GÜNCELLİĞİNİ KORUYAN SORUNLAR!

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği gibi geçtiğimiz ayın Ramazan ayı olması hasebiyle, tüm olup bitenleri deyim yerindeyse depolayarak, bugüne kadar hiçbir şey yazmadık.

Ramazan ayı boyunca dedikodulara mahal vermemek için kendimizi frenleyerek, Ramazan ayının gerektiği mana değerlerini korumak için sabırla olup bitenleri bu mübarek ay’ın  sonuna bıraktık.

Ve bundan böyle artık dilimizin döndüğü kadar, tüm çıplaklığıyla güncelliğini koruyan gerçekleri, kalemimizin yazabildiği kadar söyleyeceğiz,yazacağız  ve siz değerli okurlarımızla paylaşacağız.

Evet, gerçekten görünen manzara anlaşıldığı gibi değil.

Durum çok kötü…

Ortadoğu, özellikle İslam ülkeleri üzerine oynanan oyunlar, daha doğrusu Türkiye’yi bir yerlere çekmek üzere gerek dıştan olsun, gerek içten olsun gösterilen hain planlar yenilir, yutulur değildir.

* * *

İnanın, sevgili dostlar

Dün neyse bugün aynısı olmaya devam ediyor.

Nasıl ki tarihi cihanşümul bir İslam devleti, kısa bir süre içerisinde kaşla göz arasında dağılıp gittiyse ve İngilizlerin elini kolunu sallayarak, Sultan Abdülhamit’i tahttan indirdikten sonra, ittihat ve terakki hükümetinin basiretsizliği nedeniyle devlet darmadağın olunca İngilizler İstanbul’a yerleştiler.

Müstevli, zorba haçlı orduları, bu meyanda Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar yayıldılar.

Artık ne Osmanlı devleti var, ne otuz üç sene devleti yöneten ulu hakan Sultan Abdülhamit var.

1918’lerde mütareke anlaşması neticesinde Paris’in yakınındaki Sevr kasabasında imzalanan anlaşma, Türkiye’yi büsbütün ağır şartlar altında aldıktan sonra Osmanlıya bağlı tüm memalik-i İslamiye (İslam ülkeleri) aynı minval üzere kaşla göz arasında yitirildi.

Düşünün, 1909’da Sultan Abdülhamit tahttan alaşağı ediliyor, tam 9 sene sonra 1918’de İngiliz ve haçlı orduları, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin her tarafına yayılıyorlar ve sarılıyorlar.

Elbette ki bu çok düşündürücü…

İçten devleti yıkmaya çalışan satılmış güruh kesinlikle kendilerini kurtarıcı olarak gösterdiler ve milli mücadele neticesinde milletin göstermiş olduğu kahramanca başarıyı kendilerine mal ettiler ve buna da ‘milli irade’ dedirttiler.

Bu milli iradeye (!) uymayanlar da gerek Sevr kasabasında imzalanan anlaşma doğrultusunda olsun, gerek 1923’teki Lozan anlaşması doğrultusunda olsun, bu anlaşmalara inanmayan ve güvenmeyen, imza atmayan o günün devlet ricalleri ve milli mücadelede göğüs göğse savaşan isimsiz kahramanlar olsun, sarıklı mücahitler olsun…

Herkes hain ilan edildi.

Tıpkı bugünkü Suriye’deki baas rejiminin yağdırdığı mezalim, öz be öz memleket evlatlarına terörist dediği gibi.

Tıpkı Mısır’da zorba, hain, İsrail uşaklarının ihvanlara yaptığı gibi, herkes ama herkes hain (!)

Vatan evlatlarını hain gösteren kimler ise onlar da tabiri caizse adeta birer mayın oldular.

Yani ülkenin her tarafına gizlenerek, gerektiği anda patlatıldılar ve tüm İslam ülkelerini paramparça ederek, İslam’ın ve Müslümanların beynini dağıttılar.

Ve bunlara da kurtarıcı adı verildi.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Kuzey Irak’lı İhsan Kasımi’nin kaleme aldığı Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatını özetleyen ufak bir kitapçık dün elime geçti.

Şöyle bazı önemli yazıları okudum.

Bediüzzaman aynen şöyle diyor?

“16 Mart 1920 senesinde İngilizlerin İstanbul’u girdikleri esnada tabi her tarafı teslim aldılar.

Sultan ve hilafet makamı dahil olmak üzere.

Kabarıp büyüklenen angilika kilisesinin mağrur papazları tarafından meşihat-ı İslamiye denilen Dar’ul Hikmeti’l Fünun-u İslamiye (Üniversite)’den altı soru sordular.

Sordukları altı soru karşısında altı yüz kelimeyle cevap verilmesini isterken, tabii ki meşihat-ı İslamiye bunları uzun düşünerek cevaplandıramıyor.

Zira ne gibi cevap verirlerse geçerli değil, sorulan sorular hem alaycı sorular, hem de kasıtlı.

Sıra Bediüzzaman’a gelir”

Bediüzzaman diyor ki;

“Bırakın bunların altı sualine karşı verilmesi gereken altı yüz kelimeyi, onların sorusuna altı yüz kelimeyle cevap vermeyi değil, bir kelimeyi bile fazla görüyorum.

Onların yüzüne tükürmekle cevap veriyoruz.

