KIŞKIRTICI AJANLAR VE BÖLGEMİZ!

Evet, sevgili can dostlar.

Gerçekten Türkiye çok kötü manzaralarla karşı karşıyadır.

Son olarak gördüğümüz kadarıyla ülkemizde yaşanan olaylar…

Yaklaşık iki üç ay içerisinde elli altmış kişi bir hiç uğruna gencecik ana baba kuzuları şehit düşüyor ve cenazeler geliyor.

İstanbul’un göbeğinden tut, Hakkari’nin dağlarına kadar, Reşadiye’den tut, Türkiye’nin bir çok bölgelerine kadar; siyasi olsun, özel sektör olsun, sivil toplum kuruluşları olsun herkesin ağzından çıkan tek kelime "Silahlar sussun".

Elbette ki silahlar susmalıdır, susturulmalıdır.

Hele hele özellikle insanın dikkatini çeken olay Güneydoğu Anadolu’da özellikle Diyarbakır’ımızda sözde bazı kanaat önderleri kendilerini kanaat önderleri olarak adlandıran bazı rasgele insanların söylemleri.. (silahlar taraflarca susturulmalıdır tarafın birisi PKK, diğeri ise iktidar, TSK ve polisi kastediyorlar.)

Evet, devletle PKK’yı birbirinin karşıtı olarak gösteriyorlar.

Düşünün, Türkiye ne hale gelmiş!

Öylesine hazin tablo yaşıyoruz ki benim bildiğim kadarıyla devletlerin tarafı içinden çıkan ayaklanan isyankâr gruplar değil, sınırlar dışındaki savaşçı devletler oluyor.

Diyelim Yunanistan gibi, Rusya gibi!

Türkiye ile veyahut herhangi bir komşu ülkeyle savaşırsa işte onlara "taraf" denilir..

Kendi öz be öz insanı veya içinden kopup örgütleşen dağa çıkan terör örgütleri bir devletin güçlerine karşı taraf olmaması lazım.

Ama sistemin gereği olarak bir hiç uğruna yıllardan beri ihdas edilen değişik fraksiyonlara bağlı terör örgütleri 1960’lı yıllardan günümüze dek silahlanmış, devleti içten vurmaya çalışmış odaklara taraf adı verilmiş durumda.

Buna da kaderi ilahi mi diyelim.

Bu ülke, bu vatan, bu ümmet bu hale mi düşecekti.

Yıllardan beri dökülen bunca kanlar, yüreklere kor gibi düşen ateşler, nice gencecik gelinler ve eşler, bacıların ağlayışları, bayılmaları ve kendinden geçmeleri, söndürülen ocaklar dağılan aile yuvaları, yetim kalan bebeler.

Tüm bunlar icra edildi..

"Demokratik Açılım" yapılırken halk, ülke büyük ümitlerle hala da demokratik açılımı bekliyor.

Bu açılım da bu ülkede kesinlikle birilerinin işine gelmiyor.

Zira sistemin yıllardan beri kuruluş şekli cumhuriyetin kuruluş tarihi ve cumhuriyetçilerin cumhuriyet düzeninden bekledikleri meğerki çağdaş bir barış seviyesine yükselme değil, cumhuriyeti, demokrasiyi kelime itibariyle şeklen resmi olarak kullanırken değişik iktidarların ve cumhuriyetçi geçinenlerin bekledikleri bu değilmiş.

Kan, rant, siyasi istikbal ve ülkeyi ele geçirme pozisyonuymuş.

Bu durumda "Görünen köy kılavuz istemez" misali görünen odur ki, gerçekten cumhuriyetin kuruluşu ve cumhuriyeti kuran halk fırkası ve onun mensuplarının birçoğunun cumhuriyetten bekleyişleri ülkeyi haçlı zihniyetlerin emperyalizminden kurtarma değil..

Ancak bu ad altında İngiliz siyasetine, siyon emperyalizmi paralelinde bu ülkeyi birçok maceracılara peşkeş ettirmekmiş.

Zira yakın tarihimizin gösterdiği manzara bunu bize öğretiyor.

Yoksa durup dururken 1920 yıllarında Milli Mücadeleyi veren bir millet, bir kurtuluş savaşı neticesinde kendine yepyeni bir devleti kurarak cumhuriyet rejimine ulaşması ile Cumhuriyet Halk Fırkaları arasında fersah fersah fark vardır ve ayrımlar olmuştur.

