“ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM, ZALİMİ ASLA SEVEMEM!”

Evet, sevgili okurlar.

Malumunuz üzre yakın tarihimiz sistemin şanına, şerefine yakışır (!) bir biçimde uyduruk uygulamalarla zaman zaman tersyüz edilerek, “Akı kara, karayı ak” olarak göstermiştir.

Buna da ülkemizin, aziz milletimizin makûs kaderi mi diyelim?

Hani “Darbi masal” denilen kültürümüze mal olmuş bazı tarihi örneklemeler var.

Şöyle deniliyor;

“Yetim bir çocuk üvey babasının zulmünden hıçkırarak ağlamasını dahi dışa veremiyor.”

Bu sözle bugünkü sohbetimize başlıyoruz.

***

Hiç kuşkusuz ki;

Cumhuriyetimizin kuruluşundan yaklaşık on beş sene önce!..

Yani bu ülkenin makûs kaderinin başlangıcı 1908’li yıllarda ikinci meşrutiyettin kurulmasıyla başlamıştır.

Bu köşede zaman zaman hep söylüyoruz, Türkiye’de haçlıların ve Siyonistlerin devlet bünyesine gizliden gizliye sızdırdığı komiteci şebekeler, ikinci meşrutiyetin kuruluşundan beri oluşa gelmiştir.

Meşrutiyetin kuruluşundan bir yıl sonra, yani 1909’da entrikalı oyunlarla 33 senelik saltanat tahtından edilen Ulu Hakan Sultan Abdülhamit’ten sonra gün gittikçe Osmanlıyı eline geçiren komiteci bir iktidar 10 yıl içinde devletin altını üstüne getirerek kocaman bir imparatorluğu tar-ü mar ettiler.

Ama nasıl yıkabilmişlerdir?

Devletin bünyesinde olup bitenleri tersyüz ederek, çirkin ve kirli olayları makyajlayarak halkı inandırarak gününü gün etmişlerdir.

Ama bu hainlik yanlarına kar kalmamış.

Hani bir mesele var; “Şuurlu düşmana karşı, şuursuzların mücadelesi” gibi..

Ancak tarih bunu gizliyor.

Karşıdaki düşman elbette ki rahat durmamış..

Hem onları çok kısa bir süreç içerisinde yok etmiş, hem de kocaman cihanşümul bir devleti.

***

Bu yıkımın temelinde yatan unsurun başındaki gerçek hep komplo teorileri olmuştur.

Gizli tezgâhlar organize edilmiş, gelişen gelişmeler gün gittikçe ülkenin sarsılmasına neden olmuştur.

Ta ki 1. Dünya Savaşı gerçekleşene kadar.

Osmanlı yenik düşmüş, 1915’te Ermeni hadisesi oluşmuş, 1918’deki Mütareke olayı ve nihayet, Milli Mücadelenin başlamasıyla kurulan bir Cumhuriyet..

Fazla başınızı ağrıtmadan özetleyerek söyleyelim, aynı hükümetin bir nevi uzantısı durumunda yanlış kurgulanan bir cumhuriyet anlayışıyla devlet, ülke tek parti şeflik dönemine teslim edilmiştir, yani CHP’nin altı oklu rejimine emanet edilmiştir.

Hatta ki İsviçre’nin Lozan kentinde oluşan İsmet Paşa’nın İngiliz murahhası Lord Gürzon’la yaptığı hezimet anlaşmasına kadar.

Ben bu anlaşmaya hep hezimet anlaşması diyorum.

Zahiri halde adına “zafer” konulmuşsa da hiçbir maddesi Türkiye’nin lehine gerçekleşmemiş.

Tarih tüm çıplaklığıyla buna şahittir.

***

Nitekim, yanlış uygulamalar, ters yüz edilen oluşumlar, kurulan tuzaklar ve komplo teorileri bu tarihten sonra başlanmış ve ülke kendini kan ve gözyaşlarından kurtaramamıştır.

Özetlemek gerekirse diyebiliriz ki;

Yıllar yılı Marksist, sosyalist, komünist bir anlayışla kurulan Irak’taki baasçı rejim ne yapmışsa, Suriye’deki kurulan Rusya’ya bağlı baasçı sosyalist anlayış Suriye’nin başına bugün ne getirmişse, cumhursuz bir cumhuriyetin kuruluşu şekli olarak iyi bir amaçla kurulmuş ise de fakat heyhat, ne çare ki uygulamalar ters olmuştur ve gerçek yüzünü göstermiştir.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

1925’te Hürriyet’in ilanı yapılıyor, aynı tarihte Diyarbakır’da bir gecede Şeyh Sait başta olmak üzere 47 kişi sabah namazından evvel darağacına çekiliyor.

Bunun sebebi mucibesi de; cumhurun kabul edemediği mezalim ve yanlış uygulamalarından dolayı kıyam eden bir halk ve bu halkın başında bulunan nice din adamları, memleketin nice hanedan ileri gelenleri...

Her nedense; rejim tarafından bunlar “isyankar” olarak görülüp, idam ediliyor!

Ne yaman çelişki.

Bir taraftan Hürriyet ilanı yapılıyor, diğer tarafta da halk kıyımı yapılıyor.

İsmet Paşa’nın altı oklu rejimi sayesinde darağacına çekiliyor ve o günden itibaren artık kıyametler kopmaya başlıyor.

Bilindiği üzre burada bu yazıyı yazarken, tabii tüm olup bitenleri buraya sığdıracak imkânımız yok; ama bazı can alıcı tarihi gerçekleri de siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyorum.

* * *

Bugünkü yazımıza başlık olarak koyduğumuz ifade, istiklal şairimizin bir şiirinden alıntıdır.

Bu şiir, gerçekten kıssadan hisse dahi olsa birçok şeyi bizlere anlatıyor.

Bakınız, Akif ne diyor?

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..

- Boğamazsın ki!

- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım İstiklâle.”

Evet, merhum Akif’in bu şiiri, bu yüzyıl içinde olup bitenleri bünyesine taşımış durumda ve ters yüz edilen tarihteki komplo teorilerini de açıklamaktadır.

Hani demişler ya “Anlayana!”

* * *

Bakınız sevgili okurlar..

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, 23 Aralık 1930’da İzmir’in ilçesi olan Menemen’de meydana gelen olayın “Kutsal değerleri kötüye kullanarak halkı tahrik etmek isteyen gözü dönmüş, art niyetli bazı kişi ve grupların gerçek yüzlerinin görülmesi bakımından önemli” olduğunu vurguluyor..

Ve diyor ki;

“Tarihte vuku bulmuş ders niteliğindeki olayların ayrıntılı ve doğru bir biçimde sebep-sonuç ilişkisi kurarak genç kuşaklara anlatılması ve onlarda milli tarih şuurunun yerleşmesi, katkı sağlaması gerekli..”

Evet,

Devletin resmi dilini kullanarak 82 yıl önce Menemen Hadisesinin kirliliğini dindar kesimlere yüklemekle tarih bize göre ters yüz edilmiştir.

Her ne kadar cumhuriyet döneminde birçok yönüyle gerçeği yansıtmayan olaylar resmi tarihe ters yüz edilerek geçmişse de kamuoyu nezdinde hiç de öyle değil.

Çünkü altı oklu rejim tüm olayları makyajlamış, komplo teorileri devlete suikast olarak yansıtılmış ve böylece resmi tarihe geçirilmiş.

Oysaki Tarihçi Mustafa Müftüoğlu’nun 12 Ciltlik “Yalan söyleyen tarih utansın” kitabını okuyan herkes bu yakın tarihimizde birçok yönüyle kurulan tezgâhlar, sahneye konulan senaryolar ve arkasında duran senaristlerin gerçek yüzünü görebilirler.

Bu nedenle başta Genelkurmay Başkanımızın dünkü Menemen Hadisesiyle ilgili verilen demeci ise gelişi-güzel, mutat olarak her yıl olduğu gibi klişeleşmiş, şablona konulmuş demeçten ibarettir diyorum.

Zira olayın gerçek yüzü okunursa, yıllardan beri Ergenekon’un “Balyoz”undan tutun da bilmem “Ayçiçeği ve Sarıkız” şifrelerine kadar gerçek ne ise, Menemen Hadisesi de o kadar gerçektir.

Bakınız, resmiyetten daha fazlasıyla bu işin arkasında duran CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile İşçi Partisinin elemanları ve Atatürkçü Düşünce Derneğinin hazırladıkları tören bu anlattıklarımızın kanıtlayıcı delilidir.

Kubilay olayı gizli piyonlar tarafından tezgâhlanmış İslamiyet’e inananlar tarafından gerçekleştirilmiş gibi gösterilmesi bize göre hedefine ulaşmış durumda.

Bu hadise yüzünden yüzlerce ulema tutuklanmış, din adamları asılmış, kesilmiş, hapis ve zindanlarda sürdürülmüş.

