KAN ÜZERİNE KURULAN REJİMLERİN SONU KANLA BİTER?!!

Evet, sevgili okurlar.

Görüldüğü gibi terör tüm hızıyla devam ediyor.

Hükümet, gösterdiği büyük çaplı çalışmaya rağmen bir türlü netice alamıyor.

Her ne kadar Başbakan zaman zaman kamuoyu karşısına çıkıp, samimi ifadelerle PKK’yla mücadele yöntemlerini ileri sürüyor ise de, ama ne çare ki bir türlü netice alınamıyor.

Hakkari’nin Şemdinli’sinden tut, Türkiye’nin birçok önemli merkezlerine kadar propagandaya yönelik PKK tüm terör yöntemleriyle aktif hareketle ilerliyor.

Bakınız, bayramdan iki üç gün önce TBMM kürsüsünde sadakat yeminini eden BDP milletvekilleri, Hakkari yolunda PKK militanlarıyla kucaklaşarak, öpüşerek, bütün dünya kamuoyuna poz verdi.

Bayramın ikinci gününde  Gaziantep’te Karşıyaka Polis Karakolu’nun yanına yaklaşan bomba yüklü araç ile saldırı gerçekleştirildi ve ne yazık ki içinde iki üç bebek olmakla beraber dokuz masum insanın kanına girdiler.

65’e yakın vatandaş yaralandı.

Her ne kadar bu saate kadar PKK, üstlenmediyse de Suriye, Mossad ve PKK üçgeni içerisinde gerçekleşebilen acımasız bir terör uygulamasıdır.

Hiç kimse bunu inkâr edemez.

Biz burada güncelliğini koruyan bir iki olayı örnek olarak veriyorsak da, aslında bu deveden kulak bile değil.

* * *

Yaklaşık yüz yıldan beri Türkiye’de olup bitenler, devlet bünyesinde dönen gizli dolaplar, sahneye konulan kirli senaryolar, dış mihraklara bağlı devletin derin odakları ve birinci dünya savaşından sonra milli mücadele veren bu millet nihayet mevcut misak-ı milli hudutlarını koruyabilmiştir.

Ama heyhat!

Gerçekten bu safhada objektif bir gözle yakın tarihimize göz atılırsa, hele hele bizim cumhuriyet dönemini anlatan yalan söyleyen uyduruk tarihe değil, yabancı tarihçilerin tespitleriyle olaya bakıldığında cumhuriyetin kuruluş şekli büyük anormallikler içerisinde gerçekleşmiş durumda.

Cumhuriyeti kuran anlayış ve hele hele İsmet İnönü’nün Mustafa Kemal’den sonra ikinci adam olması hasebiyle olayın içyüzüne bakıldığında, başta 1923’te Lozan’da İngiliz baş murahhası Lord Gürzon’la yapılan anlaşma sonucunda ülkenin ve milletin defteri o gün dürülmüştür.

Mustafa Kemal’in Padişah’ın talimatlarıyla 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak bastıktan sonra çalışmasını genişleterek, Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas Kongresi’ne kadar yapılan tüm çalışmalar İstanbul hükümetine rağmen yapılmış bir çalışmadır.

Netice itibarıyla kurulan cumhuriyet ve Ankara’da kurulan Birinci Meclis, İstanbul hükümetiyle zıt kurulmuş olup ve meclise gelen birçok milletvekilinin ülkenin bu şekilde yürüyemeyeceğini ve bir ülkede iki hükümetin olmayacağını ileri sürmelerine rağmen cumhuriyetin kuruluşu gerçekleştirilmiştir.

Ama o günlerdeki kurulan cumhuriyet TBMM’de dahi kendini kan dökmesinden kurtaramamıştır.

Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi tüm olup bitenlerin bir kanıtıdır.

Bizim burada olayları tüm çıplaklığıyla bu daracık köşede kaleme almamız mümkün değildir; ama tespitlerimiz yabancıların görüşü paralelinde CHP’nin ve İsmet Paşa’nın Lozan Antlaşmasından sonra memleket politikası o gün dahi İngilizlerin politikası doğrultusunda cumhuriyetin kuruluşundan sonra uygulanan uygulamaya devam eden devlet siyaseti ne çare ki 1925’ten itibaren birçok masum insanın kanıyla başlamıştır.

İngilizlerin politikası doğrultusunda adım atan ve 1924’te Başbakan Fethi Okyar’ın istifasından sonra 1925’te Başbakanlık koltuğuna oturan İsmet İnönü özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerine çok yanlış ve karanlık politikayı uygulamıştır.

Birçok masum din adamını acımasızca idam sehpasına çekmiş.

Memleketi doğusuyla-batısıyla, Türküyle-Kürdüyle, Arabıyla-Acemiyle, büyük karanlık kaoslara sokmuştur.

Deyim yerindeyse milletin üzerine adeta bir devlet terörü gerçekleştirilmiştir.

