EMİRDAĞ LÂHİKASI
Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki; o vaziyet ulûm-u îmaniyeyi üç-dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’ânî çıkacak ve o bîçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle; hem bir zaman gelecek ki, değil onbeş sene belki bir sene de ulûm-u îmaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi mânalar hâtıra geliyor.
İkinci Nümune: O eski zamanda, Said’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevap vermesini; hattâ kendisi hiç suâl etmeden âlimlerin en müşkil suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyyen itiraf ediyorum ve îtikad ediyorum ki: O hal ne hârika zekâvetimden ve ne de acib istidadımdan neş’et etmiş değildir. Ben de bîçare, müptedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken; hiç böyle, değil büyük âlimlere cevap vermek; belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlûb olur bir halde iken doğru cevap vermekliğim, kat’iyyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-i kat’iyyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.
Şimdi ihsan-ı İlâhî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi, medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipleri ve muârızları bulunacak.
İşte bu zamanda İslâmlar içinde muhtelif meşrebler ve meslekler sahipleri birbirisini tenkid etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek; Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya eşreb muhalefetiyle en tesirlisi ve en müthişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak, Risale-i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkidkârâne eserler yazamadıklarının sebebi; o zamanda o çocuk Said’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemânın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risalelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş.
Yoksa böyle acib bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükrolsun ki, en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.
Üçüncü Nümune: Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tâyinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tâyin almağa gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki:
Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf îmanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur’un hakaikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlûbiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.
Dördüncü Nümune: Yeni Said ihtiyarlığında bütün bütün siyasetten ve dünyadan kendini çekmeğe çalıştığı halde, ehl-i dünyanın bütün bütün kanuna ve insafa ve vicdana, hattâ insanlığa muhalif bir tarzda eşedd-i zulüm ile yirmi sekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o bîçare Said’in baltalarla başına vurduklarına ve ihanetin en şeni’lerini yaptıklarına karşı, emsalsiz bir sabır ve tahammül ona ihsan olunması ve gayet asabî ve sinirli olduğu gibi, fıtraten korkak olmadığı halde “Ecel birdir, tegayyür etmez” hakikatına, îmanından gelen büyük bir cesaretle beraber en korkak, en miskin bir vaziyette sükut edip sabretmesi; hattâ bir miktar sonra o işkenceler sonunda ruhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanaat-i kat’iyyemle budur ki:
Kur’ân-ı Hakîm’in hakaik-ı îmaniyesini tefsir eden Risale-i Nuru hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve mânevî kemâlâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlâsı kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zâlimâne hükümleri altında Kader-i İlâhî Nurdaki hakikî ihlâsı kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-ı îmaniyenin tefsiri olan Risale-i Nuru kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ mânevî kemâlâtlarına ve belâlardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nurun en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakikî zedelenmesin!” diye Kader-i İlâhi’nin şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum.
Hattâ her ne vakit sırf âhiretme şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nurun hizmetini bıraktığım aynı zamanında ehl-i dünya bana musallat olup bana azap verdiğine kat’î kanaat getirmişim. Bu dördüncü nümunenin izahını en son yazılan mektuplardan, ehl-i siyaset, Said’i dini siyasete âlet yapar diye hapislere atması ve sonra Said onun hikmetini, yâni kaderin şefkat tokatları olduğunu anlamasıyla onları helâl etmesi ve kendi tahammülünün hikmetini anlamasına dair olan o mektuba havale ediyoruz.
Devam Edecek