Emirdağ Lahikası

Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihâta eden bir ilim ve iradenin; sem’ ve basarın sahibi bir Zâtın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadir-i Mutlakın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar. Yoksa, temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek, her bir zerreyi; bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüzbin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalâlet gelsinler, mezhebleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.

Üçüncü Nokta: Bu radyo makineciliğinde ve manevi kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kitapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre, Cenâb-ı Hakkı zâtiyle ve sıfatiyle târif eder. Ve isbat eder. Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar büyük ve geniş delillerle, Zât-ı Vâcibü’l-Vücûdun vücudunu ve vahdetini isbat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl Güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi Güneşi gösteriyor ve o Güneşe işaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfat ve kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.

İşte Kur’ân-ı Hakim’in mânevi mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikatı izahatiyle isbat etmesi içindir ki müdakkik bir nurcu, huzur-u daimi kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u dâimi hâtırı için mecbur olmuyor.

Belki parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:

Evet, herkesin bu alemde birer alemi var, birer kâinatı var. Adeta zişuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kainatlar, alemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususi dünyasını inkar etmekle, terk-i mâsiva sırriyle Cenâb-ı Hakk’a karşı huzur-u dâimi ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da yine dâimi marifet ve huzuru bulmak için kendi hususi dünyasını nisyan hapsine sokar; fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi bu zamanda Kur’ân’ın i’câz-ı mânevisiyle tezahür eden sırriyle yani: Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtiyle bildiren âyetleri, yâni delâletleri ve işaretleri var.

İşte Hüve Nüktesi’yle bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve îmaniyeye ve huzûriyeye icmâlen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatiyle isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur’ân-ı Hakîm’in i’caziyle bu hakikat tafsilâtiyle ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir nâşir olmuşlar.

Kardeşiniz

Said Nursî

Dindar ve hamiyetkâr ve vatanperver milletvekillerine şunu arzediyorum:

Mekke-i Mükerreme’de Hacerü’l-Esved yanında hürmet için konulduğunu hacıların gördükleri Zülfikar Mu’cizât-ı Kur’âniye Mecmuasıyla Medine-i Münevverede de Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın kabri üzerinde konulduğunu gördükleri Asâ-yı Mûsâ Mecmuası gibi Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, âlem-i İslâmın bizimle hakikî uhuvvetini te’mine vesile oldukları halde, müsadere edilmek suretiyle dört seneden beri evrak-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde çürütülmek suretiyle imhasına çalışıldığı ve dört mahkeme beraetine ve serbestiyetine karar verdikleri ve biz de çok defa makamata istida ile müracaat edip serbestiyetini istediğimiz ve hem Başbakan’ın “Din propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiçbir zarar gelmediğini” söylediği halde, bu dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdikının ta’cili ve takdimi lâzım gelirken te’hir edilmesi, dindar mebusların nazar-ı millette “kendilerine düşen en ehemmiyetli dinî vazifelerini yapmıyorlar” diye dindarların bir telâşları var. Biz de telâş ediyoruz ki dahilî, gizli dinsizler ve komünizm hesabına çalışan hainler bu vaziyetten istifade etmemeleri için bu gelecek hakikatı sizlere beyan etmeğe hamiyyeten mecbur oldum. O hakikat da budur ki:

Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikatı ihtar

Bugünlerde hastalığım itibariyle kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile fırtına ile gadab-ı ilâhîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir mânevî fırtınaya alâmet hissettim. Kalbime geldi ki: “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-ı îmaniye zararına bir hatâ-yı umumî mi meydana geldi?” Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: “Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?”                                           

Devam edecek