Bediüzzaman, Ankarada bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Darülfünununun tesisi için uğraşmaktan katiyen geri durmadı.
Birgün mebuslar heyetine der:
Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilve ediniz.
O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, Bunu mebuslar imza etmelidirler der. Bazı mebuslar diyorlar ki:
Yalnız, sen medrese usulüyle, sırf İslmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lzım.
Bediüzzaman:
O vilyt-ı şarkiye, lem-i İslmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında ulm-u diniye de lzım ve elzemdir. çünkü, ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garpta gelmesi gösteriyor ki, şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakik kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatt bu hususta size bir hakikatli misal vereyim:
Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: Salih bir Türk, elbette fsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır. Sonra, aynı talebe, talihsizliğinden, sırf madd fünun-u cedide okumuş. Sonra ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki:
Ben şimdi, rfiz bir kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de,
Eyvah! dedim, Ne kadar bozulmuşsun! Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyete çevirdim.
İşte, ey mebuslar, o talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzumu var! İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demekfarz-ı muhal olaraksiz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de, herhalde şark vilyetlerinde din tedrisatına azam ehemmiyet vermeniz lzım.
Bu hakikatli maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, yüz altmış üç mebus o kararı imza ederler.
* * *
Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği lem-i İslmda büyük bir intibah ve inkişaf emeliyle Ankaraya gelmişti. Daha Meşrutiyetin ilnından evvel, İstanbula gelmeden, Şark Anadoluda yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübahaseleri ve İstanbulda birden bire meydana çıkarak ulemayı hayrete sevk etmesi ve ehl-i siyaseti telşa düşürmesi, ruhunda büyük bir İslm inkılbın müessisi halinin mevcut olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi, daha eskiden ruhunda bu vazifenin mesuliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti.
Hürriyetin ilnını müteakip, gazetelerde meşrutiyeti şeriata hdim yapmakla, Anadolu ve lem-i İslm kıtasında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. El-Hutbetüş-Şmiye, Sünuhat ve Lemeat gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, Şu istikbal zulümatı ve inkılpları içerisinde en gür ve en muhteşem sad, Kurnın sadsı olacaktır! diye beyanatı vardı.
Abbsleri müteakiben lem-i İslm içinde İslm idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umum meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş, İslmın ebed düşmanları merkez-i hükmeti istil ederek, Müslümanlığın mahvolduğu kanaatine varmışlardı. İşte, Bediüzzaman, İlh kudretin tecellsiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankaraya gelmişti. Avn-i İlh ve mucize-i Peygamber ile düşman taarruzlarını def eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni hükmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kurna istinad eden ve lem-i İslmın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslmiyetin hakikatinde mevcut kuvve-i ulviye ile madd ve mnev medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere Mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.
lem-i İslmı alkadar eden ve bin üç yüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Birgün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle şeair-i İslmiyeyi tahrip etmenin bu millet ve vatan ve lem-i İslm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılp yapmak icap ediyorsa, doğrudan doğruya İslmiyete müteveccihen Kurnın kuds kanun-u esas noktasından yapmak lzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Mektubat Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım s: 587.)
Mesel, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylz çocuklar ve serseri ahlksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecneblerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sad ile, şirin bir tarzda, Kurndan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mnev bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecneblerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süfl ve edepsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylz çocukları güldürecek, o serseri ahlksızları fuhşiyta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecneblerin istihzkrne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sfilne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.
Devam edecek