28 ŞUBAT ve ZORBACI ANLAYIŞ!?

Evet, sevgili okurlar.

Üç gündür medyanın kullandığı slogan tarihi 28 Şubat olayıdır.

Gerçekten 28 Şubat 1997, tarihi bir gün.

Ne kalplerden, ne beyinlerden silinmediği gibi artık tarih sayfalarına kabarık harflerle yazılıp yerleşmiş durumda.

Milletin kalbi derinliklerinde yara yapan bu tür tarihi edepsizlikler zaman zaman oluşagelmiştir.

Nitekim 27 Mayıs 1960'ın da bundan geri kalır yanı yoktur.

12 Eylül 1980 de bundan geri kalır yanı olmamakla beraber aslında bu tür tarihi maceraların dayanak noktası ve ana unsuru 31 Mart 1909’a dayanıyor..

Hatta 1895’lere kadar gidiyor.

Netice itibariyle o yıllardan bugüne kadar devam ede geliyor!..

Tarihi Osmanlı devletini yeryüzünde "silen" bir hiyanetler tuzağı içermektedir, bu "maceralar"..

Hatta bugünkü konumuz olan 28 Şubat’ın varlığı söz konusu ise ki öyledir, bunu dar çerçevede tutmak yanlıştır.

31 Mart hadisesinden günümüze dek Türkiye’nin altını üstüne getiren ülkemizi milletiyle ve devletiyle beraber içten vurup yıkan Siyonist Yahudi emperyalizmiyle tüm haçlı emperyalist batı dünyanın ittifakıyla var olagelmiştir.

Ve hiç kimse de gaflet uykusuna dalıp da rahat uyumaya kalkmasın.

Ülkeyi, 1914’te 1. Dünya Savaşına sokan ittihatçılar 31 Mart hadisesinin ittifakçı kirlenmenin ne kadar başuçları ise 1915’teki Ermeni olayları ile 1918’de Sevr antlaşması ve milli mücadeleden sonra kurulan manasız ve cumhursuz cumhuriyetin ana stratejisi aynı oluşumun uzantısıdır.

Zira 1923’te cumhuriyet kurulur kurulmaz İsmet Paşa’nın Lozan’a gitmesi ve orada İngiliz mürahhası Lord Gürzonla attığı imza sonucunda 1924’te yüce İslam hilafeti dağılıyor ve daha sonra kanlı devrimler başlıyor.

Milli mücadelede ortaklaşa devlete sırt veren ülkenin çok büyük ulemaları eften püften bahanelerle asıldı, örfi idare mahkemelerinde sözde yargılanıp darağaçına çektiler.

Doğu ve Güneydoğu’da merhum Şeyh Sait ayaklanmaya zorlandı, Bediüzzamanlar Burdur’a, Isparta’ya sürdürüldüler.

Bu tür olup biten tarihi maceralar tabii ki yalnız o güne münhasır olmuyor.

1960’larda 27 Mayıs,

1971’lerde 12 Mart,

1980’lerde 12 Eylül,

1997’de 28 Şubat

Ve 27 Nisan 2006’da e-muhtıra..

Tüm bu olup bitenler yetmiyormuş gibi 1924, 1961 ve 1982 anayasaları..

Tabii ki darbeci cuntaların zorba askeri vesayetin girişimleriyle böylesine antidemokratik anayasalar hükme getirildi.

Hem de demokrasiye geçiş adına denildi...

İnanın, sevgili okurlar.

Tüm bu oluşumlar dünkü Suriye’de Beşar Esad’ın yaptığı sözde Anayasa seçim referandumu gibi sembolik göstermelik tümü yalandan küfür ve küfürbazlıktan, acımasızlıktan ibarettir..

Bu tür tarihi zorbaların dayatmaları İslam milletleri üzerine dışarıdan kumanda edilmiş sahtekârlıklardır, aldatmacalardır, kandırmalardır ve kendi bünyesine girmiş piyon ajanların kirli elleriyle gerçekleştirilmektedir.

Kim bilir ne zamana kadar bu devam edecek?

* * *

Evet, buraya kadar tüm yazdıklarım ve saydıklarımın hepsinin kökeni ve dayanak noktası Siyonizm’dir ve haçlı emperyalizmin ittifakıdır.

Zira yüce inancımız bize bunu hatırlatıyor ki; “El küfrû milletun vahide” bize bunu öğreten o yüce İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’in buyurmasıdır.

Küfür tek millettir.

Nerde olursa olsun, nereden gelirse gelsin küfür, küfürdür.

Müşriklerin, putçuların ve sözde ehli kitabın tarihi ittifakları hiçbir zaman Resulullah’ın bu yüce bildirgesine gölge düşürememişlerdir.

Ama ne çare ki başta inanan Müslümanları yöneten siyasiler ne kadar tarihi samimiyetlere sahip olmuşlarsa da içlerine sızdırılan münafıkların nifak tohumlarını bir türlü kökten kazıp atamamışlar da onun için İslam ümmeti hep bu badirelerle karşı karşıya bırakılmak zorunda kalmışlardır.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Başınızı fazla ağrıtmayalım.

Bugünkü AK Parti’nin değiştirilmesi için büyük heyecanla ısrar edip muhalefetle ittifak etmek istediği mevcut anayasanın dibacesindeki yazılan ilk iki maddesini burada sizinle paylaşmak istiyorum.

Ne kadar içi boş kavramlarla donatılmış, ne kadar dayanaksız ve temelsiz ifadeler sığdırılmış olduğunu siz değerli okurlarımın dikkatine sunuyorum.

