Eskişehir hayatı Devamıdır-16
Eklenme: 8/30/2024 12:00:00 AM

İkinci hikye: Şu senede işittim ki, bir hadise olmuş. O hadisenin vukuundan sonra, yalnız icmlen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile cidd alkadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hatt dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilttan hem ben kendimi men ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men ediyordu. Yalnız bir iki ahbap ile haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i hirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim. Hatt, dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o camide dört senedirAllah kabul etsinimamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

İşte, başıma gelen bu iki hadiseye karşı, aynen iki sene evvel o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşaallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki:

Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, hell ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffretüzzünub olur. Dünya misafirhanesinin safsını çok gördüm. Azıcık cefsını görsem, yine şükrederim.

Eğer imana ve Kurna hizmetkrlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azz-i Cebbra havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlsı kıracak bir şöhret-i kzibeyi kırmak için teveccüh-ü mmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! çünkü teveccüh-ü mmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hatt kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.

Eğer beni çürütmek ve efkr-ı mmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kurniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kurn yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya bana der: Ne ile yaşıyorsun? çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sayi ile geçinenleri istemiyoruz.

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekt dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Drül-Hikmetil-İslmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. Öyle ise nasıl idare edersin? denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlh ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kurn hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlh olan berekete mazhar oluyorum.

Rabbinin nimetini yd et sırrıyla, Cenb-ı Hakkın bana ettiği ihsntı yad edip, bir şükr-ü mnev nevinde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mnev olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. çünkü müftehirne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazanda, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnum. Mütebkisi, bütün Ramazanda benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah çavuşun ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kfi gelmiştir. Hatt o pirinç, on beş gün Ramazandan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kfi geldi. Hatt, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. çarşamba günüydü, dedim ona: Git, ekmek getir. İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum dedi. Ben de dedim Bir sene devam etti kal.

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim: Kardeşim, bir parça çay yap.

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: Süleyman, müjde! Cenb-ı Hak bize rızık verdi.

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvnt-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Devam edecek