KOZMOPOLİTLİK, MÜNAFIKLIKTIR!
Bilindiği gibi;
Türkiye, özellikle içinde bulunduğumuz bu coğrafya gerçekten çok önemli özellikleri taşımaktadır.
Hele hele siyaset alanında güçlü kimse, "ne pahasına mal olursa olsun", hep güçlüden yana siyaset yapma kurnazlığıyla işini yürütebilen, gerçek kimliğini gizleyen münafık tinetli kişiler, geçici de olsa bir şeyler becermeye çalışıyorlar.
Bunların bir de; iktidar partisinin yanında yer almaları, onlar için en başarılı bir hayat anıdır.
Pek tabi ki;
Bu tür oyunları oynayan aktörler, figüranlarıyla birlikte hiçbir zaman gerçek kimlikleriyle ortaya çıkmazlar.
***
Zira biliyorlar ki;
Ortaya çıktıklarında bütün foyaları meydana çıkar, piyasa olsun ve kamuoyu önünde olsun, başlarını kaldırıp kimseye bakamayacak duruma gelirler.
Bize göre siyasette olsun, bürokraside olsun, kamuda olsun, STK’larda olsun, medyada olsun, piyasa alanında olsun, her nerede olursa olsun.
Kirli oyunlar peşine düşenler, daima kimliklerini önce gizlerler, başka kimliklerle ön plana kendilerini çekerler.
Aldatabildikleri kadar mesafe alırlar.
Gerisi nereden inceldiyse orda kopsun misali.
Bu saydıklarım, genellikle siyasi partilerin bünyesinde gerçekleşebilir.
Özellikle de partilerin zirvedeki kilit noktalarına konanlar.
***
Mesela başbakanların etrafında yer almak.
Kendini yakın göstermek, kirve olma gibi makyajlı görüntü verdirerek, deyim yerindeyse “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” misali.
Oysaki gerçek kimliklerine bakıldığında mazileri kapkaranlık.
En önemlisi;
Çok kurnaz, tilki gibidirler.
Fikir ideoloji, sol, Marksist mezhepçilik gibi teoriler içerisinde olduğunu hiç kimseye hissettirmeyecek kadar şeytani zekâya sahipler.
Zaten,
Bunların yüzünden değil midir ki devlet ve millet iç içe çalıştıkları halde bir türlü iki yakayı bir araya getiremiyor.
Güçsüz, fonksiyonunu yitirmiş bir hal içerisinde sirkle ediyor.
Gâh bu yana gâh o yana.
Onun için devlet hep bugüne kadar terörle mücadeleyi başaramamıştır.
***
Aynı zamanda;
Demokratik hukuk sistemi içerisinde bir türlü kendini her hangi bir yörüngeye oturtturamamıştır.
Hep kaygan zemin üzerinde yürüyen siyasettin "hegemonyası" altında kalmıştır.
Bir türlü, politikanın ve kamunun imkânlarıyla birlikte münafıklık gömleğini giyen edepsiz tinetli insanlardan kendini kurtaramamıştır.
Hele hele son zamanlarda iktidarda bulunan, muhafazakâr geçinen AK Parti.
10 yıldan beri milletin kalbinde yer almış.
Muhafazakârlıkla kendini tanıtmış.
Ama ne var ki;
Bin yıllık tarihini, kültürünü, örf ve adetlerini, CHP rejiminin mezalimi karşısında bir yerlere getirmiş ise de; bakıyorsun ki kendine gönül bağıyla bağlı olan, gerçek muhafazakâr, inançlı milleti yavaş yavaş tasfiye ediyor.
Tıpkı Demokrat Partinin 1950’den 1955’lere kadar olan siyasi tavrı gibi.
Halkla birleşen bir güç olarak hiçbir şey umursamıyordu ve hiçbir çatlak ses içinden çıkmıyordu.
Menderes gibi bir Başbakan nereye gider gelirse, pervasızca alnı açık, başı dik olarak yürüyordu.
Ama ikinci iktidar döneminde;
Ne idügü belli olmayan, münafık tinetli, kozmopolit ruhlu, vurguncu gruplar partinin etrafını sardılar ve partiyi bilinmeyen nedenlerle 1960’lı yılların darbe cuntalarına peşkeş ettirdiler.
