Görüş Bildir

FETÖ HEYÛLASI İLE BU MEMLEKET NEREYE GİDER..?! (IV)

Evet sevgili okurlar!

“FETÖ Heyûlası ile bu memleket nereye gider?” başlıklı yazı serimizin dördüncü günündeyiz.

İçerik olarak her gün biraz daha yeniliyor, taze ve kapsamlı konuları, kapsama alarak irdeliyoruz...

 Türkiye’de yakın tarihimiz boyu olup bitenleri siz değerli okurlarımıza daha anlaşılır, noktada aktarmak üzere; “mercek” altına alıyoruz...

İşte bu perspektifte, konumuzu, sohbetimizi her gün biraz detaylandırıyoruz...

Bakınız sevgili okurlar!

Dün 12 Eylül 2019 günü idi.. Yani, 12 Eylül 1980 darbesinin 39. Sene-i devriyesiydi...

Kanlı, hain darbenin yıldönümü...

Ama her nedense resmi olarak anılmadı.

Bir bayram olarak da tanınmadı...

Askeri bir hareket olma anlayışıyla kimse bunu kutlayıp bağrına da basmadı.

Neden mi?

Zira tarihi bir alçalış, tarihi bir oyun, milletine karşı tarihi bir tezgah, tarihi bir keyfilik ve dışa bağımlı masonik kafaların, kanlı projesiydi.

Darbenin başaktörü Kenan Evren idi.. Ama o bir kuklaydı...

Tek kelimeyle “tarihin alçakça bu milleti mağdur ettiği” bir hain girişimdi!

Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri, inancı, vicdanı, izanı, hukuku ve adaleti “askıya” alan; bir organizasyondu...

Dış menşe-i!

Evet, hafızalardan silinmesi mümkün olmayan 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 39 yıl geçti...

Peki ne değişti?

Peki, hiç kimse o günün darbecilerini takdirle, tekbirle, şerefle bugün anıyor mu?..

Hayır...

Ama, lanet yağdıran çok.. Ki 7'den 70'e herkes…

Bakınız, gazetemizin dünkü birinci sayfasında şöyle bir haber vardı...

12 Eylül’e dair..

“Darbeciler acısı yıllarca hafızalardan silinmeyecek uygulamalara imza atarak Türkiye’ye karanlık bir dönem yaşattı.

Darbe süresince de 650 bin kişi gözaltına alındı, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 binden fazla kişi için de idam cezası istendi. 517 kişinin ölüm cezasına çarptırıldığı süreçte, 50 kişi idam edildi.

Darbeci generaller Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan dava, ölüm nedeniyle önce düşürüldü, ardından “kamu davasının ortadan kaldırmasına” hükmedildi.”

Bu itibarla diyoruz ki; hal bu iken, Türkiye’nin rejim olarak, düzen olarak, hem de çağdaş demokratik bir Türkiye olarak tanımlanmaması gerekir.

Zira bu olup bitenler, yani askeri darbelerin veya darbe teşebbüslerinin veyahut muhtıraların, millete karşı yapılan herhangi baskıcı uygulamalara elbette ki “demokratik sistem“ denilemez.

Başta 27 Mayıs olmak üzere...

12 Mart,

12 Eylül,

28 Şubat,

17 ve 25 Aralık,

Ve 15 Temmuz başarısız darbe şerefsizliği..

Bu haince girişimlerin tümü silsile misali, rastgele olaylar değildir…

Her ne kadar gelen giden iktidarlar bunları kendi politik çizgilerine göre, kitabına uydurmuşlar ise de ama heyhat hiçbirisi de göründüğü gibi değil...

Çünkü, aldatmacalardan ve korkaklıktan ibarettir.

Bunların methu senasını yapmak, aleyhinde konuşmamak, yazmamak, çizmemek, gelen giden iktidarların bunların zülfüyarine dokunmama şekli millet nezdinde korkaklık olarak, beceriksizlik olarak telakki ediliyor ...

Olayları yörüngesinden çıkarıp başka yönlere çekme şekline de gaflet hatta dalalet deniliyor.

Yakın tarihimiz, yani Cumhuriyetin kuruluş projesi kesin olarak bilinmelidir ki İttihat Terakki Partisi’nin bir devamıdır..

Yaşananlar, onların mahsülüdür ..

Dolayısıyla İngilizlerin, Haçlıların ve Siyonistlerin bir plan dayatmasıdır.

Ki bu proje, cihanşumul Selçuk'luyu ve Osmanlı devletini yıktı..

Tüm olaylar ters yüz edilmiş, yapanlar milletin nezdinde kurtarıcı kahraman olarak gösterilmiş ise de, tümüyle gerçek dışıdır, boyamadır, makyajdır ve aldatmacadan ibarettir.

Bunun kanıtlayıcı delili de 1923’teki İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması hal ve hareketidir.

Düşünün sevgili okurlar!

O imza, o proje dönemin İngiliz Baş Murakkası, yani dönemin İçişleri Bakanı Lord Gurzon tarafından İsmet İnönü’ye ve arkadaşlarına imzalatılmıştır ...

O atılan imzadan sonra 3 milyon kilometrekarelik bir devletin coğrafyası bir çırpıda 750 kilometrekarelik bir coğrafyaya indirildi...

Katlamalı, katlamalı olarak ülke küçültüldü....

