DÜŞMAN, DAHİLİ OLUNCA! (IV)

Evet, sevgili can dostlar ve SÖZ’ün değerli okurları.

Bugünkü köşeme almak istediğim konu, tarihi bir konu olmakla beraber ülkeyi, devletiyle ve milletiyle, coğrafyasıyla yakından ilgilendiren bir mesele..

Bu munasebetle, önemine binaen sizinle mevzuuyu paylaşmak istiyorum.

Ancak, üç gün üst üste “DÜŞMAN DAHİLİ OLUNCA!” başlıklı yazı serimizin içeriğini de bünyesinde taşıyan bugünkü yazımız kelime ve ifade akışı olarak, aynı zamanda manayı da pekiştiriyor.

Evet, her zaman ifade ettiğim gibi;

Bu halk, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a güveniyor.

Muhafazakâr, adil ve demokrat bir kişiliğe sahip olan Sayın Erdoğan, gerçekten yeniden bir Osmanlı "ruhunu" canlandırmak istiyor, yeniden İslam dünyasını yekvücut olarak, bir ümmet anlayışıyla birbiriyle pekiştirmek için, canhiraşane çaba gösteriyor.

Hayatına mal olsa bile..

Hiçbir şekilde suret-i kat’iyyede gözünü kırpmadan, iman cesaretiyle olayların üzerine gidiyor ve başarıyor.

Allah "yar ve yardımcısı" olsun.

* * *

Bu ayın 16’sında Diyarbakır’a gelmeleri Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Sayın Mesud Barzani’yi de Diyarbakır’a davet etmesi, bölge halkına daha fazlasıyla itibar vermiştir, saygınlık kazandırmıştır.

Artık devletle halkın bir araya gelip, kavga yerine, düşmanlık yerine, dostça-kardeşçe büyük bir barış simgesine damgasını vurmuştur.

Bu itibarla 12 Eylül ve 28 Şubat’taki bölge üzerinde oynanan oyunlar, sahneye konulan tezgâh oyunları ve senaryonun senaristleri olan faşizan, ırkçı hareketi, milleti yüz seneden beri inim inim inlettiğini biliyoruz.

İşte bu tabuların yıkılması şart. Ki bir bir de yıkılıyor.

Başbakan Sayın Erdoğan, muhterem Mesud Barzani’nin Diyarbakır’ın hassasiyetini düşünerek, Diyarbakır’a davet etmesi ve kardeşçe birbirine sarılarak etkinlikler tertip edilmesi, geleceğimizin parlaklığına ve bu coğrafyanın kurtuluşuna, hatta Türkiye’yi vesayetçi, zalim bir dikta rejiminden kurtarmasından başka bir şey değildir.

Uzaktan da olsa şafak söküğü görünüyor.

Selahaddin-i Eyyubi’nin torunlarının yeniden İslam’a sarılması ve ümmet anlayışıyla Kürt’üyle, Türk’üyle, Arap’ıyla, Acem’iyle birbirine sarılarak pekiştirilmesi, tarih boyu Uhuvvet-i İslamiye’nin (İslam kardeşliğinin) kopmaz silsilesine eklenen yeni bir iman halkasıdır, bu oluşum.

Bu itibarla ümit var olacağız.      

Önümüzdeki süreç yalnız Türkiye’ye değil, bu coğrafyaya münhasır değil, inanın tüm Ortadoğu’yu kapsayacaktır.

Bu bir iman hareketidir, inanç hareketidir, kardeşlik hareketidir.

Bu hareket, tüm pisliklere “artık yeter, paydos” demektir, diyecektir/diyor da.

* * *

Sevgili okurlar.

Dünkü yazılı medyamızın bazı önemli gazetelerinin manşetlerine bakıyoruz, gerçekten geçmiş yakın tarihimizdeki olup bitenler birer ders-i ibret olmalıdır.

İnsanlık dışı olup biten olaylar, gerçekten tarihi skandallardır, yüz kızartıcıdır ve insanlık dışı utanç vericidir.