Durup dururken birden bire bir toplumun tarihi ana kültürüne, tarihine, inancına, Kur’anına tedrisatlarına, giyim-kuşamına kadar müdahale ediliyor ve kasıtlı kışkırtıcı olarak başta Güneydoğu’da Şeyh Said kıyamı dahil olmak üzere Türkiye’nin birçok iline büyük bir fitne ve bela girmiştir.

Birçok ulema ve vatan evlatları bir hiç uğruna idam sehpalarına çekilmişlerdir.

Doğudan ve Güneydoğudan başta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri olmak üzere birçok ilim yuvalarının ulemaları alınıp elleri kelepçelenerek jandarma nezaretinde Orta Anadolu’ya veya Trakya’ya kadar sürgüne tabi tutulmuş..

Ülkenin bir çok cografyasında büyük insanlar görünüyor…

Bu hadise gerçekten çok büyük hadisedir, böyle az, öz değildir.

Kim dost, kim düşman belli değildir.

Hele hele yıllardan beridir kimin eli kimin cebinde olduğu hiç belli değildir.

25 Şubat 1925’ten ta 1950’lere kadar.. Hatta 1960’lara kadar bu coğrafyanın çok büyük insanları durup dururken bir hiç uğruna devlete karşı gelmiş, isyankar olmuş gibi yaftalar yapışıtırılmış, ya idam sehpasına çekilmiş veya da sürgün edilmişler…

Tek kelimeyle başınızı ağırtmayalım.

Tarih 1922 ve 1940 arasındaki bu memleketin başına getirilen belalar, oluşturulan fitne unsurları..

01.11.1922'de durup dururken Osmanlı’nın yıkılışı ve hilafetin kaldırılışı.

24.08.1923’te İsmet Paşa tarafından Lozan’da İngiliz murahhası olan Lord Gürzonla oturup İslam coğrafyasının bölüştürülmesine imza atması.

Yani Osmanlı’dan kalan Memaliki İslamiye denilen İslam ülkelerini bir bir parçalayıp dağılmasına yönelik bir anlaşma..

Tıpkı 1918’deki Sevr Antlaşması gibi.

Tevhid-i Tedrisat’tan tut avkafı İslamiye dairesinin iptali gibi…

Zincirleme olarak 1940’lara kadar anti demokratik büyük çaplı değişiklikler bu milletin bünyesinde meydana getirilmiştir.

Hele hele özellikle 1922-1932 döneminde Başbakan olan İsmet Paşa’nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilip Türkçe olarak camilerde, namazlarda okunması mecburiyetinin getirilmesi..

Cuma günkü hutbelerin özellikle İstanbul’daki Süleymaniye Camisinden Türkçe okutulmasına mecbur tutulması.

Ezan ve ikametin Türkçe olarak okutulması..

Böylesine zincirleme anti demokratik olaylar dayatıldı..

Ve bunu kabullenmeyen bir toplum ya idam sehpalarına çekilmiş olması veya sürgüne tabi tutulması elbette ki bunlar çok önemli tarihi gerçeklerdir.

Türkiye’de özellikle Mehmet Akif ve son devrin Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, vs. birçok ulema kesiminin başlarına şapkayı giymemek için ülkesini terk edip Mısır’a veya başka ülkelere yerleşmesi.

Bu olay 1925'te Sivas, Erzurum, Maraş ve Rize gibi illerimizde meydana gelmiştir.

Kaçamayanlar, İskilipli Atıf hocalar gibi ve Şeyh Saidler gibi bunlar ve arkadaşlarıyla beraber ansızın keyfi kararlarla idama tabi tutulmuşlardır.

Bunlar tarihi gerçeklerdir..

Kimse bunları inkâr edemez.

Ve bir milleti içten yıkma ve çökertme planlarıdır.

Hatta Kara Ali isimli bir cellat bu olaylar bittikten sonra son posta olarak bilinen bir gazeteye beyanat vermişti.

Diyor ki, 03.03.1931’de kendi elimle beş bin ikiyüz on altı kişinin idam sehpasını çektim.

Hatta 16.07.1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle bir beyanda bulunulmuş.

1500 eşkıya yani o günkü o anti demokratik mezalime karşı ayaklanıp kaçanlara eşkıya adı takılmış.

(1500 eşkıya aralat dağının mağaralarına kaçarak sığınmışlar)

Oralara uçaklar uçmuş ve bomba atmıştır.

Hakkari taraflarında bulunan Zilan vadisinde öldürülen insanlar 1500’den fazla.

Bu kayıtlar yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun Bediüzzaman Said-i Nursi isimli kitabının 200. sayfasında yazılıdır.

