“FİKR-İ KAVMİYETİ TEL’İN EDİYOR PEYGAMBER!” (II)

Evet, sevgili okurlar.

11 Ekim 2013’teki yazımın devamı olarak, bayramdan sonra ancak fırsat bulduk ve yine yazımızı kaleme alıyoruz.

Tabii bayrama yaklaşan günlerde yoğun işlerimiz nedeniyle bayramlaşamadık.

Bayram, kurban, ziyaretler derken ancak bugün fırsat bulabildik.

Zira bayramın 4 günü de Diyarbakır Söz Gazetesi mutat olarak yayınına ara veriyor.

Bir önceki yazımızın son paragrafında şöyle demiştik;

“Evet, tarih boyunca, özellikle yakın tarihimizdeki olup bitenlerin ana kaynağı; İslamsız ırkçılıktır ve inançsız bir vatanperverliktir.

Yakın geçmişimize yönelik tüm olup bitenler, bugünkü Mısır’da, Suriye’de ve Irak’ta yaşananlar, Osmanlının son döneminde de yaşanmıştır ve kocaman cihanşümul bir devletin yıkılmasına neden olmuştur ve elli yıldan beri Türkiye’deki mevcut terör kaynaklarının kan dökmelerinde büyük rol oynamıştır”

* * *

Evet, sevgili can dostlar.

Bayramdan sonra da olsa siz değerli okurlarımız ve tüm İslam âleminin geçmiş bayramını kutlar sevgilerimizi, saygılarımızı sunarak bugünkü yazımıza başlamak üzere diyoruz ki;

Gerçekten her zaman bu köşede ifade ettiğim gibi geçmişlerinden ders-i ibret almayan toplumlar geleceğini kestiremezler.

Bu ifade bana ait değil, olup biten tarihi vakaların bir nevi açıklamasıdır ve tefsiri durumundadır.

Hakikatten insan, yakın tarihimize göz attığında alınması gereken çok önemli ibretlik dersler vardır.

Keşke tüm bu olup bitenleri Milli Eğitim dediğimiz maarif sistemimize “Gerçek Yazan Tarih” dersi olarak resmen konulsaydı.

Bu gerçekleri yazan ve birer tarih vesikası olarak duran hakikatler, yalan söyleyen tarihin yerine konulsaydı ve yeni yetişen neslimize bunları okutsaydık.

İnanın, genelleme olarak beş sene, bilemedin on sene olsun terû taze yepyeni bir gençlikle karşılaşacaktık, yepyeni bir nesille sahip olacaktık.

Ama bir söz vardır; “Zararın neresinden dönersen kardır” misali..

Henüz süreç geçmemiş ve inşallah bundan böyle Türkiye’miz tarihi hakikatlerle yüzleşecektir.

Onümüzdeki yıllarda daha çok büyük, müjdeleyici olaylarla karşılaşacaktır.

Her zaman bu sütunlarda ifade ettiğim gibi yakın tarihimiz, yani yüz veya yüz elli yıl öncesinden başlayıp gelirsek Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin yıkılışının ana sebeplerinden birisi de; "içteki hain şer oluşumlardır"..

Bunlar, "Dıştan ithal edilen, İngiliz politikasına dayalı gizli oluşumlar" ve o oluşumları planlayan, devletin bünyesinde dost görünüp düşman olarak arkadan vuran hain unsurlardır.

600 sene gibi uzun bir ömür yaşayan Osmanlı 1890’lı yıllardan başlamak üzere 1909’a kadar Ulu Hakan Sultan Abdülhamit’in başını ağrıtan ve koltuğunu sarsan, saltanat sarayının içinde büyüyüp yetişen çıkarcı, rantiyeci, yalaka çok ucuz şeylerle satılmış insanların peşkeşiyle dağılmıştır.

Yüzleri maskeli, kirli düşünceler.

Ve bunlar öylesine ustaca yola çıkmışlar ki “İttihad-ı Muhammedi” fırkası olarak kendilerini tanıtmış ve ülke sathındaki birçok ulema kesimleri de saflarına çekebilmişlerdir.

Ve bu fırkanın yani bu parti, Fransa’nın siyaset hilesinden aldığı dört sloganla saflarına "insanları" toplayabilmişlerdir.