Menderes, Allah rahmet etsin, ebediyete gitti.
Ama Celal Bayar tam otuz yıl boyunca yine yaşadı, ona bir şey olmadı.
İşte bu da kozmopolitlik sayesinde gerçek kimliğini göstermedi.
1960’lı yıllarda ki geçirilen badireli oyunlar yüzünden kocaman bir başbakan darağacına kadar gitti hem de iki seçkin bakanıyla beraber.
Kime ne?
Hani demişler ya “acıyı çeken millet oldu?” misali.
* * *
Bir de gelelim ANAP ve Özal dönemine.
Rahmetli Özal da çok başarılı bir devlet adamıydı.
Çağdaş düşünceleri beynine yerleştirmişti; ama gerçekten inançlıydı ve Müslüman’dı.
Ne çare ki, bir türlü eşi ve kızıyla baş edemedi.
Netice itibariyle ömrü uzun sürmedi.
Mekir denilen gizli derinin komplo teorilerine kurban gitti.
Kimse yerini de tutmadı.
Kocaman parti sosyalist, Marksist, inançsız…
Deyim yerindeyse şarap şişeleri devirip, kumar masalarının üzerinde sabahlayan Başbakanlara, Mesut Yılmaz ve ekibine kaldı.
Ve “ke’en lem yekûn” şimdi gitti.
Burda anlatmak istediğim olay şöyle;
Siyaset, “ne yaptıysam odur” “her şey benim dediğimdir” denildiği zaman o siyasetin sonu iflastır.
Allame-i Cihan olsa, ağzınla kuş tutsan, işi sonuna kadar götüremezsin.
Çünkü yanlış düşünce, yanlış inanç, insanları yanlış badirelere götürür.
Dinimizin ve temel inancımızın ana unsurlarından birisi de şura sistemidir.
Yani danışma merkezidir ve akıllı, işi bilen işin erbaplarıyla Başbakanlar, mutlaka fikir alma cihetine gitmesi lazım, ondan sonra kararlarını vermelidir.
Başbakanlar siyasetlerini hep böyle yürütmüşler.
Ama bunu da belirtmeden geçmek istemiyoruz;
Devlet yönetimini eline alan siyaset ve siyaset erbabının başlıca sağlam bir zeminde yürüyebilmeleri için ilk etapta dürüst, akıllı, bilen kişilerle oturup kalkması lazım.
Sağdan, soldan birilerini ayıklayıp toplatıp, kendi partisinin kilit noktalarına getirip bir yerleri onlara tevdi etme çok büyük bir yanlışlıktır ve partiyle bilerek veya bilmeyerek oyun oynamaktır.
* * *
Bakınız, sevgili okurlar.
Bugün, AK Parti her gün biraz daha kaygan zemin üzerine doğru yürümekte.
Sayın Başbakan ne yaparsa yapsın, söyledikleri ve yaptıkları birbirine uyduğu halde, etrafında ve partinin bünyesinde, partinin önemli bazı kilit noktalarında kozmopolit, münafık anlayışlar, tıpkı Menderes dönemi gibi, tıpkı Özal dönemleri gibi aynı anlayış AK Partinin de bünyesine sızdırılmış, az da olsa yerleşmiş.
Ama gün gittikçe gelişmektedir.
Bu da Başbakana ve onun etrafındaki ona inanan tüm milletimize yazık oluyor.
***
Fazla uzatmadan konumuzun ana stratejisine gelelim.
Dicle Üniversitesi’nde neler oluyor?
Kamuoyu bu soruyu hep bize iletiyor ise de, gerçekten çok büyük merak saikasıyla bunu yapıyor.
Bu üniversitenin kuruluşundan beri, bir-iki dönem hariç maalesef Rektör Mehmet Özaydın’dan tut, Rektör Fikri Canoruç’un iki dönemine kadar çok karanlık tablolar yaşana gelmiştir.
Deyim yerindeyse üniversitenin harcama kapılarını yatırım adı altında birilerine, özellikle ideolojik, siyasal kesimlerden yana peşkeş ettirilmiş durumdaydı.
Dört yıldan beri Rektör Ayşegül Jale Saraç hanımefendinin yönetiminde biraz rahat nefes almış bu üniversite.
En azından kesinlikle peşkeş yok.
