı" benimseme, ya da benimsememe "hizipleşmesiyle" karşı karşıya... Derin bir tahribat yaşıyor.

Kırgın ve dargın bir ruh haliyle. Peki, tüm bu "çelişkiler" yumağının tohumunu atan kim?

İşte burda devasa bir kelime karşımıza çıkıyor.

"TEAMÜLSÜZLÜK?"!

***

Neden derseniz?

Çünkü "siyasilerimizin" birbirlerine olan teamülsüzlüğü, duruma bencillik kazandırıyor.

Belki birileri, ülkede olup bitenin "tek müsebibi" siyasiler mi? Bizim hiç mi kabahatimiz yok? Diyebilir.

Haklı da.

Ama bilinmesi gereken, topluma yön ve istikamet çizdiren "Siyasal" anlayıştır.

Son dönemlerdeki "argümanlara" baktığımızda; durum bir haklı "kirli kimlik" kazanmıştır.

Üreme ve kazanım alanı "hizipleşme", kavga ve provokasyon" dur.

Ağızlarından dökülen her sözcük, "toplumsal ayrışımı" körüklemektedir..

Bu da, doğal olarak topluma sirayet etmekte..

***

Dikkat edin!

Güneydoğu'da 30 yıldır, herkesin kendisine göre "isimlendirme" yaptığı derin bir vaka yaşanmaktadır. Gerek bölgesel ve gerekse ülke yapısında siyaset "iki zıt" kutup noktasında, vaka üzerinde taraf kazanma politikası uygulamıştır. Durum böyle olunca da, çelişkiler yumağı beyinlerde "bunalım" fırtınası estirmekte.

Öyle ki; sorun mecrasından çıkartıldı.

Sonuç itibariyle; ülkenin selameti, sorunların uzlaşıyla çözümü, toleranslı anlayış, benimsenen fikirler "barış" diliyle kullanılırsa, o zaman bizim "ruhsal dengemiz" yerine oturur.

Yoksa siyah-beyaz kavgasını daha çok yapacağız.

Sorunların denizinde boğulmaya ve bedel ödemeye devam edeceğiz.

Onun için, birey, aile ve toplum önce "sorumluluk" görevinin bilincine varmalı ve onu hayatın nizamında kullanmalıdır.

En önemli eksikliğinde, "toplumsal sorumluluğun" getirdiği, teamül ve barış dili olduğunu bilmemiz gerekir.

Eğer bizler, birey, aile ve toplum düzeyinde "barış" diliyle, yaşamı benimsersek, "nice yılanları" deliğinden çıkarıp, dost bir atmosferle hayat buluruz.

Yeter ki, barışın dili "kesmeyelim"!