Emirdağ Lahikası

Kısa Bir Tercümesidir

Şimdi bundan kırkbir sene evvel ve eski harb-i umumînin az evvelinde başlamış olduğu İşârâtü’l-İ’câzın ifadetü’l-meramında diyor ki:

Mâdem Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyan ulûm-u hakikiyenin envaına câmi’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünkü bir ferd pek nâdir olarak kendi hususî meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususî meşrebi tesir ettikçe tam tamına hakikati sâfî olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve mânası ona hastır. O ferd onu kabûl eder. Fakat başkalarını ona dâvet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabul ile başkala şümulünü gösterse o vakit başkasını o mânâya dâvet edebilir ve hakikî tam tefsir olabilir. Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma’ o hükmü tasdik etsin. Nasıl ki: Ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden mânevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ulema-i muhakkıkînden bir hey’et-i âliye bulunsun ki, o hey’et umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dâvâ vekili hükmünde olmaları cihetinde icma-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma ile şer’an düstur olabilir. Ve icma’ın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır.

Kur’ân’ın mânalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasinin cem’i, hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’ân’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkıkîn-i ulemadan herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir hey’et bu vazifeye sahip çıksın.

Elhâsıl: Kur’ân’ı tefsir edene lâzım gelir ki; gayet âlî bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat ancak bir şahs-ı mânevî olabilir ki; o şahs-ı mânevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telâhukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikâsından ve ihlâs ve samimiyetlerinden, mezkûr bir hey’etten çıkabilir. O hey’etin bir ruh-u mânevîsi hükmüne geçer.

Evet, “mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her fertte bulunmaz” düsturuylo çok defa içtihadın âsârı ve nûr-u velâyetin hâssaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki; o cemaatin hangisine bakılsa o hâssa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlâsla tesanüdleri, bir velâyet hâssasını veriyor. İşte bu hakikate binaen böyle bir maksat için bir hey’etin çıkmasına muntazır ve daima bekliyordum. O ümid, küçüklüğümden beri gaye-i hayâlim iken, birden hiss-i kable’l-vuku kabilinden kalbime bir sünuhat oldu ki: Maddi ve mânevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu (1). Ben de, acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlâklık ile beraber Kur’ân’ın nazmındaki i’cazın işârâtını ve kalbimde tahattur eden nüktelerini kaydedip kaleme almak ve âyâtın bâzı îmanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim.

Devam edecek