"HAİNLERİN SAVUNUCUSU OLMA?!!"

Evet, sevgili okurlar.
Siyaset hiçbir zaman yalanın, iftiranın, çarpıtmanın yolu değildir.
Hele hele meçhulün, belirsizliklerin, hıyanet erbabının, olayları ters yüz etmenin yeri olmamalıdır.
Siyasetin temel anlamı ve gerçek hedefi demokratik yöntemlerle iktidara gelenlerin yegâne hedefleri milli irade paralelinde adım atmaktır.
Halkın sesine tercüman olmaktır.
Hele hele siyaset zorbalığın, diktanın, despotizmin, dayatmanın, totaliterizmin, demir yumrukların yeri hiç olmamalıdır.
İnsanlık dışı rejimlerin ve sistemlerin bünyesinde barınanlar kesinlikle ne kendisine ne de ülkesine ne de tüm insanlığa yararlı olmadıkları gibi birer fitne unsuru durumundadırlar.
Tehlike saçarlar..
Olayları ve kişilikleri çarpıtarak ters yüz gösteren bir siyaset hiçbir zaman ne meşru olur ne de uzun ömürlü olur?
Tıpkı birinci dünya savaşından sonra yıkılmaya ve dağılmaya yüz tutan cihanşümul bir devletin yok edilişi gibi...
Bölünen ve dağılan İslam dünyasının bünyesinde oluşturulan devletçiklerin başına gelen haçlı ve Siyonist emperyalizmine birer köle ve uşakları durumunda olan kişilerin kişiliksizliği gibi..
Kendi ülkelerinin başına musallat olup sözüm ona devlet başkanları olarak kocaman bir asra yakın rejimlerini sürdüren hıyanet erbapları gibi…
Bunların çalışma stilleri tümüyle rant, makam, mevki, servet ve şehvet birikimi olmuştur.
Milletlerini ve ülkelerini müstevli devletlerinin istek ve arzuları doğrultusunda gününü gün etmişlerdir.
Kendi insanlarının barındıkları coğrafya üzerinde mutlak bir tahakküm ile inim inim inletmişlerdir.
Günü gelmiş, o ülkelerin camilerini at ahırları durumuna getirmişler, medreseleri kapatmışlar, büyük insanlarını ya idam ya hapis ve zindan veya da sürgün etme planlarıyla bertaraf etmişlerdir
Tıpkı Türkiye’nin 1924’ten 1950’li yıllara kadar İsmet Paşa ve altı okun rejimi gibi…
Milletin imkânlarını milletin aleyhine kullanmışlar, olaylar tersyüz edilerek ülke insanına aydınlığı değil, karanlığı, ilim ve irfanı değil, diplomalı cahilleri yetiştirmiş ve hep karanlıklarla gününü gün etmişlerdir.
Türkiye’sinden tut, Mısır’ına kadar, Libya’sına kadar, Irak’a ve Suudi’sine kadar.
Hatta, Hindistan ve Pakistan’a kadar, bugünkü Afganistan ve Orta Asya’daki bölünen devletçiklere kadar, kocaman bir asır boyu bu milletlere tümüyle karanlıkları ve mezalimleri yaşatmışlardır.
Gün gelmiş, devran geçmiş, kaderi ilahi tecelli etmiş, mazlum, mağdur, biçare milletler ve insanlar uyanmışlardır.
Dirilmişler, ayaklanmışlar, demir yumruklarını havaya kaldırmışlar, küfrün, inadın, edepsizliğin, şımarıklığın başına indirmişlerdir.
Hem de seslerini yükselterek!
Demokrasi, demokrasi, demokrasi..?
İnsan hakları, insan hakları, insan hakları?
Özgürlük, özgürlük ve özgürlük diye seslerini dünyaya duyurmuşlardır.
Tıpkı Mısır’ın tahrir meydanındaki halkın oluşturduğu meşru ayaklanma gibi.
Evet, başta anlatmaya çalıştığımız gibi; "siyaset hiçbir zaman yalanın, zorbalığın, diktanın, olayları tersyüz etmenin, kimliksiz ve kişiliksiz insanların dili olmamalıdır. Ve ne de tahakkümün, despotizmin ve edepsizliğin ne sığınağı ne de karargahı olmamalıdır"
Hele hele karanlık kurulların, encümen-i danışların, akşamdan sabahlara kadar kadeh tokuşturarak eğlencelerin hiç de yeri olmamalıdır.
Siyasetin gerçek yüzü ve ana teması milli iradeye dayalı halkın sözü, dili ve sesi olmalıdır.