Dünkü Yeni Akit Gazetesinin manşetinde büyük puntolarla yazılan şöyle bir haber okuduk:

“SOSYAL YAPI ÇATIRDIYOR”

Bu habere gazete şöyle devam ediyor;

“Adalet Bakanlığının verileri 21 milyon vatandaşın davalı olduğunu, geniş aileden çekirdek aileye geçme çabalarının toplumsal yapıyı zedelediğini, suç oranlarında Akdeniz, Ege ve Marmara’nın ilk sıralarda yer aldığını gözler önüne seriyor.

Göçlerin ve geniş aileden çekirdek aileye geçişlerin, özellikle çocukları olumsuz etkilediği değişim sonrası boşlukta kalan ve ailesinden destek bulamayan gençlerin şiddete daha meyilli olduğu ifade ediliyor”

* * *

Evet, Yeni Şafak Gazetesinin birinci sayfasına taşıdığı “AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ ATAĞI” isimli haber çok dikkat çekicidir, inanın vicdanları titretiyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 1994’te Şırnak’ın Kuşkonar ve Kocağlı köylerinin bombalandığı gerekçesiyle Türkiye’yi 2 milyon 305 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etmiştir.

Adalet Bakanı Ergin, 33 kişinin hayatını kaybettiği olayla ilgili soruşturmanın tekrar başlayacağını açıklıyor.

Strazbourg’da Avrupa Konseyi Sekreteri ile bir araya gelen Adalet Bakanı Sadullah Ergin, şunları söylüyor;

“2013’te yargı paketi içinde etkin soruşturma yapılmadığından bahisle AİHM’in ihlal kararından sonra taraflar isterse, tekrar soruşturma açılabilecektir.”

Demek ki bu ülkede o kadar mezalim yaşanmış ki insanlar zalim bir hegemonyanın esaretiyle korkunç "vahşetleri" yaşamıştır.

Aileler dağılmış, ocaklar söndürülmüş, katliamlar gerçekleşmiş, hepsi kirli bir ideolojinin tıpkı Suriye’deki baas rejiminin bunalımlı havası gibi.

* * *

Bu yazıyı yazmadan evvel, eski bir militanın kaleminden Şiddetin Sefaleti isimli kitap bir gazeteci-yazar dostum bana verdi.

“Mehmet Ali Bey, bu kitabı A’dan Z’ye kadar oku, tüyler ürperten olayları anlatıyor” dedi.

Kitap ise efsanevi isim, "Parmaksız Zeki" kod adlı Şemdin Sakık..

O'nun kaleminden çıkan bir kitap.

Zaten Şemdin Sakık, defalarca bu konuları kamuoyuna ifşa etmiş ise de böylesine yakıcı ve akıcı tespitli ifadeler doğrusu ilkez bu kitapda gördüm..

Ama bundan sonra bu kitabı baştan sona zaman zaman küpürleriyle bu köşeme ve hatta haber olarak Diyarbakır Söz Gazetesi’nin manşetine taşımak istiyoruz.

Şemdin Sakık’ın başından geçen "hadiselerin" yer aldığı kitapta yazılan ifadeler gerçekten 1998 yılında fiilen Diyarbakır Söz Gazetesi’nin kadrosunun "başından" geçenleri anlatıyor.

Hatta aynı yılın Mart ayının sonu ile Nisan’ın birinci hafta veyahut ilk on gününe rastlayan bir tarihten söz ediyor..

Anlatılanlar ürkütücü..

Onun için;

Zamanın 7. Kolordu Komutanı Yaşar Büyükanıt ile DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar’ın devletin gölgesinde yaptıkları yasa dışı, keyfi ve cebri uygulamalar, inanın eğer devlet, yargı harekete geçip, bu adamları yargılamazsa bu devletin önemli kurum ve kuruluşlarının duvarlarına bir kara leke olarak yapışacak ve yapışmıştır da.

***

Bakınız bu kitabın 187. sayfasında neler anlatılıyor?

Sakık şöyle diyor.

“Bizi Diyarbakır’a getirdiler.

On gün süren sorguyu dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nihat Çakar ve Diyarbakır 7. Kolordu Komutanı Yaşar Büyükanıt da bu sorgulamalarımızı izlediler.