Bunların en çok başını çeken de Bediüzzaman Hazretleri gibi, Mehmet Akifler gibi, son devrin Şeyh’ül İslam’ı Mustafa Sabri'ler gibi ve hatta Dar’ül Funun-u İslamiye’nin birçok üyelerini etraflarına toplamışlar ve bu sloganlarla yola çıkmışlardır.

Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilân edildi.

Tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de halkın öncelikli talebi şu sözlerle sıralanıyordu:

“Hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet”

Yani Hürriyet (Özgürlük), Müsavat (Eşitlik), Adalet (Hukukun üstünlüğü), Uhuvvet (Kardeşlik) gibi sloganlarla yola çıkan bir partinin gittikçe yavaş yavaş gerçek yüzü ortaya çıkmaya başladı.

Olayın iç yüzü “İttihad-ı Muhammedi” değil, “İttihad-ı Ahrar” yani ırkçılığa dayalı masonlar ve farmasonlardan oluşan büyük bir kesimin JönTürkler olarak kimlikleri ortaya çıktı.

Bunlar II. Meşrutiyetin ilanından sonra Yıldız sarayını basmak üzere, Selanik’ten harekât ordusunu çıkardılar, darbeyi gerçekleştirmek üzere şeriat adını kullandılar.

Ama temelinde hedef, tamamıyla JönTürk’lerin değişik sloganlar kullanarak zihinleri bulandırmakla birer suçlu göstererek yola çıktılar.

Fakat proje tamamıyla Fransa başkenti Paris orijinli ırkçılığa dayalı bir JönTürkler ve Türkiye’deki Yahudilerin işbirliğine dayalıydı.

Onun için “İstiklal Mahkemeleri” kuruldu, bu hususta nice insanlar idam edildi.

Meğerki gerçekten “İttihad-ı Muhammedi” değil, Prens Sabahattin’in “İttihad-ı Ahrar” fırkası ile Yahudi masonik kafaların hegemonyasında biriken ve güçlenen JönTürkler’in ittihadı imiş.

Keza bunlar devleti bu şekilde ele geçirdiler ve Abdülhamit’i tahttan indirebildiler.

Ondan sonra da devleti yönetemedikleri kısa bir süre sonra kendini gösterdi ve pisliklerini ellerine yüzlerine bulaştırdılar.

Böylece kocaman bir devlet yıkıldı..

O İttihat ve Terakkinin ırkçı JönTürkler’in hegemonyası milli mücadeleye kadar devam etti ve aynı zamanda cumhuriyetin kuruluş şekli bile oranın uzantısından kendini kurtaramadı.

Onun için onların cumhuriyetten önceki emellerine kavuşamadıkları halde cumhuriyetten sonra 1950’lere kadar ve hatta günümüze kadar devleti, anayasayı, rejimi tümüyle Turancılık ve Irkçılık despotuna dayalı askeri vesayet altında gelen giden hükümetler devleti yönetmeye çalıştıysalar da ortada bir gerçek var, hali âlem meydanda.

Bu ülke elli seneden beri başını fitneden, terörden, kandan, gözyaşlarından kurtaramıyor.

Ekonomiksel olarak, on sene öncesine kadar hatta beş sene öncesine kadar Dünya Tefeciler kaynağından ibaret olan IMF’ye ödenen faizli borçlardan kendini kurtaramamıştır.

* * *

İşte, sevgili okurlar.

Sözün kısası şudur ki her zaman olduğu gibi günümüzde de devlet büyüklerinin etrafını saran yalakalar, çıkarcılar, rantiyeci gruplar var olmuştur.

Tıpkı başta örnek verdiğim gibi Yıldız sarayının içinden çıkan yalaka rantiyecilerin kökü de Yahudi ve Ermenilere dayanıyordu.

Hatta Abdülhamit’e fermanını getiren dört kişiden birisi Hıristiyan, ötekisi Yahudi, diğeri Arnavut, dördüncüsü de nankör Münafıktı.

İşte, bugünkü mevcut görünen manzara, Allah korusun…

AK Parti kendini bu tür zararlı unsurlardan ne yazık ki kurtaramıyor gibi görünüyor.

Özellikle muhterem Başbakanın, bu hususta keskin dehasını kullanarak bunları görmesi lazım.

Geçmişteki hatalara düşmemek için, yakın tarihimizdeki bazı örnekleri özetleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum..

