BOĞUYOR ÂLEM-İ İSLAM’I BİR AZGIN FİTNE! (IV)

Evet, sevgili okurlar.

Gerçekten âlem-i İslam’ı bozan azgın fitne, ahiri zaman fitnesidir.

Her gün her yerde, değişik yüzlerle karşımıza çıkan olaylar, adeta Arap saçına dönmüş gibi.

Ahiri zaman fitnesi; mutlak bir deccaliyet fitnesidir, karanlıktır hem de zifiri karanlıktır.

Kimse kimsenin ne yaptığını bir türlü kestiremiyor.

Bize göre Amerika, İsrail, Fransa ve İngiltere, bir yandan ittifak içerisinde çalışırken, öbür yandan Rusya, İran, Çin de apayrı kulvarda ittifak içinde.

Oynanan oyun, sahneye konulduğu zaman senaryonun senaristleri gerçekten birer kiralık piyon ve maşa olarak görünüyor.

İslam dünyası olarak geçinen bir coğrafya, yani Ortadoğu coğrafyası, gerçek Müslüman olsun, münafık Müslüman olsun, mürtet Müslüman olsun, kendini bir türlü bu zifiri karanlık fitneden kurtaramıyor.

Tam manasıyla İslam’ın adalet elini bir yere uzatamadığı gibi kendi arasında da birbirine uzatamıyor ve bir hiç uğruna kan döküyor ve soykırımlara girişiyor.

Yani “İslam” denilen o yüce kavram ne yazık ki ehliyetsiz insanların elinde.

Keşke ehliyetsiz olan insanlar, kendini ehliyetli gösterip de İslam adına yola çıkmamış olsaydılar.

Zaten “Görünen köy kılavuz istemez”

* * *

Bana göre dün İttihat Terakki Cemiyeti, nasıl ki şovenist, bölücü, ırkçı jön Türkler, faşizan tutumlarıyla İslam’ın gerçek cübbesine değil, sahte cübbesine bürünerek yola çıktılar.

Ama gerçek yüzlerini göstermeden, hep saklayarak oluşabildiler.

Ve gizliden gizliye Selanik’in Yahudi dönmeleriyle işbirliği yapmakla İngilizlere dostluk (!) elini uzatarak, İngilizleri İstanbul’a kadar çekebildiler.

Ve nihayet İstanbul’u müstevli zorba, emperyalist İngilizlerin gücüyle hükümetlerini kurabildiler ve koskoca cihanşümul bir devleti kaşla göz arasında yok ettiler.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup düşen Osmanlı Orduları “Milli Mücadele” adı altında bir araya gelip, şekli olarak da olsa kahramanlık unvanıyla cumhuriyeti kurdular.

Ama o cumhuriyet; deyim yerindeyse tıpkı bugünkü IŞİD’in İslamiyet kisvesiyle yola çıkması gibi.

Aslında İslamiyet’le hiç de uzaktan yakından alakası olmayan bir macerayla karşı karşıya kalan Türkiye, yüz yıldan beri bir türlü iki yakasını bir araya getiremiyor.

Nerdeyse ayda bir veya senede bir karşısında zifiri karanlık bir tabloyla karşılaşıyor.

* * *

Başta söylediğim gibi İslam’ın ruhunu gerçekten yaşayamayan bir ümmet, ümmetçiliğin neresinden yürüyor?

Herkesin malumudur.

Bugün dolaylı yollardan da olsa dizginini haçlıların elinden kurtaramamıştır.

Bu nedenle yüce İslam dininin bir ansiklopedi durumunda olan yüce Kur’an-ı Azimüşşan’ı kendine rehber etmeyip, gerçek ruhunu taşımayıp yola çıkan bir ümmet, ümit Allah’tan kesilmez amma meçhule doğru gitmeye zorlanıyor.

Bu itibarla Üstat Bediüzzaman Hazretleri, “Muhakemat” isimli eserinde yüz sene önceki kelimelerin telaffuzuyla konuşurken, şöyle diyor;

“Tedenni-i milletten (Milletin geri kalmasından) ciğeri yanmış gibi feryat ve figan ederek,

“Ah, ah, ah vaesefa der ki: İslamiyet’in mağzulübbünü terk ettik (filiz veren çekirdeğini değil, çürümüş kabuğuna ve zahirine nazarımızı sarf ettik).

Çürümüş bir kabukla aldandık, hem sui fehm (yanlış anlayış) hem sui edep (kötü terbiye) ile yola çıkarak, o yüce dinin hakkını ve müstahak olduğu hürmeti ifa edemedik (yerine getiremedik).

