Dünyada ciddi bir halk sağlığı sorunu olan tüberküloz (TB) her yıl milyonlarca kişinin sağlığını tehdit ediyor. İkinci önemli bulaşıcı hastalık kategorisinde yer alan ve halk arasında verem olarak adlandırılan tüberküloz hastalığı ile mücadelede bugüne kadar kat edilen olumlu gelişmeler COVID-19 pandemisi ile birlikte sekteye uğradı. Dr. Pınar Sağıroğlu, tüberkülozun tanı süreçlerindeki teknolojik yeniliklerden ve hastalığın tedavisinde karşılaşılan en önemli sorunlardan bahsetti.
“HASTALIK İLE MÜCADELE SEKTEYE UĞRADI”
“Her yıl dünyada 10 milyon insanın yakalandığı ve yaklaşık 1,5 milyon insanın hayatını kaybettiği tüberküloz ve tedavisi konusunda pandemi öncesi dönemde ‘END TB’ stratejisi çerçevesinde gerek ülkemizde gerek dünyada ciddi yol kat edilmiş durumdaydı” diyen Öğr. Üyesi Dr. Pınar Sağıroğlu, “Tüberküloz ile mücadelede ülkemizin de içinde bulunduğu Avrupa Bölgesi tüberkülozu bitirme stratejisinde belirlenen sürelere en uyumlu kıta konumundaydı. Benzer şekilde Türkiye Halk Sağlığı Kurumu verem savaş verileri incelendiğinde ülkemizde de son 10 yılda ciddi yol alındığını söylemek mümkün. Ancak pandemi ile birlikte insanların sağlığa erişiminde ciddi şekilde yaşanan kısıtlamalar hastalık ile mücadeleyi sekteye uğrattı” dedi.
“EN ÖNEMLİ BASAMAK ZAMANINDA VE DOĞRU TANI”
Tüberküloz tanısında kullanılan iki ana yöntem olduğunu söyleyen Öğr. Üyesi Dr. Pınar Sağıroğlu, “Birincisi mikrobiyolojik tanı ikincisi ise radyodiagnostik ile desteklenmiş klinik tanı. Mikrobiyolojik tanıda mikroskobik inceleme, kültür yöntemleri ve hızlı moleküler yöntemler kullanılıyor. Klinik ve radyolojik tüberküloz şüphesi olan hastaların mikrobiyolojik olarak doğrulanması tanıda altın standart olarak kabul ediliyor. Tüberküloz ile mücadelede kuşkusuz en önemli basamak zamanında ve doğru tanı. Ancak gerek bakterinin doğası gerekse tanıda kullanılan yöntemlerdeki kısıtlamalar tanıyı zorlaştırıyor. Her yıl 10 milyon insanın tüberküloz ile enfekte olduğu var sayılıyor. Ancak bu kişilerin tamamı maalesef tanı alma şansına sahip değil. Bu tanı alamayan ve dolayısı ile tedavi edilemeyen hastalar tüberküloz ile mücadele konusunda ciddi sorun oluşturuyor” diye konuştu.
Tüberküloz tanısında geliştirilen yeni teknolojiler hakkında açıklamalar yapan Öğr. Üyesi Dr. Pınar Sağıroğlu, “Günümüzde moleküler tabanlı PCR yöntemleri Dünya Sağlık Örgütü önerilerine göre pulmoner tüberküloz olgularında birinci test haline geldi. Mikrobakteri DNA’sını tespit eden bu yöntemler ile diğer üreme bağımlı yöntemlerdeki zaman kaybını ortadan kaldırmak mümkün. Duyarlılığı ve özgüllüğü yüksek olan bu moleküler hızlı testler sayesinde tüberküloz tanısını doğru ve hızlı bir şekilde koyabiliyoruz” dedi.
“TÜBERKÜLOZ TANI VE TEDAVİSİNDE BİR BAŞKA SORUN ANTİBİYOTİK DİRENCİ”
Tüberküloz tanı ve tedavisinde bir başka sorunun antibiyotik direnci olduğunu söyleyen Öğr. Üyesi Dr. Pınar Sağıroğlu, “Dünya genelinde yeni tüberküloz olgularının yüzde 3,5’inde ve önceden tüberküloz tedavisi almış hastaların yüzde 18’inde ilaca dirençli tüberküloz görülmektedir. Bu vakaların birçoğu maalesef tespit edilememekte ya da yeterli ve doğru tedaviyi alamamaktadır. Örneğin 2020 küresel tüberküloz raporunda 177.000 MDR tüberküloz vakasının tedavi aldığı bunun 2021 yılında pandemi yüzünden yüzde 15 azalarak 150 bin vakaya düştüğü belirlenmiştir. Yine aynı raporda ancak bu vakaların yüzde 59’nun başarıyla tedavi edilebildiği vurgulanmaktadır. Sonuç olarak tespit edilemeyen dirençli vaka toplum içinde dirençli tüberküloz izolatlarının sayısında artışa neden olup, tedavi başarısızlığının yanında ölüm oranlarında artışa ve maliyetlerin artışına da neden olacaktır” diye konuştu.
“EN BÜYÜK ENGEL İSE TANIDA KULLANILAN YÖNTEMLERİN YETERSİZLİĞİ”
Tüberküloz vakalarının neredeyse yüzde 90’nın Hindistan, Çin, Endonezya, Filipinler, Pakistan, Nijerya, Bangladeş ve Güney Afrika gibi alt yapı ve gelir dağılımı eşitsizliği olan ülkelerde görüldüğünü söyleyen Öğr. Üyesi Dr. Pınar Sağıroğlu, sözlerine şunları ekledi:
“Bu ülkelerde Tüberküloz tanısı konulmasında en büyük engel ise tanıda kullanılan yöntemlerin yetersizliğidir. Geleneksel olarak antibiyotik duyarlılık testleri (ADT) kültürde mikobakterilerin izolasyonu sonrasında ancak üst düzey donanım, personel ve altyapıya sahip laboratuvarlarda yapılabilmektedir. Ülkemizde dahi sınırlı merkezde yapılabilen bu ADT testlerini yapabilmek gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerde çok daha güç olması sebebiyle maalesef yapılamıyor. Bu da direnç gelişimini tanımlamakta zorlukları beraberinde getiriyor. Dünya Sağlık Örgütü bu sebeple son yıllarda moleküler tabanlı hızlı tanı testlerinin kullanımını önermektedir. Moleküler tabanlı hızlı tanı testlerinin kullanılması dirençle savaşta elimizdeki en önemli silah diyebiliriz.”
Kaynak: Diyarbakır Söz