AMASRA’DAKİ MUSİBET İBRETLERLE DOPDOLU?! (II)

Dünden devamla sohbetimizi sürdürüyoruz.. Gerçekten son zamanlarda olup-biten hadiseler “sıradan” gelişen olaylar değil.. Rastgele gelişmiyor… Çünkü vücut bulan olayların seyrine, sonucuna baktığımızda ortaya çıkan büyük resim, çok düşündürücü ve kaygı vericidir… Vahim bir “zihin fukaralığı” yaşandığı gibi, “kalbin manevi gözü de” ne yazık ki körelmiş halde..

***

Dün de ifade ettim, Amasra’daki “Maden Faciasıyla” alakalı!.. Muhalefet kanadı “öküzün altında buzağı ararcasına” eften, püften bahanelerle “bu ihmalmiş,  hükümetin, iktidarın, Cumhurbaşkanının olaya sahip çıkmamalarının sonucunda olmuştur. Manisa ili Soma ilçesinde meydana gelen ve 301 insanın ölümüne neden olan Grizu patlama felaketi yine AK Parti döneminde yaşanmıştır.. Demek ki hükümetin yanlış tutumları yüzünden oluyor bu olaylar” diyerek zımni suçlamalar getiriliyor… Sosyal medyada ise ağzı olan herkes konuşuyor.

***

Dün ulusal bir televizyon kanalında “Amasra faciası” tartışılıyordu.. Programı sonuna kadar izledim..  Konuklardan biri, İstanbul Barosu eski Başkanlarından Ümit Kocasakal idi.. Canlı yayındaki konuşmaları, tezleri, gerçekten çok dikkat çekiciydi.. Bir hukukçunun böylesine eften püften konuşması, gerçekten “bu da hukukçu mu?” dedirtir cinstendi.. “Nasıl olmuş da hukukun semtinden geçmiş, nasıl diploma almış, nasıl avukat olmuş” gibisinden, sorular silsilesi insanın ağzından dökülüyordu!?.. İbreti alem bir tavır içerisinde izledim..

***

Onun o konuşmaları, gerçekten okumuş bir insana, hem de Hukuk Profesörü olarak unvan kazanmış bir insana yakışmıyordu?.. Din ile hukuku birbirinden ayrı tutuyordu… “Biz hukuktan bahsediyoruz, siz dinden bahsediyorsunuz, Cumhurbaşkanı kadermiş diyor, kader diye bir şey yoktur. Kaderi insan tayin ediyor” gibi çok yüksek dozajlı yaftalarda bulunuyordu… Dinlerken, hukukçu olduğuna dair kuşkularım oluştu?. Bu hukukçu olamaz diye… Bize göre hukuk dili böyle değildir.  Bir hukukçu gerçek manada hukuku biliyorsa, okumuşsa, hukukun kelime itibariyle kökeni nedir, nereden geliyor, hangi manayı taşıyor, bilmesi gerekir. Keza “adl” kelimesinin de hangi manayı anlattığını ve ne anlama geldiğini öyle inanıyorum ki mevcut bu tarzdaki hukukçuların hiçbirinin bu ince lügatten haberi yoktur.  Hele hele kader deyince, kaderi hiç tanımıyor.

***

Elinden gelirse Allah’ı devre dışı bırakıyor.  “Rastgele olaylar oluyor, insanların yüzünden oluyor, ihmalkârlıktan oluyor, Cumhurbaşkanı kader diye savunuyor, kader diye bir şey yok” diye ifadeler kullanıyor.  Oysaki din deyince, hele hele İslam dini hukukun ta kendisidir.  Hukuk ilkeleri yeryüzünde var olmuş ise insanların vaz’i kanunlarla yönetildiği hukuk hukuk değildir, ancak vaz’i ilahiyle meydana gelen hukuk, hukuktur.  Onun için Cenab-ı Allah yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bunu vurgulayarak;  “Siz insanlar arasında hüküm kıldığınız zaman adil olun, hukuka sarılın” diye emir buyuruyor.

Kur’an hükümlerine inanmayarak hükmetmeyen insanlar ya kâfirdir, ya zalimdir, ya sapıktır.  Maide suresinin 3 ayetinde bunu vurguluyor.

* * *

Oysaki Cumhurbaşkanımız, herkes için başsağlığı dilerken, “Her şey takdir-i ilahi ile olur” diyor. Ama ne yazık ki bizim sol ve rastgele bazı hukukçularımız, buna kesinlikle inanmadıkları gibi “kader diye bir şey yoktur” diyorlar.

