TARİHçE-İ HAYAT
Bir zaman, esaretten geldikten sonra, İstanbulda bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp fka dağıtmışken, birgün İstanbulun Eyüp Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki fka baktım. Birden, bakıyorum, benim husus dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir hlet-i hayaliye bana geldi. Dedim Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki, bana böyle hayal veriyor? diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki:
Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hkim-i Kadrin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin.
Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbulda da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbuldan çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.
İşte bu hlette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü. çünkü ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum. İstanbulda binler sevdiğim dostlarımdan mufarakat gibi, çok sevdiğim İstanbuldan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve müptel olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride katiyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.
Birden, Kurn-ı Hakmin nuruyla ve Gavs-ı zam Şeyh Geyln (k.s.) Hazretlerinin irşadıyla, o hazn hlet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılp etti. Şöyle ki:
O hazn hale karşı Kurndan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i şarkde, Kosturmadaki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbula gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi, Sen İstanbula mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın? Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbula ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbuldadırlar. Burada bir iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbula gitmek hazn bir firak, elm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtınalı kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbula geldin.
Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir, o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervh-ı bkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı lem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.
Evet, bu hakikati Kurn ve iman o derece kat bir surette ispat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dallet kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir. çünkü bu dünyayı hadsiz env-ı lütuf ve ihsanatıyla böyle tezyin edip mükrimne ve şefkane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz şeyleri dahi muhafaza eden bir Sni-i Kerm ve Rahm, masnuatı içinde en mükemmel ve en cmi, en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bilbedahe, sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz, kıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sümbül vermek için, Hlık-ı Rahm o sevdiği masnuunu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar.
İşte bu ihtar-ı Kurnyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbuldan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyerde, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı zam (r.a.) Fütuhul-Gaybıyla bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbn de (r.a.) Mektubatıyla bir ens, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvkından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum, Allaha şükrettim.
ON BİRİNCİ RİCA
Esaretten geldikten sonra, İstanbulda çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman (r.aleyh) ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesdne bir hayat sayılabilirdi. çünkü esaretten kurtulmuştum; Drül-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en li bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbulun en güzel yeri olan çamlıcada oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zek, fedakr, hem talebe, hem hizmetkr, hem ktip, hem evld-ı mneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mesut bilirken, yineye baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm.
Devam edecek