Sevgili okurlar.

Başınızı ağırtmayalım.

Yakın tarihimiz boyunca ülkemizde kol gezen ajan yalakaların bir çoğunun kafasından değişik sesler çıkmıştır.

Ortalığı bulandırmak için sel gibi akan kan ve gözyaşlarının varlığından bir yerlere gelmek için her birisi bir ahkam kesmektedir.

Ama genellikle % 70’i, % 90’ı bu davada samimi değildir.

Özellikle dikkatimi çeken iki günce Abant Platform’unda toplanan birçok kanaat önderlerinin (!) hepsi olmasa bile bazı aydın geçinen boş beyinli kanaat önderlerinin hezeyanları oldu

Özellikle Güneydoğu’dan çıkan ve gizliden gizliye PKK ile irtibat içinde bulunanlar..

Ne çare ki bunlar bugünkü iktidar partisinin bünyesinden hatta kilit noktalarına gelmiş palazlanmış simalardır.

Ben burada şu gerçeği belirtmeden geçmek istiyorum.

Gerçekten Sayın Başbakan Erdoğan’a dua ediyorum ve diyorum ki, Allah Başbakan’a yardımcı olsun.

Ve bu duayı gerçekten içimden söylüyorum ve kendisine üzülüyorum, kendisinin karşı karşıya kaldığı hallere üzülüyorum.

Neden mi?

Bakınız, sevgili okurlar.

Bu insan yaklaşık sekiz yıldan beri devletin başkanıdır.

Dobra dobra ciddi ve sabırlı bir insandır.

Dik duruyor, hep dik durmuş, gerektiği yerde dikilmiş; ama ser vermiş sır vermemiş misali davasından zerre kadar taviz ve geri çekilmede bulunmamıştır.

Her şeyiyle mükemmel.. Amma velakin kuşkusuz olarak bunu diyorum, etrafında bulunup ona çok yaklaşan bazı kirli sakallılar veya önce sakallı olup sonra sakalını tıraş edenler özellikle Güneydoğu’nun bazı politikacılarının oyunundan kendini kurtaramamıştır.

Ve ne kadar hilebaz kirli emelli insanların partisinde bulunduğunun hala da farkına varmamış olması, milleti, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanını üzmektedir.

Deyim yerindeyse gerektiğinde nalına vuruyorlar, gerek görüldüğünde mıhına vuruyorlar.

Ve hep çürük buğdaylar gibi daima siyasette su yüzüne çıkıyorlar.

Keşke Sayın Başbakan’ımız bu tür gerçeklerin farkına varsaydı.

Oysaki öylesine Doğu ve Güneydooğu’dan insanlar var ki hiç siyaset çevresi yok, toplanan oylar ve halkın teveccühü tümüyle ama tümüyle onlara değil, Başbakanadır.

Onların hiçbir çaba ve rolleri yoktur. Ve çevreleri de yok.

Ama ne çare ki Başbakan’ımız bunun farkında değil..

Veya farkında ise de görmezlikten geliyor, artık bilemiyoruz birilerine siyasi borçları mı var.

Bakınız, sizi iki gün önceki Abant Platformu’nda konuşan Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde görevli Doç. Dr. Mazhar Bağlı’nın yanlış ve kışkırtıcı konuşmasına götüreyim, bizatihi ben izledim.

Ancak birileri onu oraya götürüp illaki bu konuşmayı yapacaksın demekten başka insan düşünemiyor.

Yani anlaşılan odur ki sanki kimilerinin adına konuşmuş.

Diyor ki, "Artık Diyarbakır insanı bu devleti, bu ülkeyi sevmiyor gibi" gibi bir açıklama yani daha net olarak şöyle konuşmuş.

Yunanistan ile Türkiye arasında oynanan maçta Diyarbakır seyircileri Yunan takımını tutuyor ve alkışlıyor.

Bakınız, sevgili okurlar..

Şu hale bakınız.

İnanın değil ki okumuş bir insanın, hele hele Doçentlik unvanına ulaşmış aydın bir kişinin konuşması..

Yemin ediyorum ki  dağbaşındaki bir çoban bu kışkırtıcı konuşmayı cesaret edip konuşmaz.

Ve ne çare ki bu insan AK Parti’nin MKYK üyesi..

Bana göre, onu oraya getirip koyanlar başbakan tarafından sorgulanmalıdır.

Ama bunu yapmıyorsa Başbakan’ımız demek birilerinin etkisi altındadır.

En derin saygılarımla.