Peşkeşçileri bilakis huzursuz etmiştir.
Bu nedenle bugün eski dönemlerden, yani Mehmet Özaydın ile Fikri Canoruç’un döneminden kalan kalıntılar adeta yeniden dirilişe geçmişler.
Çok kirli oyunlar peşinde koşuyorlar.
Dicle Üniversitesi gibi önemli bir ilim ve irfan yuvasını yeniden solun, Marksizm’in, inançsızlığın, rantiyeci çetelerin hegemonyasına sokulmak isteniyor.
Gafletin ve bu yanlışın başını çeken de Profesör Fazıl Hüsnü Erdem gibi bir insanın etrafında toplanmış ve sembolik olarak onu öne süren sol anlayışılar ve çıkar grupları.
Bundan daha önemlisi, sağcı muhafazakâr, sözüm ona namaz-niyazında olan bazı rektör adaylarına ne oldu?
Durduk yerde; olumsuzluklara ve bölünmelere sürüklendiler.
Onları bu duruma götüren unsur nedir acaba?
Onu merak ediyoruz.
Jale hanımın oylarını bölmek için elinden geleni esirgemeyen bir anlayış, ne hazindir ki inançlı cemaat adamları olarak kendini bir yerlere satmaya çalışıyorlar.
Öyle inanıyoruz ki, herkesin karnı bu tür madrabazlıklara karşı toktur, kimse aldanmaz.
***
Duyduklarımıza göre iki dönem üst üste rektörlük adaylığına soyunan Fazıl Hüsnü Erdem, çok büyük bir iştiyakla o koltuğa oturmak için merak ediyor, heyecanlıdır.
Gâh Müslümanlık kisvesine bürünüyor, gâh muhafazakâr oluyor, gâh Palu Zazalarından oluyor, gâh Sünni oluyor, gâh alevi.
Bugüne kadar gerçek kimliğini bir türlü belli etmeyen bu zatı muhterem (!) her nedense rektörlük gibi önemli bir yatırım merkezinde bulunmak istiyor.
Aynı zamanda birilerini de aldatmak için çok kirli bir politika yürütüyor.
Etrafında Mehmet Özaydın’ın Ergenekon anlayışına sahip, muhafazakâr geçinen sözüm ona Müslüman bir tayfası var.
Rektör Canoruç’un iki döneminde har vurup harman savuran, peşkeşçi, Marksist, hiç inanmayan, tevhit inancıyla alakası olmayan, biriler de "etrafında" tur atıyor.
STK’ların başında bulunan, fikir yürüten, sözüm ona kanat önderleri vurguncu, cahil bir tabakanın varlığı gerçekten çok düşündürücüdür.
Sormazlar mı, beyler ne oluyor?
Gâh orada, gâh burada…
Sayın Fazıl Hüsnü Erdem hocaya da sormak gerek;
Allah aşkına doğru söyle, gerçek kimliğin nedir?
Bunu kamuoyuna açıklarsanız, özellikle medyaya biz memnun oluruz.
Ama açıklamazsanız, biz açıklarız.
***
Siz kimsiniz, nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz, aveneleriniz kimlerdir ve AK Partiyi nasıl kandırıyorsunuz, nasıl yanıltıyorsunuz, özellikle bazı Diyarbakır milletvekilleri neden sizin propagandanızı yapıyorlar?
Hele hele Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu kamuoyunun midesini bulandırmak için ikide bir ileri sürülüp Ankara’da bile iktidar partinin kilit adamları beni destekliyor gibi bir hava verdirmekle kamuoyunu ikna edemezsiniz.
Siz, “Her ne olursan ol, tövbeni et gel” Mevlana ifadesini AK Parti’den almak istiyorsanız, AK Parti eğer bu cevazı size verirse, tarihi yanlışlıklardan kendini kurtaramaz.
Her ne kadar sizin taşıdığınız Fazıl Hüsnü Erdem gibi iki isim, bir soy isim eşittir, değer manasını taşıyor ise de, sizin gerçek kimliğiniz hiç de öyle değildir.
Diyarbakır’ın yakasından elinizi çekin ve BDP’nin gizli güçleriyle de kimseye gözdağı vermeyin, size tavsiyemiz böyle.
İyi şanslar dileğiyle.
Diyarbakır Söz