İlk on günde bilgi almak için işkence yapmadılar.

Zira kendi irademizle örgütten ayrılmıştık, örgüt gerçeğini saklama gereği duymuyorduk.

Soruların hepsine samimiyetle cevap verdik, örgüt hakkında bildiğimiz her şeyi anlattık.

On günlük sorgudan sonra bizi mahkemeye çıkardılar, mahkeme dönüşünde kardeşim Arif Sakık’ı cezaevine gönderdiler, bana ise ‘bazı evraklarımızın aydınlanması için yardımına ihtiyacımız var, bir süre daha yanımızda kalmanı istiyoruz’ diyen bu zevat, işler bittikten sonra cezaevine gidersin’ dediler.

Ben de ‘nasıl uygun görürseniz’ diyerek kabul ettim.

Beni Jandarma İstihbarat merkezine götürdüler, bir odaya bıraktılar, her gün sabahtan akşama kadar dosyaları karıştırıyor ve çözemedikleri noktaları soru olarak bana yöneltiyorlardı.

Ben de bildiğim konulara açıklık getirmeye çalışıyordum.

Bu çalışmalar sürerken, bir gün beni sorgu merkezine götürdüler, gözlerimi kapatıp, sorgu odasına aldılar.

Bu sefer sorguyu DGM Cumhuriyet Başsavcısı ve 7. Kolordu Komutanı birlikte yürütüyorlardı.

Soru sormaya başladıklarında başkası üzerine ifade vermemi sağlamak için sorgulama yaptıklarını hemen anladım.

Hakkında bilgi istenen kişiler arasında Gazeteci Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Akın Birdal, Salim Ensarioğlu, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler de bulunuyordu.

Kısacası Türkiye’nin ne kadar önde gelen ve özellikle bu bölge insanının belli-başlı, sıradan olmayan insanlar üzerine iftira atmamı istediler.

Hepsi soruldu, bu kişilerin örgütle ne tür ilişki içinde olduklarını, örgütten para alıp, almadıkları neden Şam ve Beka kampına gittiklerini ve her birisi hakkında ne düşündüğümü sordular.

Daha doğrusu ülkenin ileri gelen bu gazeteci-yazar, siyasetçi ve işadamları örgüte yardımcı olduklarını, para karşılığında örgüt propagandası yaptıklarını itiraf etmemi istediler.

Zaten Nihat Çakar, 7. Kolordu Komutanı Yaşar Büyükanıt ile MİT Bölge Başkanı Cemal Uzgören’in hep bir arada olmaları, kulis yaptıklarını ve özellikle SÖZ Gazetesi ve Altındağ ailesi hakkında illa ki iftira kampanyası açtıklarını sağır sultan bile biliyordu.

Tüm bu iğrençlik hal, ne hazindir ki devletin en önemli sıfatları tarafından tertipleniyordu, Nihat Çakar metin hazırlıyordu ve bana imza attırıyordu”

***

Evet, sevgili okurlar.

Bugünkü dersimiz buraya kadar yeter.

Ama devam edecektir.

Fakat yetkililere buradan sesleniyoruz ve diyoruz ki;

Ey devlet!

Neredesin?

Ne zamana kadar meslek taassubuyla suç işleyen birileri himaye görecek?

Evet, Yaşar Büyükanıt, Nihat Çakar, Eşref Hatipoğlu, dönemin MİT Bölge Başkanı Cemal Uzgören ve bundan sonra gelen Jandarma Alay Komutanları ve bu süreçte birbiriyle halef-selef olarak görevi devralan bazı Jandarma Alay Komutanları ile 7. Kolordu Komutanlığı bünyesindeki Kurmay Albaylar, Reha Şatana ile Erhan Tavşancı tarafından öylesine suçlar işlendi ki inanın insanlık dışı diğer orman canavarları bunu kendine yakıştırmıyor.

Bu olayların peşini bırakmayacağız ve buna göz yumanları da deşifre edeceğimize de buradan kamuoyu nezdinde söz veriyoruz.

En derin sevgi ve saygılarımla.

Hayırlı Cumalar.