EMİRDAĞ LÂHİKASI
Meyvenin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki:
‘’Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, câzibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır, hem herhalde bir tarafgirlik meylini verir; zâlimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur’’ meâlinde orada denilmiştir.
Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşâne gafletten zevk alan bîçareler! ‘’Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lâzım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı mânevîdir, fıtrîdir’’ derseniz, ben de derim:
Kat’iyen biliniz ki; insanın, çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merakla temâşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev-i beşerin muvakkat ve fâni, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acîbeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm tâifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mucib-i merak ve ruhâni, mânevî zevklere medar hadiseler var. Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hadiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hadiseler daimî olmak ve herkese o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakiki fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınlaraı gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î... Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet; şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin Rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divânelik olduğu târif edilmez!
Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.
Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar; tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzımgelen merakı; zevki, şevki, lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka; siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise, bütün kâinatın en büyük gayesi ubûdiyet-i insaniyedir diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeğe -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.
Elhâsıl: Nasılki sarhoşluk, hakiki vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de: Böyle fâni boğuşmaları ve hadiseleri merakla tâkip etmek, bir nevi sarhoşluktur ki; hakiki vazifelerden gelen ihtiyacât ve yapmamaktan gelen teellümâtı muvakkaten unutturduğu için, menhus bir zevk verir veya tehlikeli bir ye’se düşüp âyetindeki emr-i İlâhîye muhalefet eder, tokada müstehak olur.
Devam Edecek