Harf inkılâbından başlamak üzere kadınların giyim kuşamına kadar ve tevhid-i tedrisatla medreselerin, Kur’an kurslarının, camilerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla, Ezan-ı Muhammedinin orijinal metninden Türkçe’ye çevrilmesine kadar, masum insanların kıyımına girmiştir ve şöhret ve şehvet uğruna kendi iktidarını idame ettirmek için tek parti zihniyetiyle dipçik ve şeflik uygulamasına geçmiştir.

O gün itibarıyla dökülen masum insanların kanı nasıl dökülmüşse, bugünkü yaklaşık 40 seneden beri devam ede gelen terör odaklarının varlığı ve bunca dökülen masum insanların kanı, o günlerin bir uzantısıdır.

Tek parti zihniyeti hala bu memlekette hükümranlığını devam ettirmektedir.

Her ne kadar 1950’lerden sonra Türkiye’de demokrat partinin iktidara gelmesiyle çoğulcu parlamenter sistemine geçmiş ve demokrasiyle yönetilmiş görüntüsü veriyor ise de; 1960’ta yine İsmet İnönü’nün dayatmasıyla TSK’yı yanıltıcı bir biçimde ihtilale sürüklemiştir, darbe yapmıştır.

Devletin bir başbakanıyla iki bakanını idam sehpasına çekmiştir.

Ondan sonra her ne kadar bu halk muhafazakârlığını, vatanperverliğini, inanç düşüncelerini korumak üzere CHP’nin bunca döktürdüğü kanları unutmayarak hep sağ eylemli hükümetleri iktidara getirmiş ise de, ne yazık ki bugünkü iktidar dahil olmak üzere gelen giden hiçbir hükümet bu memleketin, bu ülke insanının nabzını tutamamıştır.

Ancak kandırmacalı politikayla, idare-i maslıhatçılıkla gâh o yana, gâh bu yana atılan adımlarla bir süre kendi iktidarını koruyabilmişse de, netice itibarıyla devletin derinliğinde mevcut olan ateist, inkârcı, kanlı bir rejimin ve anlayışın hâkimiyetini kaldıramamıştır ve salt çoğunlukla iktidara geldikleri halde kurulan anayasalarına karışamamışlar, değiştirememişler.

1924’teki ilk anayasanın doğrultusunda iki kez daha değişen anayasalar hep aynı zihniyetin anayasaları olduğu için, gelen giden hükümetler tam manasıyla demokratik evrensel hukuk normlarına ulaşamamıştır ve ulaşmak istese bile ulaşamayacaklardır.

Bu itibarla 1923’lerde kurulan cumhuriyet kurucularının anlayışı, yani kan dökme anlayışı hala da Türkiye’de devam etmektedir ve görünen odur ki daha da devam edeceği kuşkusuzdur.

* * *

1960’lı yıllarda kurulan Adalet Partisinden tut, Doğru Yol Partisine kadar, ANAP’a kadar, koalisyon hükümetine kadar ve bugünkü Başbakan Erdoğan’ın AK Partisine kadar, bu baskıcı antidemokratik anlayışın üstesinden gelinemiyor.

Tek kurtuluş çaresi; eğer hükümetler, gelen giden iktidarlar samimi olmuş olsaydılar ve daha doğrusu yalnız iktidarlar değil, muhalefetler dâhil olmak üzere parlamento gerçekten kişisel ve parti çıkarlarını arka plana atıp, ülkenin sahili selamete gelmesi için ittifak etmiş olsaydılar, bu memleket bugün bu hale getirilmezdi.

Ama bu bir gerçektir ki, birinci dünya savaşından sonra misak-ı milli hudutlarını çizen İngiltere ve Fransa başta olmak üzere diğer ortakları durumunda olan itilaf devletlerinin politikası hala da ülkeleri bölme planlarının varlığı söz konusudur.

Dağılan Osmanlı devletinin sonunda hilafet-i İslamiyenin ortadan kaldırılmasıyla kendini sağlam zemin üzerine oturtmayan cumhuriyet, ne yazık ki ülkeyi bir türlü kan dökme badirelerinden kurtaramamıştır ve bundan sonrada kurtaracağa pek benzemez.

* * *

İşte hali âlem meydanda.

Komşumuz Suriye, komşumuz Irak, Afganistan ve Kuzey Afrika ülkeleri, daha doğrusu Ortadoğu ülkelerinin milletlerinin başına çökertilen piyon devlet başkanlarının akıbeti ne ise Türkiye’nin de o badirelere doğru giden yolun yolcusu olduğu, endişesini taşıyorum.

Bakınız, bugün Irak’ın devlet başkanı koltuğunda oturan Celal Talabani, Kuzey Irak dağlarında bir terörist başıydı.

Keza Mesut Barzani de öyle.

Bağdat hükümeti bir türlü başa çıkamıyordu, Saddam’dan önce Bağdat’ı yöneten hep muhafazakâr anlayışlar iktidardaydı.

Ama bugüne bakın, dünün terörist başı bugün Bağdat’ta devlet başkanı koltuğunda oturuyor.

Kıssadan hisse olarak bize de bir dersi ibret olmalıdır.

Hani demişler ya; “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az”

En derin saygılarımla