Bu da gerçekçi, yüce kişiliğe sahip, er meydanlarına yürüyen kişilerle gerçekleşebilir.
Evet, sevgili okurlar.
Baştan buraya kadar anlattıklarım bugünkü sohbetimizin hedefini belirleyen temel mukaddimedir ve bir fezlekedır.
Neyse!
Sohbetimizin bünyesinde taşıdığı ve daha açıklayıcı konulara gelelim..
Evet, sevgili dostlar.
İki gün önce yani cumartesi günü çok eski yıllarımıza yönelik bir dostum beni Batman’dan aradı, ismini burada zikretmek istemiyorum..
"Ben senin dostunum, ismim bu….
Eğer müsaitsen bugün Diyarbakır’a gelip seninle bir hasbihal yapmak istiyorum. Biz küçüklüğümüzde Kurtalan’ın bir köyünde hatırlarsanız beraber okuduk ama o zamandan beri de hiç görüşemedik.
Ben Batman yöresinde bugün bir köyde emekli bir din görevlisiyim.
Ama yıllardır televizyonda seni izliyorum. Fakat aradan çok yıllar geçtiği için bir türlü seni çıkaramadım.
Soruşturma neticesinde senin adını söylediler, ben de seni hatırladım.
Bu münasebetle seni ziyaret etmeye geliyorum, gelişimin nedeni de seninle bazı konularda bir ilmi sohbet yapmaktır."
Hay hay buyurun!
Kendisine büyük memnuniyet ve sevincimi arz ettim ve beklediğimi ifade ettim.
Cumartesi günü saat 17.00 sularında teşrif ettiler.
Oturup, çay içtik.
Eski anıları yad ettik. Tabi esnada bana bir sorusu oldu.
Soru şu:
"Mehmet Ali Bey, yüce Kur’an-ı Kerim’de geçen bir Ayet-i Kerime var. Bu Ayet-i Kerime’nin hedeflediği gerçek ve anlattıkları yüce mana değerini bir türlü kavrayamadım, bu ayetet ne demek istiyor?
Zira ayetin belirtmek istediği gerçek ve muhatap Resulullah Efendimiz (s.a.v)’dir. Ve ona yönelik bir uyarıdır.
Bu ayetin sebebi nüzulünü araştıralım, ne demek istediğini beraber bir tespit etmeye çalışalım.
O muhterem zat, bana ayetin orijinalini okudu, fakat hangi surede olduğunu bilemiyorum dedi.
Ben de hatırladığım kadarıyla Kur’an’ın 4. suresi olan Nisa Suresinin 105. ayeti olması gerekir dedim.
Tefsirleri açıp beraber inceledik.
Ayetin sebebi nüzulünü öğrendik.
Hedeflediği gerçek başta Peygamber efendimiz olmak üzere günümüze dek İslam ülkelerini yöneten insanlara yönelik bir ayet.
Ayetin orijinal metinini gazete olma hasebiyle köşeme alamıyorum.
Ancak bir iki kelime ile yetinebiliyorum, ondan sonra yüce mealini tercüme ile siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyorum.
Bu yüce ayetin başlangıç cümlesi şöyle;

"İnna enzelna ileykel kitabe bil hakki, litahküme beynen’nas"
"Ey Muhammed, doğrusu biz sana gerçeğin ta kendisi olarak bu kitabı indirdik. Ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm edesin. Ancak sakın hainlerin savunucusu olma.
Bu ayetten sonra gelen 106. Ayet ise;
"Allah’tan mağfiret dile, çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyen biridir."
107. Ayetin yüce meali de aynen şöyle;
"Kendilerine hainlik edip duranlar adına mücadeleye kalkışma, çünkü Allah vebal yüklenen hıyanetkar olan kimseleri sevmez."
O muhterem dostumla bu ayetlerin tefsirlerini incelerken bana döndü "Allah senden razı olsun" dedi.
Ben hedefime ulaştım.
Yıllardan beri biriken merakım ve endişem dağıldı. Ayetin sebebi nüzulünü ben bilmiyordum, ancak Allah’ın bu uyarıcı hitabının Efendimiz (s.a.v)’e yönelik olduğunu biliyordum ama niye, bunun sebebini bilmiyordum.
Şimdi, içim rahat etti, olaya vakıf oldum.
Demek 1400 sene evvel Resulullah Efendimiz’in başına gelen neyse bugün de aynı olay ve aynı insanların varlığı söz konusudur.