Madde 1: “Türkiye devleti bir Cumhuriyettir”

Gerekçe ise şöyle; “Anayasanın birinci maddesi Türk devletinin bir cumhuriyet olduğunu ilan etmektedir.

1924 ve 1961 Anayasasında bu ilke belirtilmiştir.

Devlet Başkanının veraset yoluyla değil, milletçe veya milletin temsilcisi TBMM’nce seçilerek makamına geleceği açıklanmaktadır”

Madde 2: “Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”

Evet, bu maddenin de gerekçesini şöyle özetleyelim;

“Türkiye cumhuriyetinin her şeyden önce Atatürk milliyetçiliğine bağlı yani bütün fertlerinin kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle; milli dayanışma ve adalet anlayışı içerisinde yaşayan bir toplum olduğu açıklanmıştır.

Bu toplum İNSAN HAKLARINA SAYGILI başlangıçta belirtilen ATATÜRK İLKELERİNE dayanan siyasi rejimler içerisinde insan haysiyetini en iyi koruyan, gerçekleştiren ve teminat altına alan demokratik rejim benimsemiştir.

Rejimin de laiklik ve sosyal hukuk devleti ilkelerine dayandığı belirtilmiştir.

Demokrasi, egemenliğin millete ait olduğu bir siyasi rejimdir.

Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Buradaki ifadelerin bu her iki maddeden ibaret olduğu herkesin malumudur.

Ama heyhat!

Ne çare ki insan bu her iki maddede özellikle ikinci maddede geçen kavramların ve kelimelerin tümü havada kalmakta olup bilimsel ve tarihi gerçeklerden yoksun, içi boş kavramlar olduğunu üççeyrek asırdan beri hükümetlerin yanlış ve antidemokratik uygulamalarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Sathı yüzeysel kandırmaca olarak kullanılan bu güzel kavramlar; ama ne çare ki kötü anlayışların ellerinde ve dillerinde pelesenk olmuştur.

Bakınız, sevgili okurlar.

Kelimeler ne kadar birbiriyle çelişmekte ve ne kadar ters yüz edildiği tüm tarihi uygulamalar, yani her gelen hükümetlerin uygulamaları ortada kendini göstermektedir.

Bakınız, “milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı” gibi ifadeler bugüne kadar uygulamalarıyla Türkiye cumhuriyeti devletiyle milletiyle gerçekten dayanışma içinde midir?

Eğer dayanışma içindeyse bunca terör, bunca dökülen kanlar, bunca akıtılan gözyaşları, bunca söndürülen ocakların varlığı yoksa başka ülkede mi yapılıyor?

Tüm bu olup bitenler anayasamızın ikinci maddesinde geçen bu kavramları yalanlamıyor mu?

Eğer hakikaten adalet dayanışması varsa, hukukun varlığı söz konusuysa gencecik ehli iffet olan ana babanın yavruları olan kız çocuklarının Milli Eğitimde başörtüsüyle okuma özgürlüğü elinden alması hangi adalet anlayışına sığdırabiliniyor?

Medreselerin kapatılması, İmam Hatiplerin, İlahiyatların, Kur’an Kurslarının kapatılması, Ezan-ı Muhammedi’nin orijinal metinden çevrilip Türkçeleştirilmesi; hangi adaletin, hangi hukukun üstünlüğüne sığdırılıyor.

Hani maddede şu ifade geçiyor;

“Bütün fertlerinin kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde” olduğu hangi vicdanla, hangi izanla düşünülebiliyor.

Mademki bütün fertlerinin aynı paralelde, aynı eşitlik içerisinde olduğunu yazan bir Anayasa maddesi hiçbir ferdin de eşitlik içerisinde, dini inançlarına dayanarak yaşam hakkına sahip değildir.

Eğer olmuş olsaydı ülkede bunca kanlar dökülmeyecekti.

Zira o birlik ve beraberlik mutlak bir önleyici ve engelleyici unsur olacaktı.

Olmadığına göre demek yazılan gerçek dışı yalandan ibaret olmuş oluyor.

Hani Laiklik, hani sosyal hukuk devleti ilkelerine dayandığını belirten demokrasi egemenliğinin millete ait olduğu bir siyasi rejimdi cumhuriyet?

Demokrasinin toplumun güçlü kesimlerinde veyahut çıkarcı, yalakalara bir şekilde uygulanıyor.

Güçsüz, mazlum ve yoksul insanların semtinden bile geçmiyor.

Bu ne biçim anlayış, bu ne biçim anayasa uygulaması, bu ne biçim 28 Şubat?

Demek ki başta saydığım tarihi vakalar, bizim öne sürdüğümüz eleştirilerin bire bir kanıtlayıcısıdır ve özellikle son 28 Şubat bunun açık bir ifadesidir.

Seksen yıldan beri devam ede gelen bu mezalim, bu kör taassup, bu faşizan tutum hiç unutmayalım ki dış mihraklardan kumandalıdır.

Tıpkı bugünkü Suriye’nin içinde bulunduğu haldir.

Irak’ın, Mısır’ın, Tunus’un, Libya’nın ve Cezayir gibi devletçiklerin başından geçenler neyse tarihi vesayetçi bu maceranın aynısıdır.

O devletler, devletçik haline getirilip nasıl ki şişirilmiş piyon kahramanlar başına geçmiş ve netice yüzyıl içerisinde yok olup gittiyse, Allah korusun başta 28 Şubat dahil olmak üzere yakın tarihimizin başlangıcı hep aynı maceraları ihtiva etmektedir.

Kimse kusura bakmasın, kimse kimseyi de kandırmasın.

Tarih bunu bize söyletiyor ve öğretiyor!

En derin sevgi ve saygılarımla.