İşte söz buraya geliyor.

“Kader olmadığına göre rastgele her şey kendiliğinden meydana geliyorsa, demek ki kâinatın varlığı yerle gök arasındaki dünya tarihi boyunca olup bitenler tesadüfîdir, sıradan rastgele oluşumlardır.”

Oysaki kâinat kendi kendine oluşmadığına göre, kâinatı yaratan ilahi bir güç var demektir.. Kâinat gökleriyle, yıldızlarıyla, ay ve güneş sistemiyle, yer küresiyle beraber bunlar illaki yüce kudretin eserleridir.. Kendi kendileri zaten tanıklık ediyorlar, o Sani-i ezelinin eseri olduğunu açıkça zişuur olan aklıselim sahiplerine kendilerini tanıtıyorlar.

***

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in “Talâk” suresinin 3. Ayetinde aynen şöyle buyuruyor;

“Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.”

Bir de “Kamer” suresinin 49. Ayetine bakalım, ne diyor?

“İnnâ kulle şey-in ?aleknâhu bikader(in)”

“Gerçekten biz, her şeyi kader ölçüsü içinde ve dengede yarattık.”

Evet, kâinatın varlığı bile kader tecellisidir.

Sebepleri yaratan o yüce kudret Allah’tır, her şeyin sebebini de yine o yaratmıştır. Sebeplere tevessül etmeyi de yine kendisi emretmiştir.

Rastgele kadere bağlamak da doğru değildir.

Örneğin;

Adam “acaba ölür müyüm, ölmez miyim” tecrübesi için kendini aşağı atmaya, intihar etmeye kalkışırsa, kendi kendini aldatmış olur ki o da sebebi tanımaz olur, oradaki sebep kendini gösteriyor diyor ki; “Burası uçurumdur, sen kendini atarsan ölürsün, bundan geri çekil”

Geri çekilmesi için o sebebe tevessül etmesi lazım.

Yoksa rastgele “ben deneyeyim, hele ölüyor muyum, ölmüyor muyum” gibi bir şey söz konusu olamaz.

Bakınız, “Ahzâb” suresinin 39. Ayeti ise kaderle ilgili bize şöyle buyuruyor;

“Allah’ın, kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi konusunda peygambere bir darlık yoktur. Daha önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Allah’ın emri, kesinleşmiş bir hükümdür.”
 

* * *

Bu ayetler bize örnek olarak kesinlikle yol gösteren ilahi mesajlardır.

Kim ne diyorsa desin?

Mutlak bir cehalet içerisinde dayanaksız bir şekilde konuşmalarla bir yere varılamaz diye düşünüyoruz.

Cumhurbaşkanının bu meyanda yaptığı konuşmayı destekliyoruz ve dayanaklı bir konuşma olduğuna inanıyoruz.

* * *

Tüm bunları bir kenara bırakalım.

Dün de bu köşede ifade etmeye çalıştığım husus;

“Ateş düştüğü yeri yakıyor” misaliyle yola çıkarsak, başına gelen o musibetlerin sahiplerine tekrar tekrar Allah sabr-ı cemil nasip eylesin diye dua ediyoruz ve taziyelerimizi sunuyoruz.

Ama bunu da yazmadan geçmek istemiyoruz.

Gelen musibetler, oluşan felaketler, toplumları kökten yerle bir eden Allah’ın gizli ordularının varlığını kimse inkâr edemez.

Bu da insanlık tarihi boyunca zaman zaman oluşmuştur.

Hem de birçok Peygamberin vasıtasıyla ve dualarıyla oluşmuşlardır.

Evet, Hz. Nuh tufanı da kader-i ilahi değil miydi?

Allah öyle takdir etti ve oluştu.

Belki, yüz binlerce insan öldü, gark oldu o suyla.

Ama Hz. Nuh ve yanındakiler kurtarıldı.

İşte o su hem gökten indi, hem yerin dibinden çıktı.

Görülen lüzum üzerine, insanların o tarihte yapmış oldukları mezalim, kan dökmeler, Allah’ın hükümlerine inanmayanlar, peygamberleriyle alay edenler, Hz. Nuh’un çok büyük çaba ve ısrarlarına rağmen yola gelmeyince Allah bu musibeti onların başına getirdi.

