Kastamonu hayatı Devamıdır-19
İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret larak, Birinci Makamın nuncu Mertebesinde, "Allah'tan başka ilâh yktur. Vâcibü'l-Vücud ki, bütün evliyanın, muhakkak ve musaddak vezahir keşif ve kerametlerinin icmâı, nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder." denilmiş.
Snra, kemâlât-ı insaniyenin en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neş'et edenmuhabbetullah lduğunu bilen dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle, imanın kuvvetinde ve marifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:
"Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır. Ve kâinatın mevcudâtı hayatamusahhardır. Ve madem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur. Ve zîruhun enkıymettarı zîşuurdur. Ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyençğaltmak için, her asır, her sene dlar, bşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem vemüzeyyen lan semâvâtın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat vezîruh ve zîşuurlardan vardır ki, huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail'in (a.s.) temessülü gibi, melâikeleri görmek ve nlarla knuşmak hadiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyr. Öyle ise keşke ben semâvât ehliyle dahi görüşseydim, nlar ne fikirde lduklarını bilseydim. Çünkü, Hâlık-ı Kâinat hakkında en mühim söz nlarındır" diye düşünürken, birdensemâvî şöyle bir sesi işitti:
"Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan larak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden lan bütün ervâh-ı tayyibe, bilâ istisna ve bil'ittifak, bu kâinat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık larak ihbar etmişler. Buhadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir" dediklerini bildi ve nun nur-u imanı parladı, zeminden göklere çıktı.
İşte, bu ylcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret larak, Birinci Makamın n Birinci Mertebesinde, "Allah'tan başka ilâh yktur. Allah ki, insanların nazarına temessül eden ve beşerin havâs kısmıyla knuşan melâikenin ittifakı, birbirine tetabuk ve tevafuk eden ihbaratıyla, nun vahdetiçindeki vücub-u vücuduna delâlet eder." denilmiştir.
Snra, pür-merak ve pür-iştiyak misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddîcihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından,âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikatarzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi lan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadarinbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, nlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet rtasında insanî berzahlardır; ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten nktalarda luyr gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:
"Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yl daha kısadır. Biz öteki yllardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman nktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz" dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:
İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif lan umumistikametli ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne itikadları,tevafuk ve sebatkârâne ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetabuk ediyr. Demek,tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin birhakikate girmiş, kpmuyr. Öyle ise, bunların nkta-i imaniyede ve vücub vetevhidde icmâları, hiç kpmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir
Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübayin lanumum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki müttefikane veitminankârâne ve müncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbiriyle tevafuk vetevhidde birbirine mutabık çıkıyr. Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl vemütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi' birer âyine-i Samedâniyelan nuranî kalbler, şems-i hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmâları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yk ki, hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadarmüstemirrâne ve râsihâne bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bzulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sfestâîler dahi razı lmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber "Âmentü billâh" dediler.
İşte, bu ylcunun müstakîm akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiğimârifet-i imaniyeye kısa bir işaret larak, Birinci Makamın n İkinci ve n Üçüncü Mertebelerinde, "Allah'tan başka ilâh yktur. Vâcibü'l-Vücud ki, istidat ve mezheplerinin farklılığıyla beraber bütün münevver ve müstakim akıl sahiplerinin birbirine tetabuk eden kanaat ve yakînleri, nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, birbirine mütebayin meslek ve meşreplerine rağmen bütün selim ve nuranî kalb sahiplerinin birbirine tetabuk eden keşifleri ve birbirine tevafuk eden müşahedeleri de, nun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder." denilmiş.
Snra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden ylcu, "Acabaâlem-i gayb ne diyr?" diye merakla kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı.
Yani, "Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san'atlı hadsizmasnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiznimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyr. Elbette ve her halde, fiilen ve halen lduğu gibi,kavlen ve tekellümen dahi knuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gaybcihetinde nu, nun tezahüratından bilmeliyiz" dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:
Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyr. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çk kuvvetli birşehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü'l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyr. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyr. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile knuşuyr. Her yerde ilim vekudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı nu bildirdiği gibi, tekellümü dahi nu sıfâtıyla bildiriyr.
Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarınınvahy-i İlâhîye mazhariyet nktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud lan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu'cizatlarıyla,hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyinhakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı: