AH! MÜLK-İ İSLAM’A NELER OLUYOR?

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği gibi günlük yazılı medyamızda olsun, görsel medyamızda olsun, bugünkü işlenmekte olan gündem; Türkiye’nin iç barışıdır.

Evet, ne güzel ve ne mutlu bizlere ki toplumsal olarak bir Türkiye istiyoruz!

İster Türk’ü, ister Kürdü, ister Laz’ı, ister Çerkez’i, ister Arap’ı, ister Acemi, ister doğulu olsun ister batılı olsun, her ne olursa olsun halk bir bütün olarak bu barış ittifakı üzerine ittifak etmiştir.

Elbette ki göğüs kabartıyor.

Kimse buna inanmıyordu.

Ama oldu ve olacak.

Allah nasip ederse daha da iyi ve müjdeli günlere diyoruz.

Günlük manşetler hep, “Habur aşıldı sıra Nevruz’da” deniliyor.

Temeni ve beklenti şu yönde;

“PKK’nın elindeki rehineleri almak için oluşturulan heyet dün Kuzey Irak’a geçti, Habur 2009’daki gibi provokasyon yaşanmaması için tüm önlemler alındı.

Gözler sürecin 2. adımı olan Nevruz’da ilan edilecek ateşkeste”

* * *

Eskiden beri kültürümüze mal olmuş bir deyim var; “Balık baştan kokar” diye!

Ne yazık ki,

Türkiye’nin yaşadıkları da bu vecizeyi doğrulamaktadır.

Nitekim;

Türkiye’nin yıllardan beri kan içinde kıvranıp durması.

Bunca maddi ve manevi zayiatın oluşmasının temel nedeni beceriksiz hükümetlerin ve muhalefetlerin yüzünden olmuştur.

Eğer bugünkü iktidarın, başbakanı olsun, cumhurbaşkanı olsun, yürüttükleri iyi niyetli barış ve kardeşlik havası demek ki başı kokan balıklardan değillermiş.

Ki balığın başı da sapasağlam, gövdesi de sapasağlam!

Bu hakikat bize tarihi gerçekleri hatırlatır ki başı kokuşmuş balıklar yıllar öncesinden Türkiye’yi bu hale sokmuştur.

Yıllardan beri Abdullah Öcalan’ın da gerek Suriye’nin Beka vadisinden tut, Kuzey Irak’ın Kandil’ine kadar verdiği mücadelenin sonucu ancak barışla olabilir, anlaması bize göre büyük bir milattır.

İnsanları birer figüre malzemesi olarak değil de sağlam bir ruh, bütünleşen bir milletin var olması gerekir, diye anlayan Abdullah Öcalan, netice itibariyle olumlu bir hareket gerçekleştirmiştir.

***

 

Başta da söylediğim gibi yani “Balık baştan kokar” misali eğer bugünkü hükümet gibi o günün hükümetleri de kokuşmuş batıl bir anlayışla değil, sapasağlam iyi niyetli bir çabayla yola çıkmış olsaydılar, ne Abdullah Öcalan yıllar boyu dışarıda kalırdı, ne cezaevinde kalırdı ve ne de kavga söz konusu olurdu.

Ama görünen odur ki, demek o dönemlerdeki hükümetler olsun, medya olsun, muhalefet olsun, batıl ve yanlış bir ittifak üzerine hareket etmiş, kavgadan ve masum insanların kanını dökmekten nemalanmışlardır.

Eğer tarihi ve efsanevi 28 Şubat’ın varlığı söz konusu olmuş ise ki olmuştur.

O’nun, BÇG’nin darbeci ve ihtilalci Ergenekon generallerinin yüzünden olmuştur.

Kendilerini dev aynasında görmüş, kendi milletine kuş bakışıyla bakmış ve baasçı partilerin Marksist, Leninist anlayışıyla yola çıkmış ve özellikle bu yöre insanının üzerine faşizan ve acımasızca yürümüştür ve zaman zaman Abdullah Öcalan’lar gibi, Şeyh Said’ler gibi halkın kaldıramayacağı faşizan mezalim yüzünden bu tür oluşumlara sürüklemiştir.

Yani cumhuriyetten sonra tarihi şeflik ve dipçik döneminin baskıcı rejimi Türkiye’yi yıllar yılı kan gölü haline getirmiştir.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Her Allah’ın günü, kulağımızın dibindeki Suriye melanetini duyuyoruz, görüyoruz.

1925’li ve 1940’lı yıllarda Türkiye’de ne olmuşsa, bugün Suriye’de daha kat be katı yaşatılmaktadır.

Suriye halkı başta Türkiye olmak üzere sınır ülkelerine göç etmek zorunda kalmış, can, mal, mülk, ırz-namus, din-iman, inanç hiçbir şey kalmadı.

Urfa’sından tut, hudut boyu il ve ilçelerimiz bugün milyonu aşan Suriyelileri bünyesinde barındırmak zorunda kalmış ve misafirperverlik yapıyorsa da nereye kadar devam edecek, nasıl can buna dayanır.

İşte bakınız, sevgili dostlar.

Gerçekten bizim için bugünkü yaşanmakta olan hal, çok sevindirici olmakla beraber, fakat Suriye’nin daha birçok İslam ülkelerinin inim inim inleyen halkı inanın ki yenilir yutulur bir durum değildir.

Hele hele göz ardı edilecek hiçbir hal olamaz, çok acıdır.

* * *

Dünkü Zaman Gazetesinin manşette verdiği “Sünnilere ait mülkler Esed milislerine devrediliyor” başlıklı haber vicdanları titretiyor.

“Suriye’de tapu kayıtlarında tahribat iddiası”

Hele hele şu İran’ın çirkin yüzüne bakınız.

Suriye’de kan üzerinden menfaat peşinde koşan İran, acaba yeryüzünde tarih boyu o Suriye’deki masum insanların kan lekelerini yüzlerinden nasıl temizleyecek, şu meşhur geyiklerle gününü gün eden İran devleti.

“Beşar Esed rejiminin Nusayrilerin yoğun olduğu bölgelerde Sünni nüfusu göçe zorladığı ortaya çıktı” diye yazılan haberler balığın ne kadar kokmuş olduğu artık ayan beyandır.

Demek ki o kokuşan devlet balığı halkın da kokuşmasına neden olmuştur.

Nusayri, Dürzî, Rafızî mezhebine bağlı muhalifler Humus, Hama, Lâskîye ve Tartus’ta Sünnilere ait arazilerin tümü Nusayri, Dürzîlere devredildiği iddia edilmektedir.

Günlük medyanın tespitlerine göre Suriye’nin insan hakları örgütlerine anlatan mağdurlar da tapu kayıtlarından hile yapılarak arazi ve mülklerinin Esed Nusayrilerine devretmek zorunluluğuyla karşı karşıyadır.

Bugünkü sohbetimize başlık olarak koyduğumuz “Ah! Mülk-i İslam’a neler oluyor” ifadesi gerçekten anlayana her şeyi anlatır.

Bugün İslam coğrafyalarının hemen hemen tümünde 1. Dünya harbi sonrasında oluşa gelen olumsuzluklar gerçekten devletlerin başına geçmiş, kokuşmuş, siyasi münafıkların yüzünden olmuştur.

İngiltere, Fransa, İtalya gibi hatta Rusya gibi haçlı mezalim anlayışları büyük bir ittifak neticesinde birbirine sırt vererek, İslam hilafetini yıkabilmişler ve tarihi 600 yıllık Osmanlı cihanşümul devletinin dağılmasıyla Ortadoğu İslam ülkeleri münafık tinetli piyon insanların eline geçmiştir.

Başta Türkiye’miz dâhil olmak üzere.

Ama Allah’a yüzbinlerce şükürler olsun ki bugün gerçekten uyanık bir cumhurbaşkanımız var, uyanık ve inançlı bir başbakanımız var, artık milleti kavgaya, bölmeye, kin kusmaya yönelik bir politikayla değil, tam tersine bütünleştiren, halkı birbiriyle pekiştiren, barış simgesini yaratmaya çalışan bir hükümetin, bir cumhuriyetin varlığı söz konusudur.

Bu böyle olunca Abdullah Öcalan’ı ve tüm Kürt insanları da kendine bağlayabilmişler, büyük bir zevk ve şevk içerisinde bir barış sağlayabilmişler ve artık masum insanların kanının dökülmesi yerine büyük bir toplumun varlığının, beraberliğinin, gerçekleştirilmesine çalışmışlar ve başarmışlardır diye düşünüyoruz.

Allah onlardan ebediyen razı olsun.

Abdullah Öcalan’ın da varsa taksiratlarını affetsin ve yeniden terû taze mutlu bir barış hayatına kavuşmasını da nasip eylesin.

Bu barışta payı olan her kim olursa olsun, inşallah tarih bunları şerefle yâd edecektir diye düşünüyoruz.

* * *

Yazık, hem de çok yazık oldu ki Türkiye yakın tarihimizdeki geçmiş yıllarını bir hiç uğruna boş geçirmiştir.

“Suriye Mili Konseyi Genel Başkanı George Sabra, Beşar Esed rejiminin en büyük destekçilerinden İran’ı kan üzerinde çıkar sağlamakla suçladı.

Cihan Haber Ajansı’na konuşan Sabra, İran’ın tamamen ideolojik ve mezhepsel davrandığını, Suriye’deki mevcut rejimin ise İran nüfuzunun Lübnan, Filistin ve bütün Arap dünyasına yayılması için bir “köprü” vazifesi gördüğünü söyledi”

Yani tabiri caizse yüce kitabımızın deyimiyle maymun ve domuzlaşan yegâne insanlık düşmanı olan İsrail’e bilerek veya bilmeyerek peşkeş çeken İran’ı tarih affetmeyecek.

Düşünün, sevgili okurlar.

Lübnan’da sözde Hizbullah adını kendine takarak, yola çıkmış İran yanlısı bir örgüt İsrail’in kamplarında inim inim inleyen Filistinliler “Allahû Ekber” dedikleri zaman eğitilmiş köpekleri o insanlara saldırtıp, parçaladıkları halde İran Esed’le birleşerek Suriye’deki Müslümanları da İsrail’in politikası paralelinde adım atmakla insanlık suçunu işlemektedirler.

Ama her gün biraz daha maymunlaşan bir İsrail var…

Kamplarında esir olan Müslümanların üzerine eğitilmiş köpekleri saldırarak, her “Allahû Ekber” diyen insanı parçalıyorsa, İran ve Suriye’nin baasçı rejimi de Suriye’deki Müslümanların canını, malını ve mülkünü talan ediyorsa ve sözde medeni dünya da buna seyirci kalıyorsa, vay İslam dünyasının haline.

İşte virane olmuş mülk-i İslam’a yazıklar olsun demekten başka bir şey diyemeyiz.

En derin sevgi ve saygılarımla.