Zira çok terbiyesizce hazırlanan sorulardı”

Bu olaydan sonra İngilizlere karşı bilimsel ve dayanıklı mücadelesini sürdürüyor ve halkı gerçekten İngiliz ve haçlı ordularına karşı uyarmaya çalışıyor.

Önce “hutuvat-ı sitte” (altı plan) isimli bir risaleyi Arapça yazıyor, sonra Türkçeye çeviriyor.

İngilizler, üstadın bu ağır mücadelesine karşı dayanamıyorlar ve üstadı idam etmek üzere harekete geçiyorlardı.

İstanbul’da bulunan o günün bazı Kürt aydınları devreye giriyorlar.

Üstat Bediüzzaman’ın Doğu ve Güneydoğu’da etkin bir insan olduğunu, sözü geçerli bir âlim olduğunu, İngilizlerin yetkili makamlarına anlatıyorlardı.

“Eğer siz Bediüzzaman’ı idam ederseniz, kendinizi Kürdistan’daki aşiretlerin elinden kurtaramazsınız.

Yalnız onlara kalsa sizi kesinlikle buradan kovacaklar”

Böylece İngilizler üstadı idam etmekten vazgeçiyorlar.

Ama çok rahatsızdırlar.

Zira o “hutuvat-ı sitte” denilen risale toplumun her kesimine yayılmış ve İngilizler ondan huzursuz.

Bu arada Mustafa Kemal, Üstat Bediüzzaman Hazretleri’ni İstanbul’dan Ankara’ya davet ediyor.

“Gel, hocam seninle beraber çalışalım.

Senin aydınlatıcı fikirlerinden faydalanalım, her hususta sana danışalım, bize fetva ver”

Üstat diyor ki;

“Ben burada değil, haçlı ordularına karşı cephelerde savaşmak istiyorum”

Ama bununla beraber Mustafa Kemal ısrar ediyor.

Yıl 1922.

Üstat o an için Ankara’ya meclise gidiyor, Mustafa Kemal’in ve meclisin tüm uygulamalarını seyrediyor ve dikkatle kontrol etmeye çalışıyor.

Bir bakıyor ki Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan  milletvekillerinin çoğu namaz kılmıyor.

Milletvekillerinin bênamazlığı Üstadın dikkatini çekiyor.

19 Ocak 1923 tarihinde on maddeyi teşkil eden bir uyarı yazısı yazıyor ve meclise veriyor.

Bunu takdirle karşılayan Mareşal Kazım Karabekir bunu alıp, herkese dağıtıyor.

Olay büyüyor ve Mustafa Kemal’in dikkatine sunuluyor.

Mustafa Kemal, Bediüzzaman’ı makamına çağırıyor.

“Hocam!

Şüphesiz biz seni buraya çağırdık ki senin ilmi deneyimlerinden, feyz alalım, bizi aydınlatasın diye.

Oysaki tam tersine, sen geldin her şeyi bıraktın, namaz deyip tutturdun.

Şimdi milletvekillerinin namaz kılma sırası değil, sen bizi aydınlatma yerine bilakis milletvekillerinin arasına bölünmeyi başardın.

Namaz kılanlarla, kılmayanlar arasında büyük bir mücadele oluşmuş.

Sen bundan vazgeç”

Üstat Bediüzzaman diyor ki;

“Ben orada İngilizlerle mücadele ederken, mücadelemi geri plana bırakmak üzere beni Ankara’ya çağırdın.

Ankara’da da hem benim fikrimden faydalanmak istiyorsunuz hem de eleştiriyorsunuz beni”

Hiddetlenerek, başparmağını kaldırarak, Mustafa Kemal Paşa’ya aynen şöyle diyor;

“Paşa, Paşa!

İman ve inançtan sonra gelen en önemlisi namaz ibadetidir.

Allah’a iman etmek kadar, o inanç namazla ispat edilir.

Her kim olursa olsun, namaz kılmayan haindir, toplumu ve milli iradeyi hiçbir zaman temsil edemez.

Hainin hükmü de merdüttür (geçersizdir)”

Buna dayanamayan Mustafa Kemal Paşa, Üstadın derhal Ankara’dan şark vilayetine umumi vaiz olarak atanmasını emrediyor hem de yüksek bir maaşla.

Üstat Bediüzzaman bunu da reddediyor ve “Ülkeyi istila eden haçlılarla fiilen savaşmak istiyorum” diyor.

***

Bakınız, sevgili okurlar.

Bu olayda çok önemli mesajlar var.

İngilizler, İstanbul’u istila ediyor ve meşihat-ı İslamiyeyi söndürmek için hain planlarla kilise tarafından altı soru soruluyor ve hem de altı yüz kelimeyle.

Üstat “Değil ki altı yüz kelime, değil ki altı kelime, belki bir kelimeyle bile bunlar cevap almaya layık değiller.

Ancak yüzlerine tükürmekle cevap verilir” derken İngilizleri rahatsız eden altı planı eserine de yaymamak için Ankara’ya çağırılıyor ve oyalama taktiği gibi Üstat Doğu vilayetlerine gönderiliyor.

Tabi ki bu olaylar hem derin hem de karanlık olaylardır.

Her zaman burada yazıyor, çiziyor ve söylüyoruz.

Cumhuriyet döneminde kimin eli kimin cebinde belli değil.

Ne idüğü belirsiz bazı beyin ve kafalar tarafından Devlet-i Âliye-yi İslamiye emperyalist, haçlı ve Siyonist müstevlilere peşkeş edildi.

Devamı yarın.

En derin saygılarımla.