İhsan Oktay Anarın puslu kıtalar atlası isimli kurgu romanına fener tutuyoruz.
Dili ise eski Türkçe ağırlıklı. Bu size ağır gelebilir, Sonradan bu dile alışıyorsunuz ve ağır eski Türkçe sözler hafifliyor.
Böyle bir anlatım benimsemesi ise, olayların geçtiği zamanın ruhunu da yansıtmak istemesindendir.
Kurgu M.S 1681de İstanbulda geçmektedir. Ama onun deyişiyle Konstantiniye deyiz. Yazar bunu bile size pat diye söylemiyor.
Cümle oyunlarıyla kitabın başında, cümle bitip siz anlamak için yeninden aynı cümleyi okuduğunuzda bu sonuca varıyorsunuz. Cümleleri oldukça uzun; ama hayır, sıkmıyor.
Aksine, cümle ilerledikçe detaylarda boğulmak yerine her bir kelimeyle daha çok okuma isteğiyle doluyorsunuz. Kitabın içinde incelemeye çıkıyorsunuz bir nevi.
Galata meyhanelerinde içip, sokaklarda naralar atıyor; saray avlularına şöyle bir uğruyor, Ermeni ve Rum semtlerinde esnafla alışveriş yapılıyor. Can İstanbulun her noktasına nüfuz ediliyor kısaca.
Uzun İhsan Efendi ise düşünde muhteşem bir korsanı görüyordu ... Bu muhteşem korsan, dayısı Arap İhsandı.
Arap İhsanın yanıldığını aşama aşama görmeye başlarız. Gerçekten de uyku halinde olan biri vardır. Hatta bu kişi okurlar çoğu zaman anlamazsa bile yazarı temsil eden Uzun İhsanın ta kendisidir.
Ancak o, yaşadığımız dünyayla roman dünya arasında bir yerde uyur haldedir. Onun düşleri Arap İhsanın yaşadığı (ve Uzun İhsanın kendisinin de aynı anda içinde bulunduğu) dünyanın uyanıklık halidir. Uykuya dalarak bir mapamundi yapma sevdası boş değildir.
Düş ile gerçek arasındaki sınır belirsizleşmiştir. Bu, okurla oynanan, üstkurmaca yazarlarının başvurduğu bulmacamsı tekniklerindendir.
Her şeyi duyan, gören, bilen yazar gitmiş, kendi varlığı konusunda şüpheye düşmüş bir yazar gelmiştir yerine. Böylece yazar, kahraman ve okur arasındaki hiyerarşik ilişkinin yerleşmiş sınırlarıyla oynanmış olur.
Tüm romanı kapsayan bu kurmaca oyunları, ontolojik sorunsalları gerçek yaşam düzlemine de taşıyacak özellikler gösterebilirler.
Bu satırda ne diyor, aslında ne anlatmak istiyor acaba bunu mu kastediyor sorularıyla boğulanlar kitabı bırakıyor.
Okurun farkında olmadığı ikinci bir şeyse belki de kendi hayatının Alibazın hayatıyla bir benzerlik taşıdığıdır:
İkisinin de ayıklığı belki düş kadar gerçektir. Yazarın normal okumayı kesen bu araya girişlerinden sonra gerçeklik yanılsamasına dönüş yapılır.
İşin ilginç tarafı, okurun alışık olduğu, kanıksadığı okuma biçimine dönüldükten hemen sonra kanmaya inandırıcılığa kolayca devam edebilmesidir.
Rivayet ve masal havası, inandırıcılığını okurun gönüllü ve sorgusuz ortaklığıyla yeniden hissettirir. Kendi yaşamlarının gerçekliğini de bu şekilde oluşturan okurun otomatikleşmiş davranışıdır bu.
Geleneksel edebiyat teorilerinin 19. Yüzyıla kadar etkisini devam ettiren bakış açısına göre metnin arka planında bir hakikati tanrı insan ilişkisinde olduğu gibi tek yönlü olarak aktaran bir yapı bulunur.
Metinlerin farklı parçaların alışveriş yeri olduğu, metnin ve anlamın büyük ölçüde daha önceki metinlerden geldiği düşüncesi, metnin yazarın bir işi olmadığını ve birikerek ilerleyen yazınsal bir süreç olduğu fikrini açığa çıkarır.
Kitap da Uzun İhsan Efendi, romanın silik kahramanı Bünyamini yönlendirdiği kısımdan bir alıntı;
Kör ve sağır olmama rağmen seni hem görüyor hem de duyuyorum oğlum dedi aslında seni görüp duymaktan da öte, hem seni, hem de içinde yaşadığın dünyayı düşünüyorum
Sizler, hepiniz, içinde yaşadığınız dünya, Konstantiniye, her şey sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız. her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyada yaşamak zevkli bir şey
diyordu, sen! oğlum! Sen benim zihnimde bir düş, bir düşüncesin. Bana şu anda dokunuyorsun Ama ben sana dokunamıyorum. çünkü düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?
İhsan Oktay Anarın Puslu Kıtalar Atlasında; Uzun İhsan Efendi karakterinin düşlerinde yarattığı düş atlasını oğlu Bünyamine emanet etmesiyle başlayan maceralar eşsiz bir kurguyla anlatılır.
Bu belirsiz bir zamandaki rüyaların meknını anlatan heyecan verici ve akıcı romana edinip okumanızı tavsiye ederim.