Ta o da bizden nefret ederek, vehim ve batıl hayalatın bulutlarıyla serilip, tesettür eyledi. (bizden kendini sakladı)

Hem de bizden uzak durup da o saklanmada hakkı var.

Zira biz İsrailiyatı usulüne (İsrailoğullarının felsefesini İslam’ın usulü olarak icra etmeye) ve hikayatı akaidine (İsrailiyattan kalan hurafe batıl inançlarını kendimize gerçek inanç olarak terakki etmeye) çalıştık.

Hakiki mana değil, mecazatı (gerçek dışı olan herşeyi) hakiki olarak telakki ettik.

Böylece her şeyi birbiriyle karıştırdık, ne yaptığımızın farkında olmadık.

Bu durumda İslamiyet bizden küstü, bize sırtını çevirdi.

O da ceza olarak bizi dünyada mağlubiyet ve perişanlıkla cezalandırdı. Bu düşüşümüz ve geri kalmamızın yegâne sebebi gerçek İslam’ın ruhundan sırtımızı çevirip, şekli makyajlı kıyafetine büründüğümüzden dolayı bu haldeyiz.

Ancak bizi kurtarabilecek olan yine yüce Rabbimizin merhameti ve şefkati olabilir.

Madem gerçek bu ise Ey İhvan-ı Müslimin (Müslüman kardeşler)!

Geliniz, kendimizi İslamiyet’e affettirip, rızasını almamız lazım gelir”

Bunu da yapabilmemiz için dest-i sadakatle (sadakat ve dürüstlük eliyle) İslamiyet’e gerçek manada biat etmemiz gerekir.

Allah’ın kopmaz ipi olan İslamiyet ipine sımsıkı sarılmamız gerekir.

Aksi takdirde gittikçe yolumuz kötü, dikenli ve karanlık bir yol olacak ve işin içinden çıkılmaz mağlubiyetler peş peşe gelebilir.

Üstat şöyle devam ediyor;

“Hem de bilaperva (pervasızca) ilan ederim ki beni geçmiş asırların efkarına, fikirlerine karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüz senelerden beri sevkul ceyş ile (orduların askeri dehasıyla) kuvvet bulan hayalat ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren gerçek budur ki ümitsizliğe düşmemektir ve ümitsizlikle yaşamamaktır.

Beni gayrete getiren itikadım ve kesin yakinim budur ki eninde sonunda nerde ve nasıl olursa olsun, daima hak gerçek neş û nema oluşma ve üreme bulacaktır.

Sağlam tohum ne kadar toprağın dibine gizlenirse gizlensin, o tohum nasıl ki geç de olsa filizlenecek ve toprağın yüzüne çıkacak, yüce İslam dini de, gerçek manada ona sarılan ümmet de yine İslam’ın gücüyle muzaffer olacaktır.

Her ne kadar zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsa bile eninde sonunda zafer İslam’ındır ve basmakalıp neidügü belirsiz insanların eliyle değil, yüce İslam’ın gerçek ruhunu taşıyan kahramanların eliyle olacaktır.

Şekilcilikle, sakalla, parlak sloganlarla değil, gerçek Şeriat-ı Ğarrayı Ahmediye’nin ilke ve prensipleriyle yola çıkarak, yolunu takip edecektir.

Ve bu paralelde düşüncem odur ki istikbale (geleceğimize) hükümran olabilecek ve dünyanın her kıtasına hakim-i mutlak olacak biri varsa o da ancak İslamiyet’in gerçek yüzüyle olacaktır.

Karanlık örgütlerle değil, kimliği ve neidügü belirsiz şekilcilerle değil.

Evet, istikbalde saadet sarayı olan mutluluk sarayının tahtında olabilecek bir ideoloji varsa o da İslamiyet olacaktır.

Coğrafyaları fetheden ancak ve ancak İslamiyet’in ruhunu bünyesinde taşıyan gerçek ordular ve askerleriyle olacaktır.

Yoksa cehlistan ülkesinde menzilneşini müzahrefat (cehalet ülkesinde dışı parlak içi kurtlaşmış, çürümüş istibdat ve mezalimlerle Hz. Muhammed (s.a.v)’in yolu ayrıdır ve ayrı olacaktır.

Ama Hz. Muhammed (s.a.v)’in getirmiş olduğu şeriatının mutlak hükümranlığı yeryüzünün her tarafına dağılacaktır.

Korkarım ki buna mani olanlar, yine bu ümmetin içinde mukallit ve cahil, kör taassupla yola çıkan ve batı dünyasıyla körü körüne bağlı olan kimseler olabilir”

Allah encamımızı hayreylesin.

İmanla dopdolu bir akıl ve şuur bize nasip eylesin.

En derin saygı ve sevgilerimle.