Evet, yüce ayetin bünyesinde taşıdığı mana ve hedeflediği olay şöyle;
Günün birinde Medine’de Ubeyrek’in oğlu Tu-me isimli bir şahıs kendisine emanet olarak bırakılan bir savaş miğferi, sahibi günü gelince kendisinden geri almak isterken inkâr etmeye kalkışıyor.
Sıkıştırılınca bu kez falanca Yahudi benden çalmış, ben de bir türlü ispat edemedim diye cevap veriyor.
Araştırma neticesinde o miğfer aynı yahudinin evinde bulunuyor.
Tabiatıyla hırsızlık malı kimin elinde bulunursa hırsız odur, kıyaslamasıyla miğferin sahibi yahudininin yakasına yapışır.
Aynı zamanda miğferin sahibi de Tu-me’nin öz amcasıdır.
Yahudi adam her ne kadar bu miğfer Tu-me tarafından falanca gün falan saatte bana emanet olarak bırakılmış olduğunu, kendisi tarafından bana teslim edilmiş olduğunu söylemiş ise de bir türlü ikna edemiyor.
Hakem olarak Resulullah’ın huzuruna gidiyorlar.
Pabucun ne kadar pahalı olduğunu anlayınca Tu-me’nin etrafında bulunan yakınları hep birlikte Resulullah’a manevi ve zımni bir etki yaratmak istiyorlar.
Yani "bu adam yahudidir, yahudinin işi yalandır, ranttır ve hırsızlıktır."
Biz ise "Müslüman’ız, ne hırsızlığa, ne yalan söylemeye, ne de ranta tenezzül etmiyoruz" gibi bir hava yaratmak durumuna giriyorlar.
Bu ifadeleri neticesinde geçici olarak Efendimiz (s.a.v)’i etkileyebiliyorlar.
Resulullah, kararını, hükmünü Yahudi aleyhine vermek niyetine girdiği an, derhal anılan bu Ayet-i Kerime vahiy olarak nazıl oluyor.
"Ey Muhammed, doğrusu biz sana gerçeğin ta kendisi olarak bu kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm edesin. Ancak sakın hainlerin savunucusu olma."
Resulullah, hemen kendini toparlıyor ve uyanıyor ki, gerçek hırsız Tu-me’dir. Akrabasıyla beraber Müslüman olarak kendilerini gösteriyorlar ise de münafıktırlar, içleriyle dışları bir değiller.
Münafıklığın perdesi altında Resulullah’ı bile yanıltmaya çalışmak isterler.
Olayın farkına varan Resulullah efendimiz, tabii ki Tu-me aleyhine hüküm verir ve Yahudi o beladan ve fitneden kurtulur.
Burada da İslam’ın ne kadar yüce bir din olduğunu hiçbir zaman gerçeği ve adaleti hatıra veya katıra binaen değil Kur’an’ın gösterdiği İslam’a yakışır gerçek yol ile hüküm verilir.
İşte bakınız, sevgili okurlar.
Günümüze gelelim, özellikle Türkiye’mize gelelim.
Siyaset dünyasında yürütülen madrabazlıklar, gösterilen yanlış kimlikler ve birer iğrençlik timsali olan simalara bakıyoruz ki, günü gelir siyasetin ön saflarında yer alıyorlar.
İnsanlığa yakışmayan çıkar ve rant peşine düşüyorlar.
Böylece günlük toplumsal hayat akışlarının altını üstüne getiriyorlar.
İktidardaki bulunan zevat da iktidarı elinde tutan zevatı da yanıltmak üzere hep aynı kişiler ön saflarda yer alır ve hak etmedikleri halde devletin kilit noktalarına geliyorlar.
Ondan sonra vay o milletin haline.
Tıpkı Diyarbakır’daki DEDAŞ’ın ayyuka çıkmış yolsuzlukları gibi.
Uydurma ve sahte resmi evrakları tanzim edip millete kazık atmaya çalışıyorlar.
Yalnız DEDAŞ mı? Tapu Daireleri de öyle, DSİ de öyle.
Özel İdare’de bulunan yanlış ve çarpık uygulamalar da öyle…
Ve daha nice kurumların bünyesindeki olup-biten rezaletler..
Burada hepsini sıralayamıyoruz; yazımız uzun olmasın diye kısa kesiyoruz.
DEDAŞ’la ilgili birçok kilit noktalarını kamuoyuna yansıtmak üzere Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nı da olaylara el koyarak göreve davet ediyoruz.
En derin saygılarımla.