İşte bu da kesinlikle Allah’ın tayin etmiş olduğu kader-i ilahidir.

Rastgele olan bir şey değildir. Hiç kimse de bunu inkâr edemez.

Keza Hz. Musa ile Firavun arasındaki yapılan mücadele, Hz. Musa’nın İsrailoğullarının bir mensubu olarak onlara sahip çıkması ve onları Allah’a yaklaştırma çabası gösterirken, Firavun buna karşı çıktı, kabullenmedi. Mücadele oldukça büyüdü. İsrailoğulları Allah’a kaçmak istediler, kaçacak yol bulamadılar. Hz. Musa Allah’a dua etti, Cenab-ı Allah denizi Med-Cezir kanununu yani suyun çoğalması ileri gitmesi ve geri çekilmesi kanununu o an tatbik etti, Allah emretti deniz suyu geri çekildi, Hz. Musa ve kavmi için yol açıldı.

Ama Firavun “bu yol benim için de açıktır, Musa gitmişse ben de giderim” dedi, ama çekilen suyun ileri açılmasıyla Firavun ve yandaşları tamamıyla gark oldu.

Bu da emr-i ilahi sonucu bir Peygamber mucizesidir.

Onun için Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’in Fetih suresinin 7. ayetinde diyor ki;

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Onun için Cumhurbaşkanı da diyor ki “bu bir kader-i ilahidir.”

Elbette ki Cumhurbaşkanı doğru söylüyor, diğerleri ise büyük şaşkınlıklar içerisinde.

Ama hemen şunu da belirteyim ki 20 yıldan beri iktidarda olan AK Parti döneminde nice depremler oldu.

İktidara gelir gelmez 2003’te Bingöl depremi oldu.

Sürekli olarak bu parti döneminde ülke insanımız, hükümetimiz, iki yakasını bir araya getiremedi.

Hep böyle musibetler, felaketler, acı getiren olaylar ve her şeyin başı da terör odaklarının hızlanması ve dökülen kanlar.

Ki hala da oluyor.

Bize göre AK Parti kendine biraz çekidüzen verse, kamuoyunun vicdanına kulak assalar, etrafını kirli anlayışlardan uzak tutsa; geçmişteki gibi daha bir “kucaklayıcı” olur…

Devlet kademesinde, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki, özellikle Diyarbakır’ımızdaki kayyımların bünyesinde olan belediyelerin hala bünyesini temizlemeyip alt kadronun büyük bölümünün PKK tandanslı HDP’nin uzantıları olduğunu kimse inkâr edemez.

Biz, geçmişe yönelik kayyım olarak atanan valilerimizi, kaymakamlarımızı uyardık. Uyardıkça uyardık, ama bizi dinlemediler. Dediler belki biz sıradan yazıyoruz yazıları.

Oysaki biz ne kimseye iftira atıyoruz, ne de tenezzül ediyoruz.

Ama tespitlerimiz kesindir, özellikle Diyarbakır Büyükşehir Belediyesindeki kadro, oldukça HDP tandanslıdır.

Ki hala da o kadronun birileri tarafından korunduğunu, hatta birilerinin kayyımlara direktif ve talimat verircesine “şu adama, bu adama karışma, bizim adamımızdır” gibi kirli duyumlar alıyoruz.

Ama günü gelince hiç kimsenin gözyaşlarına bakmadan bunları yazacağız.

Velev ki zülfüyâra dokunsa bile…

İşte bu münasebetle, AK Parti kendi iç bağırsaklarını temizlemediği müddetçe, halkın gerçek milli iradesine sarılmadığı müddetçe, üç beş tane rantiyeci, neidüğü belirsiz devşirmelerle işbirliği yaparak “akı kara, karayı ak” olarak göstererek yola çıkmasıyla, Soma gibi, Amasra gibi ve daha nice büyük felaketlerin mukadder olacağından endişe ediyoruz.

Özellikle Güneydoğu Anadolu’daki belediyelerin, kayyımların rahatça çalışabilmeleri için bu kirli kadroları tasfiye edin, siz bunları tasfiye ederseniz, kesinlikle temiz oy gelir ve işin içinden kurtulursunuz. Aksi takdirde önümüzdeki seçimlerde ağır mağlubiyetten kendinizi kurtaramazsınız.

Bizden sizlere dostça uyarı ve tavsiyeler.

En derin saygı ve sevgilerimle.