Memalik-i İslamiye elinden alındı... Ümmet olarak tarihten silinmeye çalışıldı...

Tüm bunlar ne yazık ki gerçekçilikten uzak, tersyüz edilmiş birer FETÖ tipi muhayyel heyûladan ibaret olarak, bu millete ve Türkiye’ye dayatılarak yaşatıldı...

Batı dünyası bizden daha iyi bilir de bizim acizane burada milletçe artık yapabileceğimiz hiçbir şey kalmamıştır.

Zira gelen giden siyaset erbabları ve kurulan siyasi partiler, ister hükümet olsun, ister muhalif olsun bir türlü milletin ruhuna paralel olarak kendilerini bağlayamamışlardır..

Hep milletle ters düşmüşlerdir.

Bakınız burada size bir örnek vermek istiyoruz.. Ki, yeni bir hadise...

11 günden beri Diyarbakır HDP il binası önüne akın eden anneler var... Ki her gün biraz daha oldukça çoğalıyor..

Görüyoruz kadınlar ağlıyor, babalar yüksek sesle haykırıyor....

“HDP tarafından PKK saflarına katılmak üzere çocuklarımız kaçırılmıştır, çocuklarımız geri gelsin..” 

Basın, medya bunları her gün biraz daha görüntülüyor ve kamuoyuna yansıtıyor.

Elbette ki bu takdir edilecek bir şeydir, bize göre geç bile kalınmıştır.

Ancak ne var ki; şu gerçeği de göz ardı edemeyiz.

Bunu kamuoyuna yansıtmak bizim görevimizdir...

Bu bölgede yayın yapan bir medya grubu olarak görmezlikten gelemeyiz.

Tüm gerçekleri görüp kamuoyuyla paylaşma hevesinde olmalıyız.

Gerçekleri kamufle edip saklamak dilsiz şeytan misali olur ki, "bu tür insanlara" lanet okur...

Bu itibarla hükümete yönelik, iktidara yönelik bazı eleştirilerimiz olacaktır tabii.

Bu eleştiriler kamuoyunun yansıtmalarıdır...

Şöyle ki; kamuoyu nezdinde bar bar bağıran kadınlar, “Evladımızı bizden almışlar, dağa kaçırmışlar” diye feryat ediyorlar.

Bağrı yanık annelerin feryadı, ahu eninleri göklere yükseliyor.

Elbette ki bu yapılması gereken bir harekettir, bir uygulamadır, yukarıda söylediğimiz gibi geç bile kalınmıştır.

Ancak ne var ki, insanın aklına bu geliyor.

Yahu Allah aşkına bu ne yaman çelişkidir ki, mevcut sistem, yani müesses nizam denilen mevcut rejim, olup-bitene karşı, “ketum” takılıyor...

Ve bu çelişmeye tabi olan da nerdeyse tümüyle onaylıyor ve görmezlikten geliyor.

Ama bize göre çağdaş demokratik medeni bir Türkiye’nin bu tür çelişkilere girmemesi lazım.

Vatandaş şikayetçi, anneler şikayetçi, şehitlerin yakınları şikayetçi…

Kimden?

Herkes ama herkes HDP’den, dolayısıyla PKK’dan…

Bu itibarla, vatandaş bunu soruyor, ki haklıdır….

Eyy Türkiye!

Bu FETÖ heyulası daha ne zamana kadar insanlarımızı yanıltacak ve kandıracak.

Sormazlar mı?

Ey iktidar!

Madem ki vatandaş çocuklarının kaçırılmasını HDP’ye yüklüyor, ki öyledir..  Suçlama HDP’ye getiriliyor..

HDP’nin resmi binası önünde halka bağlamış, her gün artarak, anneler, babalar, bacılar, yüreği yanık olanlar çoğalarak geliyor.

HDP ise Türkiye Cumhuriyeti’nin hudutları içerisinde devletin anayasal teminatı içerisinde kurulmuş bir siyasi parti olmakla beraber, açık ve net olarak PKK’yi destekliyor....

“PKK bizim arka bahçemizdir” diyor, toz kondurmuyor ve PKK’yı da savunuyor.

Peki sormazlar mı, bu ne yaman çelişki…

HDP’yi ve üyeleriyle beraber getirmişsiniz Büyük Millet Meclisi’ne koymuşsunuz..

Yemin ettirmişsiniz…

Anayasa teminatı altına almışsınız… Ve rahatlıkla Türkiye genelinde seçimlere sokuyorsunuz…

Onlar da zerre kadar bildiklerinden şaşmıyorlar..

HDP’nin PKK’yle açık ve net olarak işbirliği içinde olduğunu da kimse inkar edemez.

Hindistan’daki sağır sultan dahi bunu ibiliyor..

Tüm bunlara rağmen bu millet ne zamana kadar yanıltılacak, uyutulacak, morfinleştirilecek?.

Ve daha ne zamana kadar Annelerin, babaların yüreğine kor ateşi düşürülecek, ne zamana kadar ağlayacak?..

Ne zamana kadar HDP'nin kapısının önünde duracak..

Ki dolaysıyla, PKK'dan ne zamana kadar evlatlarını istemeye devam edecekler?

En derin sevgi ve saygılarımla…

Hayırlı Cumalar…

 


Bu Makale 816 kere okunmuştur.