BAŞBAKAN, TSK VE ŞİMON PERES (2)

Evet sevgili okurlar!

Bilindiği üzere dünkü sohbetimize ana başlık olarak "Başbakan, TSK ve Şimon Peres" olarak sizlere sunmuştuk..

Ve yeryüzündeki dünya diktatöryasına karşı Başbakanımızın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e verdiği sert cevap ve takındığı tavır..

"Bizi ve İslam dünyasını, hatta tüm dünyayı sevindirmiş ve ümitlendirmiştir" demiştik.

Bugünkü yazımızda dünkü yazımızın bir devamı olarak daha çarpıcı, dikkat çekici önemli bazı konulara değineceğiz.

Yazımıza başlarken, giriş olarak yine merhum Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri'nin dünkü yazımızda kullandığımız söylemlerinin bir devamı olarak özetlemek istiyorum.

"Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar, zorba bir hükümetin istila ettiği bir zamanda bu tarzda matbuat lisanı ile onlara mukabele etme tehlikesi yüzde yüz iken" yani hemen bir emirle onlara karşı çıkanları idam ediyorlardı. Tıpkı bugünkü Amerika'nın Irak ve Afganistan'ı işgal ettiği gibi…

Onun için üstadımız diyor ki, "Tehlike yüzde yüz iken Kur'an-ı Kerim'in hıfzı ve koruması bana kafi geldiği halde size de yüzde bir ihtimal ile bugünkü ceberut-i karanlıklara karşı ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı elbette yüz derece daha kafidir.

Bakınız sevgili kardeşlerim!

Çoğunuz askerlik yapmışsınızdır.

Bu görevi ifade etmeyenler de elbette işitmişler.

İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralanan askerler siperini bırakıp korkarak geri kaçanlardır.

En az yara alanlar siperinde sabır ve sebat edenlerdir.

Zira firar edenler (kaçanlar) kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.

Bu münasebetle zalime, diktaya karşı korkmamak gerek…

Dilsiz şeytan durumuna kendimizi sokmamamız lazım…"

Onun için Başbakanımızı bugünkü yazımızda da tekrar kutluyor ve destekliyorum.

Allah onunla olsun diyorum.

Gerçekten İslam dünyasına şan ve şeref vermiştir…

Şimdi gelelim konumuza…

Malatya'da başka bir çete davasından tutuklu olan Veysel Şahin, ifadesinde şöyle diyor.

"Diyarbakır Emniyet Müdürü iken korumalarıyla birlikte şehit edilen Gaffar Okkan suikastine ilişkin..

"-Merhum Okkan suikastinde kullanılan iki adet kaleşnikof ile bir adet tabancanın Diyarbakır'ın Bismil ilçesinde Tekel Mahallesinde oturan F.D.'nin evinin bahçesine gömüldür. Ancak polis aramasında silahlara rastlanmadı"

Şahin, ifadesinin sonunda "Savcı Öz'le gizli tanık olarak görüşmek istiyorum, bilgileri özellikle kendisine vermek istiyorum' dedi."

Evet sevgili okurlar!

Gaffar Okkan'ın 5 polisle beraber şehadeti anında failler yakalanmadı.

Düşünün bir Emniyet Müdürü beş tane korumasıyla suikaste uğruyor ve bunca devlet imkanları içerisinde sanki yer yarılıp içine giriyorlar misali suikasti düzenleyenler kaşla göz arasında kayboluyor.

Bunda eğer derin devletin parmağı olmazsa kimin haddine düşmüş ki, hangi güç gelip altı emniyet mensubuna suikast düzenleyip de elini kolunu sallayıp gidebilir?.

Kimse kusura bakmasın.. Buna hiç kimse inanamaz. Ve kimse, kimseyi de inandırmaya kalkışmasın. O da yalandır, uydurmadır.

Devlet mutlaka bunu temize çıkarması gerekir.

Yoksa tarih boyunca devletin büyük bir ayıbı olarak "hep anılacaktır"!.

Ve devlet kendini bu ayıptan kurtaramaz.

İş her ne kadar Hizbullah'a ihale edilmiş ise de Hizbullah'ın militanları yine de derin devletin kilit noktalarıyla birlikte iş yapmışlardır.

Bakın burada dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum.

PKK mensuplarıyla Hizbullah mensuplarını birbirine çatıştırmak için o günkü Hizbullah'ın başı Hüseyin Velioğlu idi..

Ya da öyle biliniyordu.

Aslında Hüseyin Velioğlu'nun soyismi "Velioğlu" değilmiş. Ayrı bir soyisim kullanıyormuş.

Yani orijinal soyismi "Velioğlu" değil.

Sonradan Velioğlu soyismini almışlardır. O da Veli Küçük tarafından kendisine verilmiştir.

Böylece Hizbullah'ı sözde kendi tarafına çekmiş.. "Balım, gülüm, çiçeğim" misali koltuğuna almış, para pul, makam, mevki, pohpohlama, böylece kendi ismini yavrusu durumunda olan Hüseyin'e vermiştir. Ve böylece Hüseyin Velioğlu olmuştur.

Yani bu Hüseyin, Tuğgeneral Veli Küçük'ün manevi oğluymuş.

Bize gelen rivayetler böyle…

Bir de eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın hamlesini siyasete müdahale olarak değerlendiren hukukçular, bunun Anayasayı hiçe sayma anlamına geldiğini ifade ediyorlar.

İsmail Hakkı Karadayı, ANAP Lideri Erkan Mumcu'yu zorlarken Meclis natamam olmuştur.

Yani 367 bulunamamış böylece Abdullah Gül o an için Cumhurbaşkanlığı'na seçilememişti.

Bu paralelde İsmail Karadayı'dan sonra bu kez Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç da aynı paşası gibi Erkan Mumcu'yu telefonla arayıp uyarmış.

"367'yi bulmalarını engelleyin" demiş.

Genelkurmay eski Başkanı Karadayı'nın dışında Ergenekon'dan gözaltına alınıp bırakılan emekli Orgeneral Tuncer Kılınç'ın da ANAP lideri Mumcu'yu aynı yönde uyardığı anlaşıldı.

Olayın tanığı eski ANAP'lı Göksel Küçük..

Hal böyle iken emekli paşalarımız ETÖ'nün neresindedirler?

Sormazlar mı, tabi ki sorarlar…

"28 Şubat postmodern darbesinde Genelkurmay Başkanı olan İ. Hakkı Karadayı'nın, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan krizde de siyasi parti liderlerine baskı yaparak etkin bir rol üstlendiğinin ortaya çıkması, dikkatleri yeniden askeri kanada çevirdi. Karadayı ile ilgili hukuki süreç başlatılması için harekete geçen hukukçular, Ergenekon davasının askeri kanatta düğümlendiğini ve bu düğümün çözülmemesi halinde davanın da çözülemeyeceğini söylediler."

Yine yazılı medyanın bir haberini şöyle özetlemek istiyorum:

"İsrail'in derdi Sabih'i gerdi" başlıklı haber şöyle:

"367 skandalının mucidi Sabih Kanadoğlu, Başbakan Erdoğan'ın Türk milletinin büyük çoğunluğu tarafından ayakta alkışlanan Davos çıkışından en çok rahatsız olan isimler arasında yer aldı."

En derin saygılarımla…