Tıpkı bugünkü Suriye’deki Esed rejiminin yaptığı rezalet gibi.

* * *

Dünkü Zaman Gazetesinin manşetine taşıdığı ifade ve iki tane jandarmanın elinde yürüyen çok yaşlı bir din adamı olayın ne kadar tezgâh olduğu, ne kadar çirkin olduğu zaten kendini ele veriyor.

Zaman Gazetesinin manşetine taşıdığı haber aynen şöyle;

“Menemen mağduru bir âlimin 82 yıl gizlenen kabri”

“Menemen Hadisesi bahane edilerek zulüm edilen yüzlerce mütedeyyinden biri de Esat Erbili Hazretleri hiçbir ilgisi olmadığı halde İstanbul’da gözaltına alınarak, götürülen 84 yaşındaki Nakşibendî Şeyhi idamla yargılandı, askeri hastanede vefat ettikten sonra alelacele defnedildi.

Zaman, Menemen’deki Safa Camii’nde bir masanın altında bulunan merhumun mezarını 82 yıl sonra ortaya çıkardı”

Bu haber gerçekten tarihin gerçek yüzünü yansıtmaktadır.

Bu olay yakın tarihimizin ne kadar kirlenmiş ve yalan söyleyen tarihle gerçekler ne kadar örtbas edilmiş olduğunun göstergesidir.

***

Başta anlatmaya çalıştığım Hadisenin gerçek yüzü 23 Aralık 1930’da Menemen Hadisesi olup, Kubilay olayı olarak tarihe geçmiştir.

Asteğmen Kubilay ile birlikte iki bekçinin öldürüldüğü olayın Nakşibendî tarikatına mensup kişiler tarafından körüklendiği iddiasıyla binlerce dindar, inançlı insan İstiklal mahkemelerini aratmayacak muameleye tabi tutulmuştur.

Olay çok uzundur, buraya hepsini sığdıramayız.

Ancak özetlemek gerekirse;

Muhterem Başbakanımızın da vurguladığı gibi, Menemen olayı yıllarca istismar aracı olarak kullanılmak istenmesi aynen 50 sene Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin başına getirilen ve ona bağlı Nur cemaatine karşı yapılan mezalim gibi...

Tıpkı Süleymancıların başına getirilen antidemokratik uygulamalar gibi, Şeyh Sait’in kıyamı gibi tüm olaylar yalancı bir tarih anlatımıyla tersyüz edilmiş ve kamuoyuna sunulmuştur.

Tıpkı 28 Şubat’taki brifingci Ergenekon Generallerinin Genelkurmay’a hâkimiyeti gibi.

***

Dünkü Star Gazetesinin manşetinde ibretlik bir haber okuduk.

“MANŞETLER KARARGÂHTA ATILDI”

“Ergenekon mahkemesi, Genelkurmay’a Harddisk’te yer alan bilgi notlarının önce kara propaganda siteleri, ardından da gazetelerde manşet haber olarak yer aldığını tespit etti”

“ADLİYE’DEKİ DOSYALAR AMELİYAT OLDU”

“Ergenekon sanığı S. Berberoğlu’nun 20’den fazla ünlü davada dosyadan belge çaldığı kendi ifadeleriyle dosyayı ameliyat ettiği öğrenildi”

* * *

Evet, bu halk artık uyanmıştır.

Yakın tarihimizde yalan dolan, göstermelik olarak gösterilen tüm komplo teorileri, hileli tezgâhlar, kasıtlı fişlemeler, rüşvet, suiistimaller, devlet bütçesinin yağmalanmasına kadar, Doğu ve Güneydoğu’daki işlenen faili meçhullere kadar tüm olup bitenler zaten kendini ele vermiştir.

TSK’nın bünyesine nasıl Ergenekon kirlenmesi, CHP’nin baasçı anlayışı hâkim olmak istenmişse ne yazık ki yıllar yılı Türk yargısının, Türk adaletinin bünyesine yerleştirilmiş böylesine anlayışların varlığı da söz konusudur.

CHP rejiminden yana tavır alan ideolojik, batıl bir mezhebe mensup nice Hâkim ve Savcıların davranışları ve verdikleri çelişkili kararlar, hep ortada, kimse bunu inkâr edemez.

Bu halk, olayların üzerine artık gidiyor, gitmelidir ve kamuoyu bu tarihi iğrençliklerin peşini bırakmıyor.

En derin saygılarımla.