Emirdağ Lahikası
Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu ta’cil edip tasdik etmişler.”
Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem ta’cil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilesi elzemdir. Çünkü bu tasdik ile Rusya’daki kırk milyona yakın müslümanı, hem dörtyüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un Amerika ve İngiliz’e karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adâvetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adâvetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-ı Kur’âniye ve îmaniyedir. Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel acib kuvvete karşı hakaik-i Kur’âniye ve îmaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur’âni yapılması lâzım ve elzemdir.
Çünkü dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-ı îmniye ve Kur’âniyedir. Yoksa Rusların tahribat nev’inden mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin alını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-ı Kur’âniye ve îmaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasiyle yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilez.
Onun için dindar milletvekilleri bu ta’cilli lâzım gelen hakikatı tehir etmelerinden çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.
İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hâsıl olan bir intibâh-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir müsalâha veya tâbi olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılınç çekemez.
Said Nursî
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Ve muvaffakıyetinizi ve Nurların fevkalâde te’sirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz. Ve Nurcuları tebrik ediyoruz.
Saniyen: Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul’daki Üniversiteciler Eski Said ile Yeni Said’in Tarihçe-i Hayatındaki hârikaları yazmaları münasebetiyle iki fikir meydana gelmiş.
BİRİSİ: Dostlarda benim haddimden pek ziyade, fevkalâde bir nevi velâyet gibi bir hüsn-ü zan hâsı olmuş. Ve muârızlarda ve ehl-i felsefede de pek hârika bir deha zannı ve hattâ bâzılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle haddimden bin derece ziyade bir tevehhüm hâsıl olmuş. Ve bu mânaya dair çok yerlerde “Bunun hakikatı nedir?” diye maddî ve mânevî izahı benden istenilmişti. Ben de bu geceki şiddetli ihtar için çok mukaddematlı bir hakikatı beyan etmeğe mecbur oldum.
Birinci Mukaddeme: Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde’ oluyor. Kudret-i İlâhî o acib ağacı o çekirdekten halkediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek Kader kalemiyle yazılan mânevî bir fihriste olmuş. Yoksa bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki o acib ağaç, dal ve budaklariyle teşkil edilsin. İşte azamet ve kudret-i İlâhînin bir delili de budur ki, bir zerreden dağ gibi şeyleri halkeder.
İşte aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilân ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i îmaniyeye mebde’ olmak için Kur’ân’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle te’min ediyorum ki bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat’iyyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir deha, veyahut fevkalâde bir velâyet, belki kendi kendimi idâre edecek ve hayat-ı içtimaiye ile münasebetdar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zâhiren hodfuruşluk gibi bâzı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım hâricinde halkların hüsn-ü zannını tekzib etmemek için bir nevi hodfuruşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi, hakikatte böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilâf-ı hakikat telakki ediyordum. Fakat Cenâb-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun ki yetmiş-seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhi ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyan ediyorum:
Birinci Nümune: Medrese usulünce hiç olmazsa onbeş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki hakaik-ı dîniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said’de; değil hârika bir zekâ veya bir mânevi kuvvet, belki bütün istîdad ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir-iki sene Sarf ve Nahiv mebadisini gördükten sonra, üç ayda acib bir tarzda kırk-elli kitabı güya okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü.
Devam Edecek