Ancak bunu da hemen belirteyim ki önümüzdeki üç sene içerisinde, üç tane büyük seçimin varlığı söz konusudur.

5 ay sonra Türkiye genelinde idari yönetimlerin seçimi söz konusu.

AK Parti ne yapıp yapıp bu seçimleri büyük bir salt çoğunlukla kazanması gerekir.

Aksi takdirde çorap söküğü gibi sonuna kadar hezimetle biter.

***

Özellikle burada belirtmek istediğim önemli bazı konuları Sayın Başbakanın dikkatine sunmak üzere kaleme almak istiyorum.

Ve inşallah bundan sonra da yazılarım hep bu yönde olacaktır.

Şöyle ki;

Başbakanın üzerine çok titizlikle durması gereken husus; Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi olmalıdır.

11 seneden beri devam ede gelen Doğu ve Güneydoğu Anadolu politikası eğer bugüne kadar büyük başarılar elde edilmişse de inanın, sevgili dostlar hiç kimsenin burada bir katkısı yoktur.

Tüm başarı Başbakanın ortaya koyduğu dirayetin sonucudur ve halka yaklaşım tarzıdır.

Bu halk Başbakanı seviyor.

7’den 70’e kadar…

Başbakana bağlı olan bir Güneydoğu insanı partinin ön safında kendilerini gösteren hiçbir Güneydoğulu Milletvekilinin veyahut Bakanın bu hususta dâhli yoktur.

Bu hususta Başbakana karşı olsun ve partinin ileri gelen zevata karşı olsun, kendini ön planda göstermeye çalışan geçmişe yönelik bazı şahsiyetlerin varlığı ön planda olmamış olsaydı, inanın bugünkü mevcut olan oylar bir kat daha fazla artmış olacaktı.

Ama ne çare ki “Görünen köy kılavuz istemez” misali..

Kendi köyünden ve ilçesinden oy alamayan bir Bakan, maalesef hala da Bakan’lık koltuğunu işgal etmektedir.

Çarpıcı bir örnek göstereyim;

Refah Partisinden bu partiye dek Mahalli seçimlerde gösterilen insanların kaçta kaçı acaba bu halkın sevgisine ve seviyesine ulaşabilmiş durumda.

Bunu mahalli seçimler için diyoruz.

Eğer muhafazakâr geçinen bu insanlar özellikle Refah Partinin son döneminde Diyarbakır’da kazanılan 5 Belediye Başkanlığı, altı ay içerisinde Diyarbakır kamuoyu nezdinde kendilerini çok küçük düşürerek, kavgalık ve mahkemelik ettiler.

Kimileri cezaevine girdi.

Kimi görevinden alındı.

Bundan değil midir ki o günden bugüne kadar, yani yaklaşık 15 senedir 3 dönem süresince Mahalli idarelerin seçimleri salt çoğunlukla BDP’nin elinde.

Daha çarpıcı diğer bir örnek derseniz..

Buyrun..

2004’teki yerel seçimlerde gösterilen AK Parti adayı, birileri tarafından Başbakan’a lanse edildi.

AK Parti’nin adayı olarak HADEP’in adayı Osman Baydemirle karşı karşıya bir televizyon programında konuşurken, Baydemir’in kullandığı “Diyarbakır için travma geçiriyorum, Diyarbakır hizmeti benim travmamdır” diye kullandığı ifadeye karşı “Hayır Osman Bey.

Tramvay projesi, benim projemdir. Ben Dağkapı’dan Mardinkapı’ya kadar tramvay hattını çekiyorum” demişti.

Travma ile Tramvay kelimesini birbirinden ayırt edemeyecek bir aday.

Peki, bunu Başbakan’a kim önerdi?

Peşinen mağlubiyete düşen böyle bir adayı Sayın Başbakan’a kim önerdi acaba?

Bunu ancak Başbakan’a sormak gerekir, Sayın Başbakan çok iyi biliyor.

Burada bazı kilit noktalara değiniyor isek de 15 seneden beri muhafazakâr geçinen mahalli adaylar bir daha AK Parti’yi böylesi hezimete düşürmesin diye söylüyoruz.

Özellikle Sayın Başbakanımıza ve özellikle partinin Genel Merkezine sunmak üzere bunları yazıyoruz.

Dost acı söyler.

En derin saygı ve sevgilerimizle.